ÖZEL: “Câhiliye ölümü” hadisi ve imâmetin itikadi bir esas olduğuna delaleti
- Medyasafak.net
- EHL-İ BEYT OKULU
- 07.04.2025

Bu çalışmada ortaya konulan bulgulara göre, “Câhiliye ölümü” başlığı altında sınıflandırılan hadislerin imama itaatin zorunluluğundan, Müslüman cemaati arasında ayrılık çıkarmaktan imtina etmekten ve Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s) muhabbet beslemenin bir iman nişanesi olduğundan söz eden kısmının güvenilir oldukları ve sahih senetle rivayet edildikleri anlaşılmaktadır.
“Câhiliye Ölümü” Hadisi ve İmâmetin İtikadi Bir Esas Olduğuna Delaleti[1]
Musa İsfendiyârî
Özet
“Câhiliye ölümü” hadisi, imâmetin dinin esaslarından biri sayıldığı görüşünü destekleyen önemli rivayetlerden biridir. Bu rivayetler, Hz. Peygamber’den (s.a.a.) altı farklı konu bağlamında nakledilmiştir. Rivayetlerin Ehl-i Sünnet kaynaklarında sahih senetlerle nakledilen dördünde, imama itaatin gerekliliği, Müslüman cemaatinde ayrılık çıkarmaktan imtina etmek, Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.) buğzetmenin Müslümanın kalbinde ortaya çıkardığı etkiler ve şarap içmede ısrar etmenin sonucu olmak üzere toplamda dört farklı konuya işaret edilmiştir. Rivayetlerin Ehl-i Sünnet kaynaklarında zayıf senetlerle nakledilen ikisinde ise, haccın ve gazanın terki meseleleri ele alınmıştır.
“Cahiliye ölümü” başlığı altında sınıflandırılan bu rivayetlerin bazılarının şarap içmede ısrarcı olmak gibi bazı fıkhî meseleleri kapsaması, Ehl-i Sünnet âlimlerinin rivayetlerin “imametin dinî bir esas” olduğuna delalet ettiği görüşünü şüpheyle karşılamalarına ve bu konuyu tartışmaya açmalarına neden olmuştur. Bununla birlikte, bu hadislerin ne maksatla söylendikleri (hadislerin vürûd sebepleri) ve metinlerinde örtük halde bulunan karineleri dikkate alındığında, bilhassa sıhhatleri sabit olmuş dört hadiste ele alınan dört konunun, yalnızca dinen zorunlu kabul edilmediklerini, aynı zamanda bunlardan bazılarının dinin esasları arasında yer aldığı açıklığa kavuşmaktadır.
Giriş
Ehl-i Sünnet ve İmâmiyye Şiası arasındaki ihtilaflı konulardan biri, imâmetin “dinin esaslarında bir esas” mı (usûlü’d-dîn), yoksa “fıkha dair ferî bir mesele” (füruât) mi olduğu konusudur. Ehl-i Sünnet, İslâm’dan kaynaklanan kapsamlı bir yönetim biçimi olarak değerlendirdiği imâmeti, fıkhî bir mesele olarak ele almış ve bu bakış açısıyla, imam seçimini, bir dinî yükümlülük anlamında ümmete bırakılmış bir “teklif” olarak kabul etmiştir.[2] Buna mukabil, İmâmiyye Şiası’nın kelâmında imâmet, imamın Allah’ın hücceti ve Resûlullah’ın (s.a.a.) halifesi olduğu kabulünden hareketle, âlimlerin bazılarınca dinin esaslarından bir esas, bazılarınca da mezhebin zorunlulukların olan bir zaruret[3] sayılmıştır. Bu görüşe göre imam tayini, Allah’ın uhdesindedir. Bu tayinin ümmete ilanı ise, Hz. Peygamber’in vazifesidir. Bu doğrultuda, Müslümanların teklifi, Allah tarafından tayin ve Hz. Peygamber tarafından ilan edilen imama itaat olarak beyan edilmiştir.[4]
İmâmetin dinin esaslarının vazgeçilmez bir unsuru olduğunu gösteren naklî deliller arasında öne çıkan hadislerden biri, “câhiliye ölümü” hadisidir.[5] Bu hadis, her iki fırkanın kaynaklarında farklı lafızlarla ve değişen bağlamlarda rivayet edilmiş ve Şiî ve Sünnî âlimlerce Hz. Peygamber tarafından söylendiği, yani vürûdunun sabit olduğu kabul edilmiştir. Sözgelimi, Taftâzânî bu hadisi sahih kabul etmekle kalmamış, Şerhu’l-Makâsıd adlı eserinin bazı bölümlerini bu hadis üzerine bina etmiştir.[6] İmâmiyye kaynaklarında da bu hadis, genellikle, rivayet tarikleri açısından tevâtür derecesine ulaşmamış olsa da senedi veya delaleti bakımından kesin bir bilgi ihtiva eden anlamında “kat’î hadis”, bazen de tevâtür derecesine ulaşmış ve sahih anlamında “mütevâtir hadis” olarak kabul edilmiştir.[7]
“Câhiliye ölümü” başlığı altında sınıflandırılan hadislerde aşağıdaki konular ele alınmıştır:
1. “İmama itaatsizlik cahiliye ölümüne neden olur.” 4 farklı tabirle 7 sahabîden rivayet edilmiştir. Rivayetin 12 isnâdı ve 12 farklı lafzı bulunmaktadır.[8]
2. “Müslüman cemaatinde ayrılık çıkarmak cahiliye ölümüne neden olur.” 3 farklı tabirle 4 sahabîden rivayet edilmiştir. Rivayetin 6 isnâdı ve 24 farklı lafzı bulunmaktadır.
3. “İnsanın kalbinde Müminlerin Emiri Ali’ye karşı buğz (kin ve ve düşmanlık) beslemesi câhiliye ölümüne neden olur.” 3 sahabîden rivayet edilmiştir. Rivayetin 3 isnâdı ve 3 farklı lafzı bulunmaktadır.
4. “Şarap içmede ısrarcı olmak cahiliye ölümüne neden olur.” 3 sahabîden rivayet edilmiştir. Rivayetin 5 isnâdı ve 3 farklı lafzı bulunmaktadır.
5. “Haccı bilerek terk etmek cahiliye ölümüne neden olur.” Bu hadis, tek bir lafız ve tek bir isnâdla, sadece tek bir kaynakta rivayet edilmiştir.
6. “Cihadı terk etmek cahiliye ölümüne neden olur.” Bu tabir, Ehl-i Sünnet’in ilk dönem hadis kaynaklarının hiçbirinde mevcut değildir. Günümüzde daha ziyade tekfirci gruplar tarafından, Müslümanları kendileri gibi inanmayan Müslümanlara karşı savaşmaya teşvik etmek amacıyla kullanılmaktadır.
Her ne kadar bazı çalışmalarda —örneğin Mehdî Fakih-i İmânî’nin “Râh-i Rehâyî ez Merg-i Câhilî” (Câhiliye Ölümünden Kurtuluş Yolu), Abdülmecid Zehâdet’in Berresî-i Hadis-i Marifet ez Manzar-i Fırkateyn (İki Mezhebin Bakış Açısından İmamı Tanıma Hadisinin İncelenmesi)[9] ve Muhammed Ârif- Kâşî’nin “Berresî ve Mana-şinâsî-i Tatbikî-i Hadis-i Men Mâte” (Men Mâte Hadisinin Anlamının Karşılaştırmalı Analizi) başlıklı kitap ve makalelerinde— bu hadis, müstakil olarak ele alınmış ve hadisin içeriği ve sıhhati değerlendirilmeye çalışılmışsa da, söz konusu hadisin farklı lafızlarla nakledilen rivayetleri, özellikle de Ehl-i Sünnet kaynaklarında yer alan varyantları, etraflıca incelenmemiştir. Öte yandan, bu hadisin imâmetin dinin temel esaslarından biri olduğuna delalet eden anlamının klasik ve modern literatürde bir fıkıh meselesine indirgenmesi, hadisin delalet ettiği gerçek anlamın doğru bir şekilde anlaşılmamasına ve dolayısıyla, bazı belirsizliklerin ve tutarsızlıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Konuyla ilgili yapılan mezkûr çalışmalarda ise bu önemli nokta üzerinde durulmamıştır.
Sözü edilen bütün bu eksikliklerin giderilmesine katkıda bulunmak amacıyla biz, bu alanda yeni bir çalışmanın yapılmasının elzem olduğu kanaatinden hareketle, bu hadisin anlamının yanında isnâdını da inceleyen ve özellikle de hadisin zımnen delalet ettiği “imâmetin dinin esaslarından biri olduğu” gerçeğini odağa alan bir makale yazmaya karar verdik. Bu bağlamda, kaynak/literatür taraması yönteminin esas alındığı elinizdeki makalede, el-Câmiu’l-Kebîr ve Mektebetu’ş-Şâmile gibi İslâmî kaynakların sayısallaştırıldığı yazılımlardan yararlanılmış ve “Câhiliye ölümü” başlığı altında sınıflandırılan rivayetler, Ehl-i Sünnet’in ilk dört asrına ait kaynaklarda yer aldıkları biçimleriyle ele alınmış ve isnâdları ve delaletleri bir arada incelenmiştir. Böylece, söz konusu hadisin ve farklılaşan rivayetlerinin delalet ettikleri anlamlara dair ileri sürülen görüşler çerçevesinde ortaya çıkan belirsizlikler ve tutarsızlıklar bertaraf edilmeye çalışılmıştır.
1. Ehl-i Sünnet Kaynakları Çerçevesinde “Câhiliye Ölümü” Kavramının Analizi
Bu çalışmada incelenen hadisin delalet ettiği anlamla ilgili olarak ortaya çıkan tartışmaların odağında, bu hadiste geçen “Câhiliye ölümü” (meyteten câhiliyyeten) tabiri bulunmaktadır. Nitekim, İmâmiyye ve Ehl-i Sünnet âlimleri arasında ortaya çıkan görüş ayrılıklarının temelinde de aynı tabirin etrafında yapılan tartışmalar bulunmaktadır. Ehl-i Sünnet âlimlerinin bir kısmı, “Câhiliye ölümü” ifadesinin “cehalet ve tefrika üzere ölmek” anlamına geldiğini ileri sürerken[10] başka bir kısmı “kaos ortamında imamsız ölmek” anlamına geldiğini öne sürmüştür.[11] Bu iki grupta yer alan âlimler, “Câhiliye ölümü” tabirinde “küfre girmek ve dinden çıkmak” anlamının bulunduğunu göz önüne almamışlardır. Hatta bu ulemâdan bazısı, “Câhiliye ölümü” ifadesinin hiçbir şekilde küfre delalet etmediğini açık bir dille ifade etmiş ve imama muhalefet eden kimseyi kâfir olarak görmemişlerdir. Onlara göre böyle bir kimse sadece asi olarak nitelenebilecektir.[12]
Hadisin, bu âlimlerin iddia ettikleri gibi sadece tefrika ve isyan anlamlarına delalet ettiği kabul edildiğinde, “Câhiliye ölümü” tabiriyle ilişkilendirilen bütün konular, ezcümle imamet, ferî bir meseleye dönüşür ve dar bir fıkhî tartışma addedilir.[13] Halbuki Ehl-i Sünnet kaynakları incelendiğinde, “Câhiliye ölümü” tabirini yalnızca bu iki anlama indirgemenin ve küfrü bu tabirin anlam dairesinin dışında bırakmanın Ehl-i Sünnet’in bütün âlimleri tarafından kabul edilen bir yaklaşım olmadığı kolaylıkla anlaşılmaktadır. Bu indirgemeci yaklaşım, esasında, hem aşağıda ele alacağımız örneklerle bağdaşmamakta hem de bazı durumlarda bunlarla çelişmektedir:
1. Şu beş hadisin hemen başında ya da devam eden cümlelerinde yer alan tehdit ve uyarı (va‘îd) ifadeleri, rivayetlerde geçen “Câhiliye ölümü” tabirinin anlamının sadece yukarıda sözü edilen iki anlama indirgenemeyeceğini göstermektedir:
“Kıyamet günü Allah’a, elinde kesin ve geçerli delil (hüccet) olmadan kavuşur.”[14]
“İslâm ilmiğini boynundan çıkarmış olur.”[15]
“Yahudî ya da Hristiyan olarak ölür.”[16]
“Ümmetime huruç eden […] benden değildir ve ben de ondan değilim.”[17]
“Kıyamet günü putlara ve heykellere tapanlarla birlikte haşrolur ve [putperestlerle birlikte] cehenneme girer.”[18]
2. “Câhiliye” kavramı bazı Kur’ân ayetlerinde küfürle karışık inançlara sahip olmak,[19] Allah’ın adaletini ve Hz. Peygamber’in âdil bir şekilde hüküm verdiğini inkâr etmek,[20] itikatta ve düşüncede sapkın olup dalalete düşmek[21] şeklinde tanımlanmıştır.[22]
3. Hz. Peygamber’in cemaatten ayrılan kimsenin katlinin vacip olduğuna dair hükmü.[23]
4. Şâfiîliğin kurucu imamı Şâfiî’nin biate muhalefet edenlerle savaşmanın vacip olduğuna dair fetvası.[24]
5. Hanbelî âlimlerinin, imama muhalefet edenlerin bidat[25] ve başkaldırı (bağy)[26] ehli olduklarına ve onlarla savaşmanın vacip olduğuna dair fetvaları.
6. Abdullah b. Ömer’in, Haccâc’a gece vakti biat etmede gösterdiği ısrarcı tutum. O, “Zamanının imamına biat etmeden ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölür” hadisine dayanarak, Haccâc’ın kendisini küçük düşürmesine rağmen ısrarını sürdürmüştür.[27]
7. Muhammed b. Abdülvehhâb’ın, Câhiliye kavramına dair yorumu.[28]
8. Ehl-i Sünnet âlimlerinin, Ebû Bekir’in hilâfetini inkâr edeni, Müslüman cemaatine muhalefet ettiği gerekçesiyle, kâfir saymaları.[29]
2. “Câhiliye Ölümü” Tabiriyle İlişkilendirilen Beş Temel Konu
2. 1. İmama İtaatin Zorunluluğu
İmâmiyye âlimlerinin dikkatini en fazla bu grupta yer alan hadisler çekmiştir. Onlardan bazıları, bu hadisleri “İmamın Tanınmasına Dair Hadisler” başlığı altında ele almış[30] ve Hz. Peygamber’in “Zamanının imamını tanımadan ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölür” hadisinin İmâmiyye kaynaklarında da mevcut olmasından hareketle, bu hadisleri imamın tanımasının zorunluluğuna dair hadislerin delili ve destekleyicisi olarak değerlendirmişlerdir.[31] Bu hadisler, Sünnîliğin ilk dönem kaynaklarında, 4 farklı tabir ve birbirinin benzeri 12 lafızla, 7 sahabî tarikiyle nakledilmiştir.
2.1.1. “Üzerinde imam bulunmadan ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölür.”[32]
Bu hadis, Muâviye, Ebû Hureyre ve İbn Abbas tarikiyle rivayet edilmiştir. Her ne kadar ilk iki rivayet, sahih bir senede sahip olsalar da İbn Abbas rivayetinin isnâdında Huleyd b. Da‘lec’in[33] bulunması sebebiyle hadis zayıf sayılmıştır. Bu hadisin, Ehl-i Sünnet’in ilk dönem kaynaklarında iki farklı lafızla nakledilen iki rivayeti daha mevcuttur:
- Ölürken başında bir imamın bulunmadığı kimsenin ölümü, Câhiliye ölümüdür.[34]
- Bir imama sahip olmadan ölen, Câhiliye ölümü üzere ölmüştür.[35]
2.1.2. “İmamı olmadığı halde ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölür.”[36]
Bu hadis, Ehl-i Sünnet’in ilk dönem kaynaklarında iki tarikle; Abdullah b. Ömer ve Muâviye aracılığıyla rivayet edilmiştir. Muâviye rivayetinin iki farklı isnâdı bulunmaktadır. Bunlardan biri, Zekvân b. Abdullah’a,[37] diğeri Şüreyh b. Ubeyd’e[38] ulaşır. İsnâdda isimleri geçen her iki râvi de güvenilir kabul edilmiştir. Fakat Abdullah b. Ömer rivayetinin senedinde adı geçen Hârice b. Mus‘ab[39] zayıf kabul edilmiştir. Bu hadisin, benzeri bir lafızla nakledildiği bir başka rivayeti daha bulunmaktadır: “Bir cemaat imamı[na tâbi] olmadan ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölür.”[40] Bu lafız da Abdullah b. Ömer yoluyla aktarılmıştır; ancak senedinde Heneş lakabıyla bilinen Hüseyin b. Kays’ın[41] adının geçmesinden dolayı bu rivayet zayıf sayılmıştır.
2.1.3. “Üzerinde bir itaat olmadan ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölür.”[42]
Bu hadis, tarikle; Abdullah b. Ömer ve Âmir b. Rebi‘a yoluyla rivayet edilmiştir. İkinci rivayetin isnâdında yer alan Âsım b. Ubeydullah zayıf kabul edilmiştir.[43] Bu hadisin dört benzer lafzı bulunmaktadır:
- İtaat dışında ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölür.[44]
- Bir cemaat imamı[na tâbi] olmadan ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölür.[45]
- Bir cemaat imamına itaati olmadan ölen kimseyi Allah kıyamet gününde Câhiliye ölümü üzere diriltir.[46]
- Bir cemaat emiri[ne tâbi] olmadan ve bir emirinin itaati üzerinde bulunmadan sabahlayan kimseyi Allah kıyamet gününde Câhiliye ölümü üzere diriltir.[47]
Lafızda farklılık gösteren bu dört rivayetten yalnızca ilkinin senedi sahihtir. İkinci rivayet, senedinde Amr b. Vâkıd’ın[48] bulunmasından dolayı, son iki rivayet ise senedinde Abdulhamid b. İbrahim’in[49] adının geçmesinden dolayı zayıf kabul edilmiştir.
2.1.4. “Boynunda bir biat olmadan ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölür.”[50]
Bu hadis, biri Abdullah b. Ömer, diğeri Muâviye kanalıyla olmak üzere, iki tarikle rivayet edilmiştir ve her iki rivayetin isnâdı da sahih kabul edilmiştir. İlk dönem Ehl-i Sünnet kaynaklarında bu hadisin benzer bir lafızla nakledilen bir başka rivayeti daha bulunmaktadır:
“Üzerinde biat olmadan ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölür.”[51]
Bununla birlikte bu rivayet, her ne kadar Abdullah b. Ömer tarikiyle aktarılmış olsa da senedinde İbn Rüşdeyn diye tanınan Ahmed b. Muhammed el-Mihrî[52] bulunduğu için zayıf kabul edilmiştir.
2.1.5. Hadislerin Delaletinin Değerlendirmesi
Yukarıda da ifade edildiği üzere, bu rivayetlerin bir kısmının senedi zayıftır. Bununla birlikte, bazılarının isnâdının sahih olduğu ve lafızlarındaki farklılaşmaya rağmen rivayetlerin bütününden aynı anlama delalet eden bir manevî tevâtürün ortaya çıktığı göz önünde bulundurulduğunda, bu hadisin Hz. Peygamber’e ait olduğu sabit olmaktadır. Dolayısıyla, hadisin sahih olduğunu kesin bir dille ifade etmek mümkündür.[53]
Bu rivayet, maddeler halinde şu üç ana konuya delalet etmektedir: (1) İmamın varlığının gerekli ve onu tanımanın zorunlu olduğu, (2) İmama itaatin ve ona tâbi olmanın farz olduğu, (3) İmamı tanımanın ve ona itaat etmenin belli bir zaman dilimiyle sınırlı olmadığı.
Bu üç ana konudan şu sonuç elde edilmektedir: Her dönemde bir imamın bulunması bir zorunluluktur ve onu tanımak ve ona itaat etmek, her devirde herkese vaciptir.
“Câhiliye ölümü” tabirinin “küfür ve dinden çıkma” anlamına delalet ettiği dikkate alındığında, imamı tanımanın gerekli ve ona itaat etmenin farz oluşu, dinin zorunlu esaslarından (zarûriyyât-ı dîniyye) sayılmış ve bu esasa muhalefet eden kimse, kâfir ve gayrimüslim olarak değerlendirilmiştir. Nitekim, Ehl-i Sünnet âlimlerinin büyük çoğunluğu, bu çıkarıma dayanarak, biate karşı çıkanlarla[54] savaşmanın vacip olduğuna dair fetva vermiş ve imama düşmanlık edenleri, kendileriyle savaşılması vacip olan,[55] bidat ve bağy ehli, dinden çıkmış kimseler[56] olarak görmüşlerdir.
Öte yandan, bazı Ehl-i Sünnet âlimlerinin açıklamalarından, örneğin İbn Abdülber’in el-İstiâb[57] adlı eserindeki ve el-Kurtubî’nin el-Câmi li-ahkâmi’l-Kur’ân’daki[58] ifadelerinden, hilâfet ve imâmetin, İslâm dininin esaslarından biri olduğu, İslâm toplumunun düzenini ve bekasını sağlayan unsurların başında geldiği ve buna muhalefet edenin, mutlak surette dinden çıktığı; mürted ve kâfir olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda, sorulması gereken sorular şunlardır: Eğer bir kimsenin halifeyi ve hilâfeti inkârı küfür sayılıyorsa, nasıl olur da imametin dinin esasî ve zarurî ilkelerinden biri olduğu kabul edilmez? Bir konuda diğerleriyle aynı inancı paylaşmamanın neticesi dinden çıkmak iken, nasıl olur da bu konunun kendisi, bir zorunluluk olarak kabul edilmez ve dinin esaslarından biri sayılmaz?
2.2. Müslüman Cemaatinden Ayrılmamanın Gerekliliği
Bu grupta yer alan rivayetler, Ehl-i Sünnet âlimlerinin büyük bir kısmı tarafından, fasık veya zalim olması durumunda dahi toplumun başındaki yöneticiye karşı kıyam etmenin haram olduğuna dair fetvalarını delillendirmek üzere kullanılmıştır.[59] Söz konusu rivayetler, 3 farklı tabir ve 24 farklı lafızla, 4 sahabîden nakledilmişlerdir.
2.2.1. “Cemaatten ayrı olarak ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölmüştür.”[60]
Bu hadis, Abdullah b. Ömer tarikiyle ve sahih bir senetle rivayet edilmiştir. Ehl-i Sünnet kaynaklarında bu hadisin, aynı sahabî tarikiyle ve sahih senetle nakledilen farklı lafızlara sahip rivayetleri de mevcuttur. Bu rivayetler şu şekildedir:
- “Cemaatten ayrılmış olduğu halde ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölmüştür.”[61]
- “Cemaatten ayrılmış bir halde ölen kimsenin ölümü, Câhiliye ölümüdür.”[62]
- “Cemaatten ayrılmış bir halde ölen kimse gerçekten de Câhiliye ölümü üzere ölmüştür.”[63]
- “Cemaatten ayrılmış bir halde ölen kimse gerçekten de Câhiliye ölümüyle ölür.”[64]
- “Cemaatten ayrı düşmüş olarak ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölmüştür.”[65]
- “Cemaatten ayrılmış bir halde ölen kimse gerçekten Câhiliye ölümü üzere ölmüştür.”[66]
- “Cemaatten ayrılmış olduğu halde ölen kimsenin ölümü, Câhiliye ölümüdür.”[67]
- “Cemaatten ayrılmış olarak ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölmüştür.”[68]
Aynı hadis, “Cemaatten ayrılan kimse Câhiliye ölümü üzere ölür”[69] lafzıyla, Âmir b. Rebi‘a tarikiyle de rivayet edilmiştir. Ancak senedinde Âsım b. Ubeydullah’ın adı geçtiğinden dolayı bu rivayet zayıf kabul edilmiştir.[70]
2.2.2. “İtaatten çıkan ve cemaatten ayrılan kimse Câhiliye ölümü üzere ölür.”[71]
Bu hadis, Ebû Hureyre tarikiyle ve sahih senetle rivayet edilmiştir. Ehl-i Sünnet kaynaklarında bu hadisin aynı sahabî tarikiyle ve sahih senetle nakledilen farklı lafızlara sahip rivayetleri de bulunmaktadır. Bu rivayetler şu şekildedir:
- İtaati terk eden ve cemaatten ayrılan kimse, öldüğünde Câhiliye ölümü üzere ölür.[72]
- İtaatten çıkan ve cemaatten ayrılan kimse öldüğünde, Câhiliye ölümü üzere ölür.[73]
- Kim itaatten çıkar veya cemaatten ayrılırsa, öldüğünde Câhiliye ölümü üzere ölür.[74]
- İtaatten çıkan, ardından cemaatten ayrılan kimse öldüğünde gerçekten de Câhiliye ölümü üzere ölmüş olur.[75]
- Cemaatten ayrılan ve itaate muhalefet eden kimse Câhiliye ölümü üzere ölür.[76]
- Cemaatten çıkan ve cemaatten ayrılan kimse Câhiliye ölümü üzere ölür.[77]
Kaynakların çoğunluğunda bu hadisin ardından genellikle şu ibare yer almaktadır: “Körü körüne çekilmiş, asabiyete çağıran sancağın altında savaşan veya asabiyet için öfkelenen kimse, bu esnada öldürülürse, onun ölümü Câhiliye ölümüdür.” Bu ibare, “Câhiliye ölümü” hadisinden ayrı ve bağımsız bir hadis olarak kabul edilebileceği gibi, önceki cümlede ifade edilen cemaatten ayrılma olgusunu örneklendiren bir açıklama olarak da değerlendirilebilir.
Bu ibarenin kimi kaynaklarda bağımsız bir şekilde[78] ve Ebû Hureyre dışındaki sahabîler kanalıyla[79] rivayet edildiğini göz önünde bulunduran bazı Ehl-i Sünnet âlimleri, onu, “Câhiliye ölümü” rivayetleri içerisinde, müstakil bir hadis olarak değerlendirmiş ve ayrı bir babda ele almışlardır.[80] Ancak birçok araştırmacı, hadisin bu kısmını önceki kısmının açıklaması olarak ele almış ve dolayısıyla onu ayrı bir hadis olarak değerlendirmemiştir.[81]
2.2.3 “Kim emirinden hoşlanmadığı bir şey görürse, sabretsin; çünkü cemaatten bir karış ayrılan ve bu halde ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölür.”[82]
Bu hadis, İbn Abbas tarikiyle ve sahih bir senetle rivayet edilmiştir. Ehl-i Sünnet’in ilk dönem kaynaklarında aynı tarikle fakat farklı lafızlarla nakledilen ve sahih sayılan rivayetleri de mevcuttur. Bu rivayetler şunlardır:
- […] Zira insanlar arasında hiç kimse yoktur ki, cemaatten bir karış ayrılsın ve bu halde ölsün de Câhiliye ölümü ile ölmüş olmasın![83]
- […] Zira insanlar arasından hiç kimse yoktur ki, cemaatten ayrılsın ve bu halde ölsün de Câhiliye ölümü ile ölmüş olmasın![84]
- […] Zira cemaatle ihtilafa düşüp ondan bir karış olsun ayrılan ve bu halde ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölür.[85]
- […] Zira cemaatten bir karış ayrılan ve bu halde ölen kimse Câhiliye ölümü dışında bir ölümle ölmez.[86]
- […] Zira cemaatten bir karış olsun ayrılan ve bu halde ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölür.[87]
- […] Zira insanlar arasında sultandan bir karış ayrılmış olup da bu hal üzere ölen kimse, ancak Câhiliye ölümü üzere ölmüş olur.[88]
2.2.4. Hadislerin Delaletinin Değerlendirmesi
Bu grupta yer alan rivayetlerin büyük bir kısmı, Ehl-i Sünnet kaynaklarında, özellikle de Kütüb-i Sitte’de, sahih senedlerle nakledilmişlerdir ve Ehl-i Sünnet âlimleri nezdinde bu hadislerin Hz. Peygamber’e ait olduğu sabittir. Bu rivayetler şu üç konuya delalet etmektedir: (1) Müslüman cemaatine tâbi olmanın zorunluluğu, (2) Hoşnutsuzluk duyulan veya memnuniyetsizlik icat eden bir durumda dahi imama itaat etmenin gerekliliği, (3) Müslümanların icmâının delil (hüccet) olduğu.
Senetlerin çoğunun sahih olması hasebiyle, bu rivayetlerin ne anlama geldikleri oldukça önemli bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle “Câhiliye ölümü” tabirinin anlamı itibariyle zorunlu olarak küfre girmeye ve dinden çıkmaya işaret ettiği göz önüne alındığında, Müslümanların imâmetini kabul ettiği bir imama itaatin dinin zarurî esaslarından sayıldığı ve buna muhalefet eden birinin de dinî esaslardan birini inkâr ettiği ve dolayısıyla İslâm’dan çıktığı sonucuna kolaylıkla varılabilir. Nitekim Ehl-i Sünnet ulemâsının ifadelerinden, iktidarı elinde bulunduran yönetici zalim ve fâsık bile olsa, hatta yönetimi altındaki halkı dinen kabih ve mekruh olan işlere zorlasa dahi, bu yöneticiye itaatin farz, ona isyanın haram kabul edildiği anlaşılmaktadır.[89]
Kütüb-i Sitte müelliflerinin, içerisinde “Câhiliye ölümü” tabirinin geçtiği hadislere ihtimam gösterdikleri[90] ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin kahir ekseriyetinin, fâsık veya zalim olsa, hatta İslâm ahkâmına aykırı hüküm ve icraatta bulunsalar bile yöneticiye itaatin farz, ona karşı ayaklanmanın haram olduğuna dair fetvaları göz önüne alındığında ve bunlara ilaveten, bazı Sünnî âlimlerin, bu rivayetlere dayanarak Şiîleri ve Ebû Bekir ile Ömer’in hilâfetine karşı çıkanları[91] tekfir ettikleri dikkate alındığında, Kütüb-i Sitte müelliflerinin ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin genelinin bu rivayetlerden anladığı şeyin, bu meselenin dinin zarurî ve esasî bir ilkesi olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır. Bu durum, bazı âlimlerin bu hadisi “cehalet ve isyan” ile açıklamalarının ve imameti ferî bir mesele olarak değerlendirmelerinin bu genel kabulle bağdaşmayacağını açıkça göstermektedir.
Bir imamın seçilmesi, onun tanınması ve emirlerine itaat edilmesi, bunlara karşı gelmek insanı dinden çıkarıp küfre götüren bir tutum olarak değerlendirilirken nasıl olur da ikincil, ferî bir fıkıh meselesi sayılabilir? Bir konunun kendisi tâli bir konu kabul edilirken, o konuyla ilgili yükümlülükleri yerine getirmemek nasıl olur da dinin esaslarını reddedip münharif (sapkın) olmak anlamına gelebilir? Gerçekten, eğer bir meselenin iktiza ettiği yükümlülükleri reddetmek insanı İslâm’dan çıkarıyorsa, nasıl olur da bizatihi meselenin kendisi dinin vazgeçilmez esasî bir ilkesi olarak görülmez?
2.3. Müslümanın Kalbinde Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.) Buğzetmesinin Neticesi
Bu bölümde incelenen hadisler, kendi içlerinde bir grup oluştururlar. Bu grupta yer alan hadisler, Müminlerin Emiri Ali (a.s.), Abdullah b. Ömer ve İbn Abbas tarikiyle, üç farklı lafızla nakledilmişlerdir. Hadislerin vârid oldukları tarihsel bağlam, Müminlerin Emiri Ali’ye “Ebû Turâb” (Toprağın Babası) künyesiyle hitap edilmesine dair iki farklı olayla ilgilidir. Bu olayların ilkine ilişkin rivayette, söz konusu künyenin bazı insanlarca tahkir amacıyla kullanılması üzerine Hz. Peygamber’in (s.a.a.) İmam Ali’yi teselli ettiği geçmektedir. İkinci olay ise, Hz. Peygamber’in Muhâcir ile Ensâr arasında kardeşlik bağı kurması hadisesi sırasında meydana gelmiştir.
Bu grupta yer alan ve farklı lafızlarla aktarılan rivayetlere göre Hz. Peygamber, Müminlerin Emiri Ali’ye şöyle buyurmuştur:
- Sana buğzederek ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölür; ama buna rağmen o, İslâm’ın kişiden beklediği amellerden dolayı hesaba çekilir.[92]
- Ey Ali! Sana buğzeder halde ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölür; ama Allah, İslâmî vazifelerinden dolayı amellerine göre onu hesaba çeker.[93]
- Sana muhabbet besleyen kimse, güvenle ve imanla kuşatılır. Sana buğzederek ölen kimseyi ise Allah, Câhiliye ölümü üzere öldürür; ama buna rağmen o, İslâm’ın kendisini mükellef kıldığı amellerine göre hesaba çekilir.”[94]
İlk iki hadis, Müminlerin Emiri Ali’ye “Ebû Turâb” künyesiyle hitap edilmesi ve onun bundan dolayı üzüntü duyması üzerine söylenmiştir. Hz. Peygamber, bu durum karşısında Hz. Ali’yi teselli etmek amacıyla şöyle buyurmuştur: “Ey Ali! Sana buğzederek ölen kimse küfür ve cehalet ölümü üzere ölür. [Ama yine de hesap gününde] bu kişiden Müslüman olmanın gerektirdiği ameller talep edilir.”[95]
İmam Ali’ye buğzeden birinin, [Müslüman olmasına rağmen] Câhiliye ölümü üzere ölen birinin hükmünde olduğunu ve bu yüzden önceki bütün amellerinin boşa çıktığını gösteren bu ifadelerden, böyle bir kimsenin hesap gününde, bir Müslüman’ın yerine getirmesi gereken dinî vazifelerden dolayı hesaba çekileceği ve bu vazifeleri yerine getirmemenin neticesi olan azabı tadacağı anlaşılmaktadır. Buna karşın, henüz İslâm’ın zuhur etmediği cehalet döneminde Câhiliye ölümü üzere ölenlerin, sadece küfür üzere öldüklerine hükmedilir ve onlardan, dinî vazifeleri yerine getirmiş olmaları beklenmez. Bu, Müminlerin Emiri Ali’ye buğzeden birinin hem küfür üzere ölmüş sayılacağı hem de dinî vazifelerini yerine getirmek amacıyla yaptığı amellerin boşa çıkacağı ve ayrıca, katlanmış bir azaba duçar olacağı anlamına gelir.
Üçüncü hadis, Muhâcir ile Ensâr arasında kardeşlik akdedilmesi olayı esnasında söylenmiştir. Bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.a.), Müminlerin Emiri Ali’yi (a.s.) sevmenin, mümin olmanın nişanesi ve ahirette azaptan güvende olmanın vesilesi olduğunu; buna mukabil İmam Ali’ye buğzetmenin, amelleri boşa çıkardığını ve insanı küfür üzere ölüme sürüklediğini açıklamıştır.
Bu hadislerde Müminlerin Emiri Ali’ye buğzedip kin ve düşmanlık besleyen kimsenin Câhiliye ölümü üzere öleceği, bütün amellerinin boşa çıkacağı ama buna rağmen hesap gününde bir Müslümandan yerine getirmesi beklenen İslâmî vazifelerin veya mükellefiyetlerin tamamından sorguya çekileceği açıkça ifade edilmiştir.
2.3.1. Hadislerin Senedlerinin Değerlendirmesi
Birinci hadisi, Süveyd b. Said, Zekeriya b. Abdullah’tan; o, Abdülmümin’den; o, Ebû’l-Muğîre’den; o da Müminlerin Emiri Ali’den rivayet etmiştir. İkinci hadisi ise, Muhammed b. Osman, Muhammed b. Yezîd er-Rifâ‘î’den; o, Abdullah b. Muhammed’den; o, Leys b. Ebî Süleym’den; o, Mücâhid b. Cebr’den; o da Abdullah b. Ömer’den rivayet etmiştir. Ricâl ilmi kaidelerine göre değerlendirildiğinde, bu hadis hasendir ve Hz. Peygamber’e ait olduğu sabittir.[96]
Üçüncü hadisin isnâdı ise şu şekildedir: Mahmûd b. Muhammed, Hâmid b. Âdem’den; o, Cerîr b. Abdülhamid’den; o, Leys b. Ebî Süleym’den; o, Mücâhid b. Cebr’den; o da İbn Abbas’tan rivayet etmiştir. Bu hadisin senedi de, yukarıda belirtilen iki hadisin senetleri gibi, hasendir ve Hz. Peygamber’e ait olduğu sabittir.[97]
Bu üç hadis sahih kabul edildiklerinden, “müstefîz” veya “meşhur” hadisler içerisinde değerlendirilir.[98] Bu tür hadislerin râvilerinin bazıları zayıf kabul edilseler dahi, bu râviler “onlar birbirini destekler” kaidesi gereğince, bu hadisin Hz. Peygamber’e ait olduğu sabit olmaktadır. Dolayısıyla bu hadisler, bazı Ehl-i Sünnet muhaddislerinin ve şarihlerinin iddialarının aksine, kesinlikle zayıf olarak değerlendirilemezler.
2.3.2. Hadislerinin Delaletinin Değerlendirmesi
Ehl-i Sünnet kaynaklarında, yukarıda nakledilen rivayetlerde geçen “Câhiliye ölümü” ifadesine başka bir anlam yüklenmesini gerektirecek herhangi bir karine bulunmadığından, Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.) buğzetmenin kişiyi dinden çıkardığı kesinlik kazanmaktadır. Bu husus, Ehl-i Sünnet kaynaklarında yer alan başka hadislerde de Hz. Peygamber tarafından defalarca vurgulanmıştır.[99] Bu bağlamda, aşağıdaki hadisler örnek verilebilir:
- Hz. Peygamber, Ali b. Ebî Tâlib’e şöyle buyurdu: “Ey Ali! ‘Seni seviyorum ama Ali’yi sevmiyorum’ diyen kimse yalan söylemiştir! Ey Ali! Seni seven, beni sevmiş olur ve kim beni severse, Allah da onu sever ve kim Allah’ı severse, Allah onu cennete koyar. Öte yandan, sana buğzeden, bana buğzetmiş olur ve kim bana buğzederse, Allah da ona buğzeder ve Allah, buğzettiği kimseyi cehenneme atar.”[100]
- Hz. Peygamber, Hz. Ali b. Ebî Tâlib’e şöyle buyurdu: “Ey Ali! Ümmetim[den olanlar] bedenleri [açlıktan] kambur gibi bükülene değin oruç tutmuş olsalar ve bedenleri [rükû ve secde etmekten] yay kirişi gibi incelene değin namaz kılmış olsalar dahi sonradan sana buğzederlerse, Allah Teâlâ onları mutlaka yüzüstü cehenneme atar.”[101]
- Hz. Peygamber, Ali’ye şöyle dedi: “Ey Ali! Sana buğzederek ölen bir kimse için bir Yahudî olarak mı, yoksa bir Hristiyan olarak mı öldüğü fark etmez.”[102]
Makalenin ilk bölümlerinde aktarılan rivayetlerden hareketle, dinî bir ilkenin gerektirdiği şekilde inanmamanın bir Müslümanı dinden çıkardığı kabul edilirse, bu durumda, bu meselenin mutlaka dinin zorunlu ve temel esaslarından, bir başka ifadeyle usulünden veya şartlarından biri olarak kabul edilmesi gerektiği bittabi kesinlik kazanmaktadır. Bu çerçevede, yukarıda İmam Ali hakkında Hz. Peygamber’den nakledilen hadislerden yola çıkarak, Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.) buğzetmenin de kişiyi dinden çıkardığı aynı kesinlikle ifade edilebilir.[103]
Öte yandan, meseleyi tersinden ele aldığımızda, Müminlerin Emiri Ali’yi (a.s.) tanımanın ve ona muhabbet beslemenin, zorunlu olarak, dinin zarurî ve temel ilkelerinden biri olarak kabul edilmesi gerektiği kendiliğinden ortaya çıkar.
Ayrıca, muhabbetin en basit göstergesinin, mahbuba itaat etmek ve onun hoşnutsuzluğuna neden olacak her türden söz ve fiilden kaçınmak olduğu açıktır. Dolayısıyla, Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) emirlerine itaat etmemek, onun hoşnutsuzluğuna sebep olur ve bu da kişiyi cehalet ve küfür üzere bir ölüme götürür. Bunun neticesi ise, tüm amellerin boşa çıkmasıdır. Bu itaatin belli bir zaman dilimiyle sınırlandırılmadığı veya itaat emrinin belli bir gruba özgü olmadığı göz önüne alındığında, her akıl sahibi, Müminlerin Emiri Ali'nin, hatadan ve nefsanî isteklerden korunmuş, yani masum olması gerektiğine hükmeder. Zira her işi bir hikmet üzere olan Yüce Allah’ın hata yapan birine mutlak itaati emretmesi, O’nun insanoğlunu dünyada hidayete ve ahirette ebedî saadete kavuşturma gayesiyle bağdaşmaz. Bir başka açıdan, Ehl-i Sünnet kaynaklarında böyle bir hasletin sahih bir senede dayanan bir hadis aracılığıyla Müminlerin Emiri Ali dışında bir sahabîye nispet edilmemiş olması, İmam Ali’nin, sahabenin geri kalanından üstün olduğunun en açık delilidir. Bu durum, aynı zamanda, başka sahabîlerin hilafetinin dinî açıdan hakkaniyetli ve sıhhatli olmadığını da açıkça ortaya koymaktadır.
2.4. Şarap İçme Israrının Sonucu
Bu konudaki hadis, biri Muhammed b. Münkedir[104] yoluyla, diğeri Abdullah b. Amr b. Âs kanalıyla olmak üzere iki farklı tarikten rivayet edilmiştir. Muhammed b. Münkedir rivayeti şöyledir:
“Sabah vakti şarap içen kimse akşama kadar Allah’a şirk koşmuş sayılır. Gece içen, sabaha kadar aynı durumdadır. Allah, şarap içip de sarhoş olan kimsenin namazını kırk gün boyunca kabul etmez. Damarlarında henüz şarabın izi varken ölen kimse de Câhiliye ölümü üzere ölür.”[105]
Bu rivayet, senedinde İbn Ebî Yahya’nın[106] adının geçmesinden dolayı zayıf sayılmıştır.
Bu hadisin Abdullah b. Amr b. Âs tarikiyle, iki farklı lafızla nakledilen rivayetleri güvenilirdir:
“İçki kötülüklerin anasıdır. İçki içen birinin namazını Allah kırk gün boyunca kabul etmez ve eğer o, [bu süre zarfında] karnında şarap bulunduğu halde ölürse, Câhiliye ölümü üzere ölür.”[107]
“Şarap içenler arasında Allah’ın kırk gece boyunca namazını kabul etmediği tek bir kişi bile yoktur. Mesanesinde ondan bir kalıntı varken ölen kimseye, Allah Teâlâ cenneti haram kılar. Eğer bu kişi, [şarap içtikten sonraki] kırk gece zarfında ölürse, Câhiliye ölümü üzere ölmüş olur.”[108]
Birinci rivayet, tek bir senedle nakledilmiş ve râvilerilerinin tamamı güvenilir kabul edilmiştir.[109] Üç farklı senedi bulunan ikinci rivayetin yalnızca üçüncü senedi sahih kabul edilmiştir.[110] Birinci sened, rivayet zincirinde Ahmed b. Reşdîn'in[111] yer alması sebebiyle; ikinci sened ise râvileri arasında Hâtim b. Mansûr’un[112] adının geçmesi nedeniyle zayıf kabul edilmiştir.
2.4.1. Delaletin İncelenmesi
Mâide Sûresi’nde şarap içmenin hükmü açık ve net bir biçimde ortaya konmuştur (Mâide, 90). Bu olayın yaşandığı mecliste bulunanların tamamının Hz. Peygamber’in (s.a.a.) sahabesi olduğu ve olayın yaşandığı sırada Hz. Peygamber’in vefatının üzerinde henüz uzun bir zamanın geçmediği dikkate alındığında,[113] bu mecliste gerçekleşen müzakerede yöneltilen soruların ve verilen cevapların sadece bir fıkhî hükmü öğrenme amacı taşımadığı; aksine, meselenin bunun çok daha ötesinde bir mesele olduğu anlaşılmaktadır. Asıl mesele, bu büyük günahın kişiyi dinden çıkarıp çıkarmayacağı ve bütün amellerini geçersiz kılıp kılmayacağıydı.[114]
Başka bir ifadeyle, sahâbe ve halifeler, Sakîfe'de yeni kurulmuş hilafetin henüz kırılganlık gösterdiği ilk yıllarında, mürtedlerin çıkardığı isyanların ve dış tehditlerin doğrudan dini tehdit ettiği bir zamanda, Allah katında bir Müslümanın bütün amellerini boşa çıkaracak olan en büyük günahın ve bağışlanmaz masiyetin ne olduğunu bilmek istiyorlardı. Bu mesele öylesine önemli bir meseleydi ki, başta bizzat Ebû Bekir ve Ömer olmak üzere sahabenin büyük çoğunluğu bu sorunun cevabını aramakla meşgul olmuştu. Hatta sorunun cevabı müzakere edilmiş ve soruşturulmuştu. Bütün bunlar, asıl meselenin, hükmü Kur’ân’da etraflıca açıklanan fıkhî bir konunun çok daha ötesinde bir mesele olduğunu göstermektedir.
Öte yandan, sahâbenin Abdullah b. Amr b. Âs’tan gelen cevabı tepkiyle karşılaması, meselenin önemini ve hassasiyetini ortaya koymaktadır. Nitekim, Abdullah b. Ömer’in cevabı kendilerine ulaştırmasına rağmen halife, Ömer ve diğer sahabîler, cevabı doğrudan Abdullah b. Amr’dan duymak istemiş, onun evine gitmiş ve ancak kendisini bizzat dinledikten sonra cevabını kabul etmişlerdir. Yukarıda söylenenler, rivayetin uyarıcı diliyle birlikte değerlendirildiğinde, şeriat koyucu Şâri'nin nazarında şarap içmeye ısrarla devam etmenin, dini tümden inkâr etmekle bir tutulacak denli ilahî gazaba sebebiyet verdiği anlaşılmaktadır. Yani bu davranış, sadece ferî bir fıkıh meselesi değildir; aksine dinde esasî ilkelerinden biridir; çünkü failinin dinden çıkmasına ve Câhiliye ölümü üzere ölmesine neden olmaktadır.
Ayrıca, Ehl-i Sünnet’in ilk dönem kaynaklarında Abdullah b. Amr b. Âs kanalıyla rivayet edilen hadislerde de şarap içmenin sadece şeran haram olan bir fiili işlemek olmadığı; bu fiile ısrarla devam eden kişinin dinden çıkmış sayıldığı ve dolayısıyla putlara tapan bir kâfir gibi değerlendirildiği ve öldüğünde Câhiliye ölümü üzere ölmüş sayıldığı anlaşılmaktadır:
“Resûlullah’tan şöyle işittim: Kim şarap içer de sarhoş olursa, Allah Teâlâ ona kırk gün boyunca gazap eder. Sonra ona tövbe etmesi için mühlet verir; eğer tövbe ederse, Allah onun tövbesini kabul eder. Ama eğer dördüncü kez sarhoş olursa, artık Allah ondan razı olmaz. Allah onu, kıyamet günü kendisiyle karşılaşıncaya kadar, ‘Rıdgatü’l-Habâl’ (cehennemin irin dolu çukuru) içinde bırakır.”[115]
“Resûlullah’tan şöyle işittim: Kim bir yudum şarap içerse, Allah iki cuma boyunca onun namazını kabul etmez. Eğer tövbe ederse, Allah onun tövbesini kabul eder. Ama eğer şarap içmeye devam eder de bu hal üzere ölürse, kâfir olarak ölmüş olur.”[116]
“Hz. Peygamber buyurdu: Şarabı yudumlayıp da onu karnına indiren kimsenin yedi vakit boyunca namazı kabul edilmez. Eğer bu süre zarfında ölürse, kâfir olarak ölür. Eğer şarap, onun aklını farzlardan birini yapamayacak şekilde giderirse, bu durumda kırk gün boyunca onun namazı kabul edilmez. Eğer bu kırk gün içinde ölürse, yine kâfir olarak ölür.”[117]
“Resûlullah buyurdu: Şarap içip sarhoş olan kimsenin kırk gün boyunca namazı kabul edilmez. Eğer bu süre içinde ölürse, puta tapan biri gibi ölmüş olur.”[118]
2.5. Haccı Bilerek Terk Etmenin Sonucu
Bu hadis sadece el-İmân adlı eserde, el-Adenî tarafından rivayet edilmiştir:
“Yanında [hac için gerekli olan] azık ve binek bulunduğu ve kendisini [haccetmekten] alıkoyan bir hastalık, zâlim bir yönetici ya da somut bir ihtiyaç bulunmadığı halde [hacca gitmeyen] kimse, Yahudî veya Hıristiyan veyahut Câhiliye ölümü üzere ölmüş sayılır.”[119]
Bu hadisin senedi[120] iki nedenden ötürü problemlidir: Birincisi, isnâdda adı geçen Abdurrahman b. Abdullah tâbiîndendir ve dolayısıyla, Hz. Peygamber’i hiç görmemiştir. Bu nedenle, hadisi doğrudan Resûlullah’tan işitmiş olması mümkün değildir. Senedinde sahabî adı geçmemesinden dolayı bu hadis, “mürsel” hadis olarak kabul edilmiştir. İkinci neden, yine isnâd zincirinde adı geçen Hişâm b. Süleyman el-Mahzûmî’nin, Ebû Hâtim er-Râzî gibi ricâl âlimleri tarafından, rivayetlerinde sened ve metin yönünden tutarsızlıklar (ıztırâb) bulunan râvi anlamında “muztaribü’l-hadis” olarak nitelenmiş ve bu nedenle zayıf kabul edilmiş olmasıdır.[121]
Ayrıca, senedi sahih olan benzeri hadislerde, "Câhiliye ölümü üzere" tabiri yer almamaktadır. Örneğin aşağıdaki hadislerde bu tabir geçmez:
- Gücü yettiği halde hacca gitmeyen kimse Yahudî ya da Hristiyan olarak ölür.[122]
- Kendisini hacca ulaştıracak azık ve bineğe sahip olduğu halde Beytullah’a gitmeyen kimsenin Yahudî olarak mı, Hristiyan olarak mı öldüğü onun için fark etmez.[123]
- Kendisini hacca ulaştıracak azık ve bineğe sahip olduğu halde Beytullah’a gitmeyen bir kimsenin Yahudî veya Hristiyan olarak ölmesinde onun için bir sakınca yoktur.[124]
Buna göre, hadisin hem mürsel ve haber-i vâhid oluşu hem de senedinde adı geçen Hişâm b. Süleyman el-Mahzûmî’nin zayıf kabul edilmesi dikkate alındığında, bu bölümün başında aktarılan rivayete “Câhiliye ölümü üzere” tabirinin ilave edilmesinin, râvinin rivayetin lafzını değil de manasını aktarmasından kaynaklandığı veya rivayeti iktibas eden müellif tarafından rivayet metnine açıklayıcı bir not şeklinde eklendiği anlaşılmaktadır. Bu doğrultuda, söz konusu tabir, rivayetin orijinal metninde bulunmadığından bu rivayet, “Câhiliye ölümü” tabirinin geçtiği rivayetler grubu içerisinde ayrı bir rivayet olarak değerlendirilmez ve bu haliyle, diğer rivayetlerin delalet ettiği anlamla tezat oluşturan bir anlama sahip olduğu ileri sürülemez.
2.6. Bazı Sünnî Âlimlerinin İleri Sürdükleri İki İddia: Cihadı ve Vasiyeti Terk Etmenin "Câhiliye Ölümü" Sayılması Meselesi
Bazı kaynaklarda, vasiyet ve cihad konularıyla ilgili bazı rivayetlerin, “Câhiliye ölümü” başlığı altında ele alındıkları görülmektedir. Halbuki, hadis külliyatlarının yazımı ve Kütüb-i Sitte’nin derlendiği, Ehl-i Sünnet’in “altın çağ” olarak nitelenen ilk dört asrına ait temel hadis kaynaklarında bu rivayetler bulunmamaktadır.
Sözgelimi, “Gazaya çıkmadan ve gönlünde gaza etme arzusu taşımadan ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölür” rivayeti sözü geçen rivayetlere bir örnektir. Bu rivayet, özellikle Vahhabîler tarafından, bazı Müslümanları başka Müslümanlarla, özellikle de Şiîlerle savaşa teşvik etmek için kullanılmaktadır. Ancak bu rivayet, ilk dört asrın hiçbir muteber Ehl-i Sünnet kaynağında yer almamaktadır.
Benzer şekilde, “Vasiyeti olmadan ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölür" rivayeti de “vasiyet hadisi” olarak nitelenmektedir. Bu rivayeti ilk defa, Ali b. Muhammed b. Habîb el-Mâverdî (ö. 450/1058) el-Hâvîu'l-kebîr fî fıkhi mezhebi’ş-Şâfiî adlı eserinde, sened zikretmeden nakletmiştir. Bu eserde rivayetin lafzı şu şekildedir: “Vasiyetsiz halde ölen kimse Câhiliye ölümü üzere ölür.”
Sonuç
Bu çalışmada ortaya konulan bulgulara göre, “Câhiliye ölümü” başlığı altında sınıflandırılan hadislerin imama itaatin zorunluluğundan, Müslüman cemaati arasında ayrılık çıkarmaktan imtina etmekten ve Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s) muhabbet beslemenin bir iman nişanesi olduğundan söz eden kısmının güvenilir oldukları ve sahih senetle rivayet edildikleri anlaşılmaktadır. Bu rivayetlerde geçen “Câhiliye ölümü üzere” tabirinin anlamı ve anlamın işaret ettiği, makale boyunca sözü edilen karineleri göz önünde bulundurulduğunda, sözü edilen üç meselenin üçünün de sadece dinin zorunluluklarından değil, aynı zamanda din esaslarından (usûlü’d-din) sayıldıkları açıklığa ve kesinliğe kavuşmaktadır. Dolayısıyla, bunları inkâr eden kimse dinden çıkmış ve küfür ve Câhiliye ölümü üzere ölmüş sayılır.
Şarap içenler hakkındaki rivayetlerin hedefi, çalışmada ortaya konulan karinelerin de gösterdiği üzere, sadece meselenin fıkhî hükmünü beyan etmek değildir. Şarap içmeye ısrarla devam etmek, şeriat koyucu Şâri’nin nezdinde, dini inkâr etmeye ve İslâm’dan çıkmaya denktir. Bu da şarap içmenin terk edilmesi meselesinin ferî bir mesele değil, esasî bir ilke olduğunu, yani dinin esaslarından biri sayıldığını ortaya koymaktadır. Haccı bilerek terk etmekle ilgili rivayet ise, sened yönünden zayıf bir haber-i vâhid olması nedeniyle “Câhiliye ölümü” tabirinin geçtiği diğer rivayetlerle bir arada değerlendirilemez.
Sonuç olarak, “Câhiliye ölümü” tabirinin geçtiği bütün bu rivayetler arasında, bir tutarsızlık veya bir tezat bulunmamaktadır. Bütün bu rivayetler, özellikle imamı tanıma ve ona itaat etme konusuna delalet etmekte ve bu iki konunun, dinin zorunluluklarından ve esaslarından biri olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Çeviri: İbrahim Erkin
Medya Şafak
[1] Makalenin orijinali için bkz. Musa İsfendiyârî, “Hadis-i “Merg-i Câhilî” ve Delâlet-i Ân ber “Asl-engârî-i İmâmet”,” Faslnâme-i İmâmet-pejûhî, 13-14 (1393): 79-114.
[2] Gazâlî şöyle der: “İmamet meselesi ne önemli meselelerdendir (mühimmât) ne de aklî konulardandır (makûlât); bu mesele, fıkhı ilgilendiren meseleler (fıkhiyyât) arasında yer alır.” Bkz. Gazâlî, Ebû Hâmid, el-İktisâd fî’l-itikâd, Beyrut: Daru Mektebe, 1993, c. 1, s. 253. Seyfeddin Âmidî ise şöyle der: “Bil ki imâmet meselesi ne dinin usulündendir (usûlu’d-diniyyât) ne de göz ardı edilmesi mümkün olmayan işlerindendir (umûru’l-lâbudiyyât).” Bkz. Âmidî, Ali b. Ebî Ali, Gâyetü’l-merâm fî ilmi’l-kelâm, nşr. Hasan Mahmud Abdüllatif, Kahire: el-Meclisü’l-a’lâ li-şuûnâti’l-İslâm, h. 1391, c. 1, s. 363. Ayrıca, Eşarîlerin imam seçiminin halka ait bir teklif olduğuna ilişkin sözleri, imâmeti ferî ve fıkhî bir mesele olarak kabul ettiklerini göstermektedir.
[3] “Esas” ile “zorunlu” arasındaki mantıksal ilişki, “genel” ile “özel” arasındaki ilişkidir. Bunu şu şekilde açıklamak mümkündür: Din açısından esas kabul edilen her şey, din açısından da zorunludur. Bununla birlikte, din açısından zorunlu olan birçok şey esas sayılmaz. Öte yandan, Ehl-i Sünnet ile İmâmiyye Şîası, din açısından zorunlu olan bir şeyin inkârının mutlak surette dinden çıkmak anlamına geldiğinde hemfikirdir. Bkz. “Asl,” Dâiretü’l-maârifi’ş-Şîa ve’l-Âmme.
[4] Allâme Meclisî şöyle der: “Hakkı temsil eden fırkanın (İmâmiyye Şiası’nın) imâmet bağlamında üzerinde hemfikir olduğu görüş, onun dinin esaslarından biri olduğudur. Zira Ehl-i Sünnet ve Şîa tarafından rivayet edilen ‘İmamını tanımadan ölen kimse, câhiliye ölümü üzere ölür’ şeklindeki meşhur ve mütevâtir hadis, imâmeti ferî bir mesele olarak kabul eden muhalif görüşe karşı bir reddiyedir.” Bkz. Meclisî, Muhammed Bâkır, Bihâru’l-envâr li-câmiati li-düreri ahbâri’l-Eimmeti’l-Ethâr, Beyrut: Dâru’l-ihyâ, h. 1403, c. 8, s. 386.
[5] Bu çalışmada, “câhiliye ölümü” başlığı altında sınıflandırılan rivayetlerde işaret edilen farklı konular incelendiğinden, çok daha genel bir anlamı işaret eden dar kapsamlı bir başlık olan ve kapsadığı tüm konulara karşılık gelecek şekilde kapsayıcı olmayan “imamı tanımaya dair hadisler” başlığı kullanılmamıştır.
[6] Taftâzânî, örneğin, imam tayininin semî delil üzere (Kur’ân ve Sünnet’e göre) vacip olduğunu izah ederken “ulu’l-emr” ayetini ve “cahiliye ölümü” hadisini delil göstermiş ve şöyle yazmıştır: “Zira [Resûlullah] ‘İmamını tanımadan ölen cahiliye ölümü üzere ölmüştür’ buyurmuştur. İmama itaatin ve imamı tanımanın vacip olması, imamın tayininin de vacip olmasını gerektirir.” Bkz. Taftâzânî, Sadeddin Mesud b. Ömer, Şerhu’l-Makâsıd fî ilmi’l-kelâm, Pakistan: Dâru’l-maârifi’n-Numâniyye, h. 1401, c. 3, s. 476.
[7] Şeyh Müfîd el-İfsâh’da şöyle yazar: “Kendisinden nakledilen mütevâtir hadiste Hz. Peygamber, ‘Zamanının imamını tanımadan ölen kimse, câhiliye ölümü üzere ölmüştür’ buyurur. Bu hadisten, imamı [kasten, hakkını bile bile inkâr ederek] tanımamanın, onu tanımayan kimseyi İslâm’dan çıkardığı kesin bir biçimde anlaşılmaktadır.” Bkz. Müfîd, Muhammed b. Muhammed, “Meseletu’l-kelâm fî’l-imâme,” el-İfsâh fî’l-imâme, Kum: Kongre-i Şeyh Müfîd, h. 1413.
[8] Bu çalışmada, hadislerin özetle aktarılması hedeflendiğinden en fazla tekrar edilen ve delaleti bakımından en kapsamlı anlama işaret eden lafız, diğer lafızlara tercih edilmiş ve tercih edilenlere benzeyen lafızlar, benzer lafızlar olarak değerlendirilmiştir.
[9] Zehâdet’in konuyla ilgili makalesi için bkz. (“Zamanının İmamını Tanımak” ile İlgili Hadisin Sıhhati, https://medyasafak.net/haber/1353/zamaninin-imamini-tanimak-ile-ilgili-hadisin-sihhati ; ayrıca Şiîlik Araştırmaları-I içerisinde, Önsöz Yayıncılık, haz. Ozan Kemal Sarıalioğlu)
[10] el-Ezdî, Muhammed b. Ebî Nasr, Tefsiru garib mâ fî’s-Sahihayn Buhârî ve Müslim, nşr. Zübeyde Muhammed Said, Kahire: Mektebetü’s-sünnet, h. 1415, c. 1, s. 377; İbnü’l-Mulakkın, Ömer b. Ali, el-Bedrü’l-münîr fî tahrici’l-ehâdis ve’lâsâru’l-vâkıa fî şerhi’l-kebir, nşr. Mustafa Ebû’l-Gayt, Riyad: Dâru’l-hicret, h. 1425, c. 8, s. 527; Sebtî, Iyâz b. Musa b. Iyâz, Meşâriku’l-envâr ala Sihahi’l-âsâr, Beyrut: Mektebetü’l-atika ve Dâru Turâs, (t.y.), c. 1, s. 390; Suyûtî, Abdurrahman b. Ebî Bekir, ed-Dibâc ala Sahihi Müslim b. el-Haccâc, nşr. Ebû İshak el-Huveynî, Riyad: Dâru İbn Affân, h. 1416, c. 4, s. 459; Nevevî, Ebû Zekeriya Yahya b. Şeref b. Mürî, Sahihu Müslim bi-şerhi Nevevî, Dâru İhyâ li-turâsi’l-Arabî, h. 1392, c. 21, s. 238.
[11] İbn Hacer Askalânî, Ahmed b. Ali, Fethü’l-bârî şerhu Sahih el-Buhârî, nşr. Muhibuddin el-Hatib, Beyrut: Dâru’l-marifet, (t.y.), c. 5, s. 31; el-Aynî, Bedreddin Mahmud b. Ahmed, Umdetu Kârî şerhu Sahih el-Buhârî, Beyrut: Dâru İhyâi’t-turâsi’l-Arabî, (t.y.), c. 24, s. 178.
[12] Sindî, Muhammed b. Abdülhadi, Hâşiyetü’s-Sindî ala Süneni’n-Nesâî, nşr. Abdülfettah Ebû Gudde, Halep: Mektebetü’l-matbuâti’l-İslâmiyye, h. 1406, c. 7, s. 123; İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekir Abdullah b. Muhammed, el-Musannef fî’l-ehâdis ve’l-âsâr, nşr. Kemal Yusuf el-Hût, Riyad: Mektebetü’r-Reşid, h. 1409, c. 7, s. 452.
[13] İbn Teymiyye hadisin bu anlama delalet ettiğini kabul etmiş ve şöyle yazmıştır: “Resûlullah, ‘câhiliye ölümüyle ölen’ tabirinin geçtiği hadisleri, imanın şartlarıyla ilgili olmayan meseleler hakkında söylemiştir. Dolayısıyla, bunları terk eden kişi kâfir sayılamaz. Nitekim, bu konuda Sahih-i Müslim’de geçen bir hadiste şöyle buyurulmuştur: ‘Körü körüne çekilmiş bir sancağın altında savaşan ve bu uğurda öldürülen kimsenin ölümü câhiliye ölümüdür.’ Bu hadiste, kabilecilik (asabiye) davası güderek savaşan kimseden söz edilmektedir; ancak bir Müslüman, sadece bu sebeple bile kâfir sayılmazken bundan daha azı bir sebep nedeniyle nasıl tekfir edilebilir?” bkz. İbn Teymiyye, Ahmed b. Abdülhalim, Minhâcü’Sünneti’n-Nebeviyye, nşr. Muhammed Reşâd Sâlim, Kahire: Müessetetü Kurtuba, h. 1406, c. 1, s. 113.
[14] Nişâbûrî, Müslim b. el-Haccâc, Sahihu Müslim, nşr. Muhammed Fuad Abdülbaki, Beyrut: Dâru’t-turâs el-Arabî, (t.y.), c. 6, s. 22.
[15] İbn Hanbel, Ahmed, el-Müsned, Kahire: Müessesetü Kurtuba, (t.y.), c. 4, s. 202; Ezdî, Ebû Davud, es-Sünen, c. 2, s. 426; Tirmizî, Muhammed b. İsa, el-Câmiu’s-Sahih Sünen Tirmizî, nşr. Ahmed Muhammed Şâkir, Beyrut: Dâru İhyâi’t-turâs el-Arabî, (t.y.), c. 4, s. 226.
[16] Adenî, Muhammed b. Yahya, el-İmân, nş. Hamd b. Hamdî, Kuveyt: Dâru’s-Selefiyye, h. 1407, c. 1, s. 103.
[17] Nişâbûrî, Sahihu Müslim, c. 3, s. 1476 (anlamı nakledilmiştir).
[18] er-Rakik en-Nedim, Ebû İshak İbrahim b. el-Kasım, Kutbu’s-sürûr fî evsâfi’l-humûr, (y.y.), (t.y.), c. 1, s. 114.
[19] Âl-i İmrân, 3:154: “Allah’a karşı câhiliye zannı gibi gerçek dışı zanda bulunuyorlar.” Fahreddin-i Râzî bu ayeti tefsir ederken şöyle yazar: “Câhiliye zannı, ‘doğru olmayan’ (gayru hakk) ifadesinin yerine geçmiştir, bedeldir. Doğru olmayan şeyler de çok sayıda inancı kapsar ve bunların en çirkini (kabih) Câhiliye ehlinin inançlarıdır (makâlât).” Âlûsî ise şöyle yazar: “Câhiliye ehlinin zannı, şirk ve Allah hakkında cahil olmaktır.”
[20] Mâide, 5:50: “Câhiliye devri hükmünü mü istiyorlar?” Fahreddin-i Râzî bu ayeti şöyle açıklar: “Hz. Peygamber Kurayzaoğulları ile Nadiroğulları arasında hüküm verdiğinde, Nadiroğulları öfkeyle, ‘Biz senin hükmüne razı olmuyoruz çünkü sen bizim düşmanımızsın!’ dedi. Bunun üzerine Allah bu ayeti indirdi. Bkz. Râzî, Fahreddin, Mefâtihu’l-gayb, c. 12, s. 375.
[21] Ahzâb, 33:33: “Evlerinizde oturun. Önceki câhiliye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın.” Fetih, 48:26: “Hani inkâr edenler kalplerine taassubu, câhiliye taassubunu yerleştirmişlerdi.”
[22] Bkz. Zehâdet, Abdülmecid, Berresî-i Hadis-i Marifet-i İmam ez Manzar-i Fırkateyn, Tahran: Hikmet-i İslâmî, h.ş. 1393, s. 75.
[23] Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu nakledilir: “Cemaatten ayrılanı öldürün.” Bkz. en-Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb, el-Müctebâ mine’s-Sünen, nşr. Abdulfettah Ebû Gudde, Halep, Mektebetü’l-matbuâti’l-İslâmiyye, h. 1406, c. 7, s. 92; el-Hatib el-Bağdadî, Ahmed b. Ali, el-Fakih ve’l-mütefakkih, nşr. Ebû Abdurrahman Âdil b. Yusuf el-Garâzî, Riyad: Daru İbni’l-Cevzî, h. 1421, c. 1, s. 417.
[24] el-Mâverdî, Ebû’l-Hasan Ali b. Muhammed, el-Hâvi’l-kebir fî fıkhi mezhebi’ş-Şâfiî, thk. ve talik: Ali Muhammed Muavvad-Adil Ahmed Abdülmevcud, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, h. 1419, c. 3, s. 105. Şâfiî muhalifleri üç gruba ayırdıktan sonra şöyle der: “Kendileriyle savaşılması vacip olan grup şunlardır: [...] Beşincisi: Kendisine biat edilen ve itaati farz olan bir imamı görevden almak amacıyla harekete geçenlerdir. Nitekim Abdullah b. Ömer, Resûlullah’tan şöyle rivayet etmiştir: ‘Boynunda bir biat olmadan ölen kimse, câhiliye ölümü üzere ölmüştür.’” Bu hüküm, dikkat edilirse, ne dalalet ve cehalet haliyle ne de imamsızlık ve isyan haliyle bağdaşmaktadır.
[25] el-Lâlekâî, Ebû’l-Kasım Hibetullah b. el-Hasan, Şerhu usûli itikâdi ehli’s-Sünne ve’l-Cemaât mine’l-Kitab ve’s-Sünnet ve icmâ ve’s-sahâbe, nşr. Ahmed Sa’d Hamdân, Riyad: Dâru Taybe, h. 1402, c. 1, s. 161; İbn Ebî Yalâ, Muhammed b. Muhammed, Tabakâtü’l-Hanâbile, nşr. Muhammed Hâmil el-Fakî, Beyrut: Dâru’l-marifet, (t.y.) c. 1, s. 244. “Her kim Müslümanların imamına karşı huruç ederse […] hurucu gerçekleştiren kişi (hâric), Müslümanların birliğini bozmuş, Resûlullah’ın öğretisine (eser) muhalefet etmiştir ve şüphesiz hârici olarak ölen kimse, câhiliye ölümü üzere ölmüştür. Sultanla savaşmak ve ona karşı huruç etmek hiçbir insan için helal değildir. Böyle bir eylemde bulunan kimse, Sünnet’ten ve yoldan ayrılmış bir bidatçidir.” Bir başka yerde şöyle der: “Müslümanların imamlarından bir imama karşı huruç eden kimse hâricîdir.”
[26] eş-Şirâzî, İbrahim b. Ali b. Yusuf, el-Mühezzeb fî fıkhi'l-İmam eş-Şâfiî, Beyrut: Dâru'l-fikr, (t.y.), c. 2, s. 217. eş-Şirâzî', “Kitabu Kıtâli Ehl-i Bağy” başlığı altında şöyle yazar: “İmama karşı çıkmak caiz değildir; çünkü İbn Ömer’den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, ‘[...] cemaatten ayrılmış halde ölen kimse, cahiliye ölümü üzere ölür’ buyurmuştur.”
[27] et-Tevhidî, Ebû Hayyân Ali b. Muhammed, el-Besâir ve’z-zehâir, nşr. Vedad el-Kâdı, Beyrut: Dâru Sâdır, h. 1419, c. 7, s. 151; el-Âbî, Ebû Sa’d Mansûr b. el-Hüseyin, Nesrü’d-dürer fî’l-muhâdarât, nşr. Halid Abdülganiy Mahfûz, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, h. 1424, c. 2, s. 66. Bu iki eserde bu olayla ilgili rivayet şöyle nakledilir: “Abdullah b. Ömer, bir gece Haccâc’ın huzuruna çıkmak için izin istedi. Haccâc bunun üzerine şöyle dedi: ‘İşte yine Ebû Abdurrahman’ın bir ahmaklığıyla karşı karşıyayız!’ Abdullah içeri girince Haccâc ona, ‘Seni buraya getiren nedir?’ diye sordu. Abdullah b. Ömer şöyle cevap verdi: ‘Resûlullah’ın, ‘Zamanının imamına biat etmeden ölen kimse, cahiliye ölümü üzere ölür,’ sözünü hatırladım.’ Bunun üzerine Haccâc, ‘Ali b. Ebî Tâlib’e biatten kaçınan sen, şimdi Abdülmelik’e [Abdülmelik b. Mervân] biat etmek mi istiyorsun? Gel ayağıma biat et çünkü elim seninle meşgul olacak durumda değil!’ dedi ve biat etmesi için ona ayağını uzattı.”
[28] İbn Abdülvehhâb, Muhammed, Mesâilü’l-câhiliyye elleti hâlefe fîhâ Resûlullah ehle’l-Câhiliyye, nşr. Mahmud Şükrî el-Âlûsî, Medine: el-Câmiatü’l-İslâmiyye, h. 1396, s. 10. “Câhiliye ne bir peygamberin ne de bir semavî kitabın bulunduğu dönemdir. Bununla kastedilen, Resûlullah’ın peygamber olarak gönderilmesinden önceki dönemdir; çünkü Hz. Peygamber’in peygamberliğinden önce, âlemin tamamı dalalet, küfür ve ilhad ile doluydu.”
[29] Makrizî, Ahmed b. Ali, İmtâu’l-esmâ bimâ li’n-Nebî mine’l-ahvâl ve’l-emvâl ve’l-hafede ve’l-metâ, nşr. Muhammed Abdülhamid Nemisî, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, h. 1420, c. 9, s. 218; İbn Âbidîn, Muhammed Emin b. Ömer, Hâşiyetu Reddi’l-muhtâr ale’d-düreri’l-muhtâr, Beyrut: Dâru’l-fikr, h. 1412, c. 1, s. 605.
[30] Bu başlık altında ele alınan hadislerin Ehl-i Sünnet âlimlerince kabul gören hadislerin delalet ettikleri anlamlarla bağdaşmamalarından; buna mukabil, bu hadislerin, İmâmiyye âlimlerince kabul edilen hadislerin lafızlarıyla örtüşmelerinden dolayı biz, bu makalede, “İmama İtaatin Zorunluluğu” başlığını tercih ettik.
[31] Bkz. Zehâdet, Berresî-i Hadis-i Marifet-i İmam, s. 97 vd.
[32] İbn Ebî Âsım, Ebû Bekir Ahmed b. Amr b. el-Dahhâk eş-Şeybânî, el-Âhâd ve’l-mesânî, nşr. Bâsım Faysal Ahmed, Riyad: Daru’r-rivayet, 1991, c. 2, s. 503; Ebû Yalâ, Ahmed b. Ali, Müsnedu Ebî Yalâ, nşr. Hüseyin Selim Esed, Dımaşk: Dâru’l-Memûn li’t-turâs, h. 1404, c. 31, s. 366; İbn Hibbân, Ebû Hâtim Muhammed, el-Mecrûhîn mine’l-muhaddisîn ve’d-duafâ ve’l-metrûkîn, nşr. Mahmud İbrahim Zâid, Halep: Daru’l-Vaî, h. 1396, c. 1, s. 286; et-Taberânî Süleyman b. Ahmed, el-Mucemü’l-evsat, nşr. Tarık b. Avazullah b. Muhammed ve Abdülmuhsin b. İbrahim el-Hüseynî, Kahire: Dâru’l-Haremeyn, h. 1415, c. 6, s. 70.
[33] Ehl-i Sünnet’in ricâl âlimleri Huleyd b. Da‘lec’i zayıf kabul etmiş ve onun hakkında “metruk” ve “güvenilir değildir” ifadelerini kullanmışlardır. Bkz. ez-Zehebî, Şemseddin Muhammed b. Ahmed, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ, nşr. Şuayb el-Arnaut ve Muhammed Nuaym el-Arkûsî, Beyrut: Müessesetü’r-risalet, h. 1413, c. 31, s. 224, no: 71; el-Mızzî, Yusuf b. Abdurrahman, Tehzibü’l-Kemâl fî esmâi’r-ricâl, nşr. Beşşâr Avâd Maruf, Beyrut: Müessesetü’r-risalet, h. 1400, c. 8, s. 2308, no: 1716.
[34] et-Taberânî, el-Mucemü’l-evsat, c. 3, s. 361; et-Taberânî, Süleyman b. Ahmed, Mucemü’l-kebir, nşr. Hamdî b. Abdülmecid es-Selefî, Musul: Mektebetü’z-Zehra, h. 1404, c. 10, s. 289.
[35] İbn Kâni, Abdülbaki, Mucemu’s-sahâbe, nşr. Salah b. Sâlim el-Musarrâtî, Medine: Mektebetü’l-gurebâi’l-eseriyye, h. 1418, c. 2, s. 66; İbn Hibbân, Ebû Hâtim Muhammed, es-Sahih, nşr. Şuayb el-Arnaut, Beyrut: Müessesetü’r-risalet, h. 1414, c. 10, s. 434; ez-Zührî, Ubeydullah b. Abdurrahman, Hadisu Ebî’l-Fazl ez-Zührî, nşr. Dr. Hasan b. Muhammed, Riyad: Advâu’s-selef, h. 1418, c. 1, s. 137.
[36] et-Tayâlisî, Süleyman b. Davud, Müsnedu Ebî Davud et-Tayâlisî, Beyrut: Dâru’l-marifet, (t.y.), c. 1, s. 259; İbn Hanbel, el-Müsned, c. 4, s. 96; et-Taberânî, el-Mucemü’l-kebîr, c. 91, s. 388; et-Taberânî, Süleyman b. Ahmed b. Eyyub, Müsnedü’ş-Şâmiyyin, nşr. Hamdî b. Abdülmecid es-Selefî, Beyrut: Müessesetü’r-risâlet, h. 1405, c. 2, s. 437.
[37] Zekvân, Müminlerin Annesi Cüveyriye el-Gatafâniyye’nin mevlâsı olup Medine’nin ileri gelenlerindendi. Ehl-i Sünnet’in ricâl âlimlerince güvenilir kabul edilmiştir. bkz. ez-Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ, c. 5, s. 36.
[38] Şureyh, bazı sahabeden doğrudan hadis işitmemiş olması sebebiyle, ricâl âlimlerince “güvenilir ama müdellis” olarak nitelenmiştir. Bkz. ez-Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ, c. 31, s. 208, no: 63; el-Heysemî, Ali b. Ebî Bekir, Mecmau’z-zevâid ve menbau’l-fevâid, Kahire: Dâru’r-Riyân li’t-turâs, h. 1407, c. 1, s. 88. Zehebî şöyle der: “O, güvenilir ama müdellistir. Bu nedenle, kendisinden tedlis olmadan, bizzat işittiğini açıkça belirttiği hadisler kabul edilir.” (“Tedlîs,” bir hadis ilmi terimi olarak, râvinin görüşmediği ya da görüştüğü halde kendisinden hadis işitmediği birinden hadisi işittiği zannını uyandıracak şekilde rivayette bulunmasıdır. Bu yola başvuran râviye “müdellis”, bu şekilde rivayet edilen hadise “müdelles” denilir. -ç.n.)
[39] Ricâl âlimleri Hârice’yi “hadisleri terk edilen kimse” olarak nitelemiş, zayıf ve müdellis kabul etmişlerdir. bkz. ez-Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ, c. 31, s. 369, no: 113; el-Mizzî, Tehzibü’l-Kemâl, c. 8, s. 16, no: 1592; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, c. 2, s. 84.
[40] et-Taberânî, el-Mucemu’l-kebir, c. 12, s. 440.
[41] Heneş, “hadisleri terk edilen kimse” olarak nitelenmiştir. Bkz. İbn Hacer el-Askalânî, Ahmed b. Ali, Tehzibü’t-Tehzib, Beyrut: Dâru’l-fikr, h. 1404, c. 2, s. 313.
[42] et-Tarsûsî, Muhammed b. İbrahim, Müsnedu Abdullah b. Ömer, nşr. Ahmed Râtıb Armûş, Beyrut: Dâru’n-nefâis, h. 1393, c. 1, s. 28; ayrıca bkz. İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, c. 7, s. 457; İbn Ebî Âsım, Ahmed b. Amr b. el-Dahhâk eş-Şeybânî, es-Sünne, nşr. Muhammed Nâsıruddin el-Albanî, Beyrut: el-Mektebü’l-İslâmî, h. 1400, c. 2, s. 503 (“üzerinde bir itaat olmadığı halde ölen” lafzıyla); İbn Kâni, Mucemu’s-sahâbe, c. 2, s. 235 (“öldüğü sırada üzerinde bir itaat bulunmayan” lafzıyla); el-Cevherî, Ali b. el-Ca’d, Müsnedu İbni’l-Ca‘d, nşr. Âmir Ahmed Haydar, Beyrut: Müessesetü Nâdir, h. 1410, c. 1, s. 330 (“üzerinde itaat olmadan ölen” lafzıyla); İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 446; İbn Zencûye, Ebû Ahmed Hamid b. Mahled el-Hırsânî, el-Emvâl, nşr. Şâkir Zeyb Feyyaz, Riyad: Merkezu’l-Melik Faysal, h. 1406, c. 1, s. 46; el-Buhârî, Muhammed b. İsmail, et-Tarihü’l-kebîr, nşr. es-Seyyid Hâşim en-Nedvî, Beyrut: Dâru’l-fikr, (t.y.), c. 6, s. 445; er-Rûyânî, Muhammed b. Harun, Müsnedü’r-Rûyânî, nşr. Eymen Ali Ebû Yemânî, Kahire: Müessesetu Kurtuba, h. 1416, c. 2, s. 364 (“üzerinde itaat olmadan ölen” lafzıyla).
[43] Buhârî, Muhammed b. İsmail, el-Kâmil fî duafâi’r-ricâl, c. 5, s. 227. İbn Hacer, onu zayıf kabul eden ricâl âlimlerinin görüşlerini aktarmıştır, bkz. İbn Hacer el-Askalânî, Tehzibü’t-Tehzib, c. 5, s. 42.
[44] Bu rivayet, Abdullah b. Ömer tarikiyle rivayet edilmiştir. Bkz. et-Taberânî, el-Mucemu’l-evsat, c. 7, s. 287.
[45] Bu rivayet, Muâz b. Cebel yoluyla rivayet edilmiştir. Bkz. et-Taberânî, el-Mucemu’l-evsat, c. 20, s. 86.
[46] et-Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyin, c. 3, s. 260.
[47] Bu rivayet, Ebû’d-Derdâ yoluyla rivayet edilmiştir. Bkz. İbn Ebî Âsım, es-Sünne, c. 2, s. 500.
[48] ez-Zehebî, Şemseddin Muhammed b. Ahmed, Mizânü’l-itidâl fî nakdi’r-ricâl, nşr. eş-Şeyh Ali b. Muhammed Muavvad ve eş-Şeyh Âdil Ahmed Abdülmevcud, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1995, c. 3, s. 293, no: 6466 (burada yazar, İbn Vâkıd için “onun rivayet ettiği hadisler reddedilir” ifadesini kullanmıştır); Buhârî, el-Kâmil, c. 8, s. 118, no: 1283.
[49] İbn Hibbân, Abdulhamid b. İbrahim’i güvenilir kabul etmişse de Ehl-i Sünnet’in ricâl âlimlerinin ekseriyeti onu zayıf kabul etmiştir. Bkz. el-Mizzî, Tehzibü’l-Kemâl, c. 61, s. 407, no: 3704; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, c. 7, s. 324.
[50] Nişâbûrî, Sahihu Müslim, c. 3, s. 1478, hadis no: 1851; İbn Hibbân, el-Fevâid, c. 1, s. 126; et-Taberânî, el-Mucemü’l-kebîr, c. 91, s. 334; İbnü’l-Bahterî, Muhammed b. Amr, Mecmû fihi musannefâtu Ebî Cafer b. el-Bahterî, nşr. Nebil Sadeddin Cerrâr, Beyrut: Dâru’l-beşâiri’l-İslâmiyye, h. 1425, c. 1, s. 446; Tarsûsî, Müsned, c. 1, s. 37; Ebû Avâne, Yakub b. İshak el-İsferâyinî, Müsnedu Ebî Avâne, Beyrut: Dâru’l-marifet, (t.y.), c. 4, s. 416. Son iki kaynakta “fî unukihi” lafzı yerine “fî rakabetihi” lafzı kullanılmıştır. (Türkçede her ikisi için de “boynunda” tabiri kullanılmaktadır. -ç.n.)
[51] ez-Zührî, Ebû Abdullah Muhammed b. Sa‘d, Tabakâtü’l-kübrâ, Beyrut: Dâru Sâdır, (t.y.), c. 5, s. 144; et-Taberânî, el-Mucemü’l-evsat, c. 1, s. 79.
[52] Bkz. Heysemî, Mecmau’z-zevâid, c. 6, s. 294.
[53] Hadisin bütün bu rivayetlerin senetlerinin sahih olmadığı farz edilse dahi, “biri diğerini destekler” kaidesine dayanarak bu hadisin Hz. Peygamber’e ait olduğuna hükmetmek mümkündür. Zira bu kaide, Ehl-i Sünnet’in ricâl âlimleri arasında, zayıf kabul edilen hadislerin sahih kabul edilmesi amacıyla kullanılmaktadır. Örneğin, Ehl-i Sünnet âlimlerince sahih kabul edilen “Benden sonra Ebû Bekir’e ve Ömer’e tâbi olun” rivayeti bu kaide esasınca sahih kabul edilmektedir. İbn Hacer, bu konuda şöyle yazar: “Bu hadisin rivayetinde birçok tarik vardır ve bu tariklerin her biri hakkında bir şey söylenmiş, her biri tenkit edilmiştir. Ancak bu tarikler birbirini desteklemekte ve hadisin sıhhatini güçlendirmektedir.” es-San‘ânî, Abdürrezzak b. Hümâm, Sübülü’-s-selâm şerhu büluğu’l-merâm min edilleti’l-ahkâm, nşr. Muhammed Abdülaziz el-Havlî, Beyrut: Dâru İhyâi’t-turâsi’l-Arabî, h. 1379, c. 2, s. 11. Geniş bilgi için bkz. İbn Hacer el-Askalânî, Fethü’l-bârî, c. 8, s. 127; eş-Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, Neylü’l-evtâr mine hâdisi Seyyidi’l-ahyâr Şerhu Müntekâ el-ahbâr, Beyrut: Dâru’l-cil, 1973, c. 1, s. 54; İbn Kesir, İsmail b. Ömer, el-Bidâyetü ve’n-nihâye, Beyrut: Mektebetü’l-maârif, (t.y.), c. 7, s. 129; ez-Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ, c. 2, s. 215.
[54] Bkz. dinot 21.
[55] eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, c. 2, s. 317. “Bağy ehliyle savaş kitabı: İmama karşı huruç etmek caiz değildir. İbn Ömer Hz. Peygamber’den şöyle rivayet etmiştir: ‘Cemaatten ayrılmış bir halde ölen kimse, câhiliye ölümü üzere ölür.’”
[56] el-Lâlekâî, Şerhu usûli itikâdi ehli’s-Sünne, c. 1, s. 161; İbn Ebî Yalâ, Tabakâtü’l-Hanâbile, c. 1, s. 244. “Her kim Müslümanların imamına karşı huruç ederse […] hurucu gerçekleştiren kişi (hâric), Müslümanların birliğini bozmuş ve Resûlullah’ın uygulamasına (eser) muhalefet etmiştir. Hiç şüphesiz hâric olarak ölen kimse, câhiliye ölümü üzere ölmüştür. Sultanla savaşmak ve ona karşı huruç etmek hiç kimseye helal değildir. Böyle bir eylemde bulunan kimse, Sünnet’ten ve yoldan ayrılmış bir bidatçidir.” Bir başka yerde şöyle der: “Müslümanların imamlarından bir imama karşı huruç eden kimse hâric hükmündedir.”
[57] “Hilâfet, dinin rükünlerinden bir rükündür.” Bkz. İbn Abdülber, Yusuf b. Abdullah, el-İstiâb, c. 3, s. 969.
[58] el-Kurtubî, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” ayetini (Bakara, 2:30) tefsir ederken şöyle yazar: “Bu ayet, yeryüzünde, sözü dinlenilen, itaati aracılığıyla ümmetin birlik beraberlik sağladığı ve sayesinde Allah’ın hükümlerinin icra edildiği bir imam ve halife tayin edilmesinin dinî bir prensip (asl) olduğunun delilidir. Bunun bir gereklilik olduğu konusunda ümmet arasında da imamlar arasında da bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. […] Ve şüphesiz ki bu, Müslümanların toplumsal düzenini ve bakasını (kıvâm) sağlayan, dinin rükünlerinden biridir.” Bkz. Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi li-ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire: Dâru’ş-şa’b, (t.y.), c. 1, s. 265.
[59] el-Berbehârî, el-Hasan b. Ali b. Halef, Şerhu’s-Sünne, nşr. Muhammed Said Sâlim el-Kahtânî, Demam: Dâru İbni’l-Kayyım, h. 1408, c. 1, s. 29; el-Lâlekâî, Şerhu usûli itikâdi ehli’s-Sünne, c. 1, s. 160; İbn Teymiyye, Minhâcü’s-Sünnet, c. 1, s. 529.
[60] İbn Hanbel, el-Müsned, c. 2, s. 70, 123; İbnü’l-A‘râbî, Ahmed b. Muhammed, el-Mucem, c. 2, s. 181,
[61] İbn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 83, 154; Ebû Avâne, Yakub b. İshak, el-Müsned, c. 4, s. 416; Zübeyrî, Mus‘ab b. Abdullah, Hadisu Mus‘ab ez-Zübeyrî, c. 1, s. 101.
[62] Ebû Avâne, Müsned, c. 4, s. 416.
[63] İbn Ebî Âsım, es-Sünne, c. 2, s. 512.
[64] İbn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 97.
[65] el-Leys b Sa‘d, Abdurrahman, Meclisun min fevâidi’l-Leys b. Sa‘d, nşr. Muhammed b. Rızk et-Tarhûnî, Riyad: Dâru’l-kütüb li’n-neşr ve’t-tevzi, c. 1, s. 39; İbn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 93; et-Taberânî, el-Mucemü’l-kebîr, c. 21, s. 335.
[66] İbn Ebî Âsım, es-Sünne, c. 1, s. 44.
[67] İbn Ebî Âsım, es-Sünne, c. 2, s. 514.
[68] el-Leys b Sa‘d, Meclis, c. 1, s. 39; İbn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 93; et-Taberânî, el-Mucemü’l-kebîr, c. 21, s. 335.
[69] es-San‘ânî, Musannef, c. 2, s. 379; İbn Hanbel, Müsned, c. 2, s. 133, c. 3, s. 445; el-Mervezî, Nuaym b. Hammâd, Tazimu kadri’s-salât, nşr. Abdurrahman Abdulcabbâr el-Ferivânî, Medine: Mektebetü’d-dâr el-Medine, c. 2, s. 947 (Abdürrezzak’ın el-Musannef’inden nakletmiştir).
[70] Ricâl âlimlerin çoğunluğu onu zayıf kabul etmişlerdir. el-Mizzî, Tehzibü’l-Kemâl, c. 31, s. 501; Zehebî, Mizânü’l-itidâl, c. 2, s. 353.
[71] Nesâî, el-Müctebâ mine’s-sünen, c. 7, s. 123.
[72] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, c. 7, s. 426; İbn Râhûye, İshak b. İbrahim b. Mahled, Müsnedu İbn Râhuye, nşr. Abdülgaffûr b. Abdülhakk el-Belûşî, Medine: Mektebetü’l-imân, h. 1412, c. 1, s. 193; Adenî, el-İmân, c. 1, s. 115; Nişâbûrî, Sahihu Müslim, c. 3, s. 1476; Nişâbûrî, Müslim b. Haccâc, el-Künâ ve’l-esmâ, nşr. Abdurrahim Muhammed Ahmed el-Kaşkarî, Medine: el-Câmiatü’l-İslâmiyye, h. 1404, c. 3, s. 930; en-Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb, es-Sünenü’l-kübrâ, nşr. Abdülgaffar Süleyman el-Bindârî, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, h. 1411, c 2, s. 314; İbnü’l-A‘râbî, el-Mucem, c. 2, s. 403.
[73] Ebû Avâne, el-Müsned, c. 4, s. 421; İbn Hibbân, es-Sahih, c. 1, s. 441; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, c. 7, s. 462 (Burada, “itaati terk eden” lafzıyla rivayet edilmiştir).
[74] İbn Hanbel, el-Müsned, c. 2, s. 296, 488; İbn Zencûye, el-Emvâl, c. 1, s. 45; el-Hattâbî el-Büstî, Ebû Süleyman Hamd b. Muhammed b. İbrahim, el-Uzle, Kahire: Matbaatü’s-selefiyye, h. 1399, c. 1, s. 4; el-Âcurrî, Ebû Bekir Muhammed b. el-Hüseyin, eş-Şeria, nşr. Dr. Abdullah b. Ömer b. Süleyman ed-Demicî, Riyad: Dâru’l-vatan, h. 1420, c. 1, s. 288.
[75] Ebû Avâne, el-Müsned, c. 4, s. 422.
[76] el-Âcurrî, eş-Şeria, c. 1, s. 289; San‘ânî, Musannef, c. 11, s. 339.
[77] İbn Râhûye, Müsned, c. 1, s. 192; İbn Ebî Âsım, es-Sünne, c. 1, s. 43, c. 2, s. 436; el-Acurrî, eş-Şeria, c. 1, s. 290.
[78] İbn Mâce, Muhammed b. Yezid, Sünenu İbn Mâce, nşr. Muhammed Fuad Abdülbaki, Beyrut: Dâru’l-fikr, (t.y.), c. 1, s. 1302; en-Nesâî, el-Müctebâ mine’s-sünen, c. 7, s. 123; Rûyânî, Müsned, c. 2, s. 141; et-Taberânî, el-Mucemü’l-evsat, c. 4, s. 192; el-Mervezî, Nuaym b. Hammâd, Kitabu’l-fiten, nşr. Semir Emin ez-Züheyrî, Kahire: Mektebetü’t-tevhid, h. 1412, c. 1, s. 161; er-Râmhürmüzî, el-Hasan b. Abdurrahman, el-Muhaddisü’l-fâsıl beyne’r-râvi ve’l-vâi, nşr. Muhammed Accâc el-Hatib, Beyrut: Dâru’l-fikr, h. 1404, c. 1, s. 237.
[79] Cündeb b. Abdullah tarikiyle rivayeti için bkz. Rûyânî, Müsned, c. 2, s. 141; en-Nesâî, el-Müctebâ mine’s-sünen, c. 7, s. 123. Enes b. Mâlik tarikiyle nakledilen biraz farklı rivayeti için bkz. et-Taberânî, el-Mucemü’l-evsat, c. 1, s. 132.
[80] İbn Mâce, Sünen, c. 2, s. 1302 (“el-Asabiyye” babında); en-Nesâî, el-Müctebâ mine’s-sünen, c. 7, s. 123 (“Kör Sancak Altında Savaşan Kimseye Uyarı” babında).
[81] Hadisin tam metni şu şekildedir: “İtaati terk eden ve cemaatten ayrılan ve bu halde ölen kimse câhiliye ölümü üzere ölür. Kör bir sancak altında, asabiyet yüzünden öfkelen veya asabiyete çağıran veyahut asabiyete yardım eden kimse bu esnada öldürülürse, onun katli câhiliye üzeredir. Ümmetime karşı huruç edip iyisine de kötüsüne de vuran, mümininden çekinmeyen, kendisine ahit (amanname) verilmiş kimsenin ahdine riayet etmeyen kimse de benden değildir, ben de ondan değilim.” Bkz. en-Nişâbûrî, Sahihu Müslim, c. 3, s. 1476. Hadisin bu üç ibaresi, çoğu kaynakta, yerleri biraz değiştirilerek nakledilmiştir.
[82] el-Buhârî, Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-sahîh, nşr. Mustafa Deyb el-Bağâ, Yemame: Dâru İbn Kesir, h. 1407, c. 6, 2612; ed-Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahman, es-Sünen, nşr. Fevvâz Ahmed Zemerlî ve Halid es-Seb el-İlmî, Beyrut: Dâru’l-kütüb el-Arabî, h. 1407, c. 2, s. 314; Ebû Avâne, Müsned, c. 4, s. 423; İbn Ebî Zemenîn, Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah, Riyâzü’l-cenne bi-tahrici usuli’s-Sünnet, nşr. Abdullah Muhammed el-Buhârî, Medine: Mektebetü’l-gurebâ el-eseriyye, h. 1415, c. 1, s. 278.
[83] İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 297.
[84] Ebû Avâne, Müsned, c. 4, s. 423.
[85] İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 275.
[86] el-Buhârî, es-Sahih, c. 6, s. 2588; Nişâbûrî, Sahihu Müslim, c. 3, s. 1477 (küçük bir farkla).
[87] Ebû Yalâ, Müsned, c. 4, s. 234.
[88] İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 310; Nişâbûrî, Sahihu Müslim, c. 3, s. 1476 (küçük bir farkla).
[89] Muhammed b. Abdülvehhâb şöyle yazar: “Kanaatimce ister dindar olsunlar ister günahkâr (fâcir), Allah’a isyanı (masiyetullah) emretmedikleri sürece Müslümanların imamlarına itaat edilmesi vaciptir. Hilafeti ele geçiren, halkın etrafında toplandığı ve kendisinden razı olduğu kişiye veyahut kılıcıyla (güç kullanarak) halka galip gelmek suretiyle halife olan kişiye itaat farz, karşı çıkmak ise haramdır.” İbn Abdülvehhâb, Muhammed, Müellefâtu Muhammed b. Abdülvehhâb, nşr. Abdülaziz er-Rûmî, Muhammed Baltacı ve Seyyid Hicab, Riyad: Câmiatu el-İmam Muhammed b. Suûd, (t.y.), c. 1, s. 11.
[90] Kütüb-i Sitte’nin tamamında bu grupta yer alan hadisler, başka konulardaki hadislerin aksine, sahih senetlerle rivayet edilmişlerdir.
[91] Makrizî, İmtâu’l-esmâ, c. 9, s. 218; İbn Âbidîn, Hâşiyetu reddi’l-muhtâr, c. 1, s. 605; İbn Teymiyye, Minhâcü’s-Sünnet, c. 1, s. 529; Muhammed b. Abdülvehhâb, Müellefât, c. 1, s. 11. Ayrıca, Vahhabî ulemasının bu konudaki fetvalarına da bakılabilir.
[92] Ebû Yalâ, Müsned, c. 1, s. 402.
[93] et-Taberânî, el-Mucemü’l-kebîr, c. 21, s. 420.
[94] et-Taberânî, el-Mucemü’l-kebîr, c. 11, s. 75; et-Taberânî, el-Mucemü’l-evsat, c. 8, s. 40.
[95] Hadisin bu çevirisinde, yazarın Farsça çevirisi esas alınmıştır (ç.n.).
[96] Birinci hadisin senedinde adı geçen Ali b. Rebî‘a Ebû’l-Muğîre el-Kûfî, Kütüb-i Sitte râvilerindendir. Dolayısıyla onun rivayetleri, “Sahihayn’daki müşterek râviler güvenilir kabul edilir” kaidesince tenkit edilmeden kabul edilir. Daha fazla bilgi için bkz: İbn Hacer Askalânî, Fethu’l-bârî, c. 1, s. 382; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, c. 3, s. 217. Abdülmümin b. Abdullah es-Sedûsî, İbn Hacer ve Yahyâ b. Maîn tarafından güvenilir kabul edilmiştir. Bkz: İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbü’t-Tehzîb, c. 6, s. 433, no: 812; el-Mizzî, Tehzibü’l-Kemâl, c. 8, s. 444. Zekeriya b. Abdullah b. Yezîd en-Nehâî es-Suhbânî, İbn Hibbân’ın es-Sikât adlı eserinde güvenilir râviler arasında sayılmıştır. Bkz: İbn Hibbân, Ebû Hâtim Muhammed, es-Sikât, nşr. Seyyid Şerefeddin Ahmed, Beyrut: Dâru’l-fikr, h. 1395, c. 8, s. 252, no: 13289. Süveyd b. Said, Müslim ve İbn Mâce’nin râvilerindendir. Ahmed b. Hanbel onu “sika” kabul ederken, Yahyâ b. Ma‘în, Nesâî ve Ahmed b. Şuayb tarafından zayıf görülmüştür. Ancak son üç müellif İbn Said’i sadece “yalancıdır” demekle yetinip başka bir sebep göstermeden cerh ettiklerinden; bir başka ifadeyle, cerhleri müfesser olmadığından tenkitleri, diğer muhaddislerin bu râviye yönelik tadillerini geçersiz kılmaz. Bu gibi durumlarda râvinin, “muhtelefün fîh” (güvenilirliği konusunda görüş ayrılığı) olduğuna hükmedilir ve Ehl-i Sünnet’in cerh ve tadil kaidelerine göre “muhtelefün fîh” olan râvinin rivayet ettiği hadisler de hasen hadis olarak kabul edilmektedir.
Zehebî, Abdullah b. Sâlih’in biyografisinde şöyle yazar: “O, muhtelefün fîhtir ve dolayısıyla hadisleri hasendir.” (İbn Hacer el-Askalânî, Tehzibü’t-Tehzib, c. 5, s. 228.) Yine şöyle yazar: “Doğru olan ayrıntıya gitmektir. Cerh müfesser ise ona öncelik verilir; müfesser değilse, bu durumda tadil esas alınır. Dolayısıyla, tadili önceleyenlerin sözü bu kaideye göre değerlendirilmelidir.” Bkz. İbn Hacer el-Askalânî, Ahmed b. Ali, Lisânu’l-Mîzân, Beyrut: Müessesetü’l-a’lâmî li’l-matbuât, 1986, c. 1, s. 15. Muhammed Nâsır el-Elbânî, Silsiletü’l-Ahâdîsi’s-Sahîha adlı eserinde bu kaideye dayanarak elliden fazla hadisi sahih kabul etmiştir. Geniş bilgi için bkz. Süyûtî, Abdurrahman b. Ebî Bekir, el-Le’âlîü’l-masnû‘a fî’l-ehâdisi’l-mevzûa, nşr. Ebû Aburrahman Salah b. Muhammed b. Avida, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1996, c. 1, s. 42 (Kesir b. Şanzir’in biyografisi içinde); Süyûtî, Abdurrahman b. Ebî Bekir, Tedrîbü’r-râvi fî şerhi takribi’n-Nevâvî, nşr. Abdülvehhâb Abdüllatif, Riyad: Mektebetü’r-Riyad el-hadise, (t.y.), c. 1, s. 309; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, c. 1, s. 309; ez-Zerkeşî, Bedreddin Muhammed b. Bahadır, el-Bahru’l-muhit fî usuli’l-fıkh, nşr. Muhammed Muhammed Tâmir, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, h. 1424, c. 3, s. 354.
İkinci hadisin senedinde adı geçen Mücâhid b. Cebr ve Leys b. Ebî Süleym Kütüb-i Sitte râvilerindendir. Ricâl kaynaklarında Abdullah b. Muhammed et-Tuhavî’nin güvenilir veya zayıf olduğuna dair herhangi bir bilgi mevcut değildir. Dolayısıyla et-Tuhavî, kendisinden iki veya daha fazla güvenilir râvi rivayette bulunduğu halde hakkında herhangi bir cerh ve tadil hükmü bulunmayan “mechûlü’l-vasf” veya kimliği gizli kalmış “mestûr” râvi hükmündedir. Hadis usulü açısından, mestur râviden hadis nakleden râvinin kendisi de mechûlü’l-vasf hükmünde olursa, bu râviden katiyen hadis alınmaz. Ancak mechûlü’l-vasf râviden gelen bir rivayet, güvenilir bir râvi tarafından rivayet edilirse, bu durumda bu râvî mechü’l-vasf veya mestûr diye adlandırılır. Bu durumda bu râvinin rivayet ettiği hadisleri almak caizdir ve hadisleri makbuldür. İncelenen hadisin senedinde adı geçen Abdullah b. Muhammed et-Tuhavî’nin talebesi Muhammed b. Yezîd er-Rifâ‘î güvenilir kabul edildiğinden, et-Tuhavî’nin rivayetleri de makbul sayılır. Daha fazla bilgi için bkz. Bkz: ez-Zehebî, Mizânu’l-i‘tidâl, c. 3, s. 426 (Mâlik b. el-Hayr ez-Ziyâdî’nin biyografisi içinde); el-Menâvî, Abdurrauf, el-Yevâkît ve’d-dürer fî şerhi Nuhbeti İbn Hacer, nşr. el-Murtaza ez-Zeyn Ahmed, Riyad: Mektebetü’r-Rüşd, 1999, c. 2, s. 127. Ebû Hâşim Muhammed b. Yezîd er-Rifâ‘î, Müslim, Tirmizî ve İbn Mâce’nin râvilerindendir. İbn Adî, onun Buhârî’nin râvilerinden olduğu kanısındadır. İbn Ma‘in onun hakkında “Onda bir sakınca görmüyorum” demiştir. Buradan onun rivayetlerinin İbn Ma‘in nezdinde makbul oldukları anlaşılmaktadır. Bazı âlimler, örneğin İbn Hacer, onun hakkında "güçlü değil" ifadesini kullanmıştır. Bu ifade, onu zemmettiğine delalet eder. Bkz: İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbü’t-Tehzîb, c. 9, s. 464, h. no: 865. İbn Adî’nin görüşü esas alındığında, Muhammed b. Yezîd er-Rifâ‘î ya Sahihayn’ın müşterek râvilerindendir ya da muhtelefün fîh râvi hükmündedir. Birinci durumda onun cerh ve tadiline gerek duyulmaz; ikincisinde ise, rivayetleri hasen kabul edilir. Muhammed b. Osman b. Ebî Şeybe, İbn Hibbân tarafından güvenilir kabul edilmiştir. Zehebî’ye göre o, “imam ve hâfız”dır. İbn Adî’den iktibasla onun hakkında şunları yazar: “Ona ait bir münker (zayıf) hadis görmedim.” Bkz. ez-Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ, cilt 1, s. 21. Buna karşın, onun hakkında, herhangi bir gerekçe ortaya koymaksızın, Abdullah b. Ahmed b. Hanbel “yalancı”, İbn Hirrâş ise “hadis uydururdu” tabirlerini kullanmışlardır. Bütün bunlar göz önüne alındığında onun muhtelifün fîh râvi hükmünde olduğu söylenebilir. bkz. ez-Zehebî, Mizânu’l-i‘tidâl, c. 3, s. 642.
[97] Mücâhid, Leys ve Cerîr b. Abdülhamid er-Râzî, Kütüb-i Sitte râvileri arasında yer almaktadır. Dolayısıyla ricâl âlimleri tarafından güvenilir kabul edilmişlerdir. Hâmid b. Âdem el-Mervezî ise, Buhârî tarafından zayıf râviler arasında sayılmış ve İbn Hacer tarafından zayıf kabul edilmiştir. Buna mukabil, İbn Adî, onun hakkında şöyle demiştir: “Ben onun güvenilir râvilerden naklettiği rivayetler arasında münker (zayıf) bir hadis görmedim. Bu durumla da sadece onun zayıf râvilerden naklettiği rivayetlerde karşılaşılmaktadır.” Bkz. el-Buhârî, el-Kâmil fi’d-Du‘afâ, c. 3, s. 409; İbn Hacer el-Askalânî, Lisânu’l-mizân, c. 2, s. 505. Ayrıca, İbn Hibbân, Hâmid b. Âdem’i güvenilir râviler arasında göstermiştir. Bkz. İbn Hibbân, es-Sikât, c. 8, s. 218. Bu durumda Hâmid b. Âdem, hakkında görüş ayrılığı bulunan muhtelefün fîh râvilerden sayılır ve rivayetleri hasen kabul edilir. Mahmud b. Muhammed el-Mervezî ise hem el-Hatib el-Bağdadî hem de ez-Zehebî tarafından hadiste güvenilir râvi anlamında “müstakîmü’l-hadis” olarak nitelenmiştir. Bkz. el-Hatib el-Bağdadî, Ahmed b. Ali, Tarihu Bağdad, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, (t.y.), c. 1, s. 112; ez-Zehebî, Şemseddin Muhammed b. Ahmed, Tarihü’l-İslâm ve vefeyâtu’l-meşâhiri’l-a’lâm, nşr. Ömer Abdusselam Tedmirî, Beyrut: Dâru’l-kitab el-Arabî, h. 1407, c. 5.
[98] Sünnî ricâl ilminde bir vâhid haber, tek bir râvi tarikiyle nakledildiğinde “garîb haber”; en az iki râvi tarafından nakledildiğinde “aziz haber”; üç ve daha fazla râvi tarafından nakledildiğinde ama tevâtür derecesine ulaşmadığında “meşhur haber” veya “müstefîz haber” adını almaktadır. Bkz. et-Tahhân, Mahmûd b. Ahmed, Teysîru mustalahi’l-hadîs, Kahire: Merkezu’l-hüdâ li’d-dırasât, h. 1415, s. 24.
[99] İbn Hanbel, Müsned, c. 6, s. 292; Tirmizî, Muhammed b. İsa, el-Câmiu’s-sahih Sünenu Tirmizî, nşr. Ahmed Muhammed Şâkir, Beyrut: Dâru İhyâi’t-turâs el-Arabî, (t.y.), c. 5, s. 635; Ebû Yalâ, Müsned, c. 2, s. 362; et-Taberânî, el-Mucemu’l-kebîr, c. 23, s. 375; el-İmrânî, Yahya b. Ebî’l-Hayr, el-İntisâr fî’r-reddi’l-Mutezile ve’l-Kaderiyye ve’l-eşrâr, nşr. Suûd b. Abdülaziz, Riyad: Advâu’s-selef, 1999, c. 3, s. 896; el-Kâri, Ali b. Sultan Muhammed, Mirkâtü’l-mefâtih Şerhu Mişkâti’l-mesâlih, nşr. Cemal Aytâbî, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 2001, c. 11, s. 242. el-Kâri aynı bağlamda birkaç rivayet daha nakleder: “Ümmü Seleme, Hz. Peygamber’in şöyle dediğini nakletti: “Ali’yi ancak münafık olan sevmez ve ona sadece mümin olan buğzetmez.” Bu hadisi Ahmed ve Tirmizî rivayet etmiştir. Tirmizî şöyle demiştir: “Bu hadis, sened bakımından garîb olmakla birlikte hasendir. Daha önce de bu anlamı destekleyen rivayetler geçmişti.” İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir: “Resûlullah’ı şöyle derken işittim: ‘Ali’ye söven (sebb), bana sövmüş olur ve kim bana söverse, Allah’a sövmüş olur ve kim Allah’a söverse, Allah onu burnunun üzerine (yüzüstü) cehenneme atar.’” Daha kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Milânî, Seyyid Ali, Kâdetunâ keyfe na‘rifuhum, c. 1, s. 238.
[100] ez-Zerendî, Muhammed b. Yusuf, Nazmu düreri's-Simteyn fî fedâili'l-Mustafa ve'l-Murtazâ ve'l-Betûl ve's-Sıbteyn, Beyrut: Dâru İhyâi’t-turâs el-Arabî, h. 1425, s. 31.
[101] Ebû’l-Kasım İbn Asâkir, Ali b. el-Hasen b. Hibetullah, Tarihu medîneti Dımaşk ve zikru fazlihâ ve tesmiyetu men hallehâ mine’l-emâsil ev ictâze bi-nevâhihâ min varidihâ ve ehlihâ, nşr. Muhibuddin Ebî Said Ömer b. Garâme el-Ömerî, Beyrut: Dâru'l-fikr, 1995, c. 1, s. 134.
[102] el-Hârizmî, Muvaffak b. Ahmed, el-Menâkıb, Necef: Mektebetü’l-Haydariyye, 1965, s. 51; İbn Hacer el-Askalânî, Lisânü’l-mizân, c. 4, s. 521;
[103] Nitekim Mirkâtü’l-mefâtih’in müellifi el-Kâri, Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.) buğzedilmesini yeren birkaç hadisi, ezcümle “Kim Ali’ye söverse, bana sövmüş olur” hadisini naklettikten sonra şu açıklamayı yapmıştır: “Bu, ‘Kim Ali’ye hakaret ederse, bana hakaret etmiş olur’ demek anlamına gelir ki bu da Ali’ye sövmenin küfre girmeyi beraberinde getirdiği anlamına gelir.” Müellif bu bağlamda iki ihtimal üzerinde durur. Bunlardan ilki, bu tür hadislerin, tehdit ve uyarı amacı taşıdığıdır. İkinci ihtimale göre ise bu hadislerde, haram bir fiilin helal kabul edilmesine yönelik bir sakındırma söz konusudur. Ancak hadislerin diline biraz dikkat edildiğinde, bu iki ihtimalin de geçersiz olduğu sabit olmaktadır. Bkz. el-Kârî, Mirkâtü’l-mefâtih, c. 1, s. 242.
[104] Tâbiînin ileri gelenlerinden olan Muhammed b. Münkedir, aynı zamanda Kütüb-i Sitte râvilerindendir ve Ehl-i Sünnet’in ricâl âlimlerince güvenilir kabul edilir. Bkz. ez-Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ, c. 9, s. 430; İbn Hacer el-Askalânî, Tehzibü’t-Tehzib, c. 9, s. 417; el-Mızzî, Tehzibü’l-Kemâl, c. 26, s. 503.
[105] San‘ânî, Musannef, c. 9, s. 239.
[106] Ahmed, onun Kaderî, Mutezilî ve Cehmî olduğunu; Yahya el-Kattân ise yalancı olduğunu söylemiştir. Bkz. İbn Hacer el-Askalânî, Tehzibü’t-Tehzib, c. 1, s. 137.
[107] et-Taberânî, el-Mucemü’l-evsat, c. 4, s. 82; ed-Dârekutnî, Ebû’l-Hasan Ali b. Ömer, es-Sünen, nşr. es-Seyyid Abdullah Hâşim Yemânî el-Medenî, Beyrut: Dâru’l-marifet, h. 1386, c. 4, s. 247.
[108] İbn Ebî Âsım, el-Âhâd ve’l-mesânî, c. 2, s. 106; İbnü’l-Münzir, Ebû Bekir Muhammed b. İbrahim, Tefsirü’l-Kur’ân, nşr. Sa’d b. Muhammed es-Sa’d, Medine: Dâru’l-meâsır, h. 1423, s. 287; et-Taberânî, el-Mucemü’l-evsat, c. 1, s. 117.
[109] Rivayetin senedi şu şekildedir: Ebû Bekir el-Neysâbûrî ve Ebû Amr el-Kâtib dediler ki bize Ali b. İşkâb, ona Muhammed b. Rebî‘a, ona el-Hikem b. Abdurrahman b. Ebî Na‘m, ona da Velîd b. Ubâde rivayet etti.
[110] Rivayetin birinci sened şu şekildedir: Ahmed b. Reşdîn dedi ki bana Said b. Ebî Meryem, ona Abdülaziz b. Muhammed, ona Davud b. Sâlih, ona Sâlim, ona da babası rivayet etti. İkinci senedi şu şekildedir: Hâtim b. Mansûr eş-Şâşî dedi ki bana el-Humeydî, ona Abdülaziz b. Muhammed, ona Davud b. Sâlih, ona Sâlim, ona da babası rivayet etti. Üçüncü senedi şu şekildedir: Yakûb b. Humeyd dedi ki bana Abdülaziz b. Muhammed, ona Davud b. Sâlih, ona Sâlim, ona da babası rivayet etti.
[111] “Bu rivayetleri et-Taberânî el-Mucemü’l-evsat’ında nakletmiştir. Rivayetin alındığı şeyh olan Ahmed b. Muhammed b. Haccâc b. Reşdîn zayıf kabul edilmiştir.” Bkz. el-Heysemî, Mecmau’z-zevâid, c. 6, s. 294.
[112] “Mechûlü’l-hâldir; ne güvenilir ne de zayıf olduğu yönünde herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Adı sadece hadis âlim el-Akilî'nin ed-Duafâ adlı eserinde geçmektedir.” Bkz. ez-Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ, c. 29, s. 217.
[113] Metinde sözü edilen meclise dair rivayet şöyledir: “Ebû Bekir ve Ömer, Resûlullah’ın vefatından sonra sahabenin bir kısmıyla bir araya geldi. Bu mecliste, büyük günahların hangilerinin daha ağır olduğu konusu gündeme geldi. Ancak onlar bu konuda bir bilgiye sahip değillerdi. Bu yüzden beni, büyük günahların hangilerinin daha ağır olduğunu sormam ve kendilerini cevaptan haberdar etmem için Abdullah b. Amr b. Âs’a gönderdiler. Abdullah b. Amr bana, en büyük günahın şarap içmek olduğunu söyledi. Ben dönüp bu cevabı onlara ilettim. Onlar önce buna itiraz ettiler, sonra hep birlikte ayağa kalkıp Abdullah b. Amr’ın evine gittiler. Abdullah b. Amr onlara şöyle anlattı: ‘Biz Resûlullah’ın huzurunda otururken şöyle bir kıssa anlatıldı: İsrailoğulları’ndan bir kral, bir adamı yakaladı ve onu şarap içmek, birini öldürmek, zina etmek veya domuz eti yemek arasında bir tercih yapmaya zorladı; bunların hiçbirini kabul etmediği takdirde onu öldüreceklerdi. Adam, şarap içmeyi seçti ama şarabı içtikten sonra kendisinden istenen diğer her şeyi de yaptı.” Rivayetin tamamı için bkz. et-Taberânî, el-Mucemü’l-evsat, c. 1, s. 117; İbnü’l-Münzir, Tefsiru’l-Kur’ân, s. 287; İbn Ebî Âsım, el-Âhâd ve’l-mesânî, c. 2, s. 106.
[114] Nisâ 31, Şûrâ 37 ve Necm 32’de Allah büyük günahların (kebâir) cehennemde ebedî kalmaya ve bütün amellerin boşa çıkmasına sebep olacağını; buna mukabil, onlardan sakınmanın mağfiret vesilesi olacağını beyan etmiştir.
[115] İbn Mâce, Sünen, c. 2, s. 1120.
[116] Abdullah b. Vehb, el-Muvattâ, hadis no: 21.
[117] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, c. 5, s. 97.
[118] Bezzâz, Ahmed b. Amr, el-Müsned, c. 6, s. 366.
[119] el-Adenî, el-İmân, c. 1, s. 103.
[120] Hadisin senedi şu şekildedir: Hişâm b. Süleyman, İbn Cüreyh’den; o, Abdurrahman b. Abdullah’tan; o da Resûlullah’tan rivayet etti.
[121] el-Mizzî, Tehzibü’l-Kemâl, c. 30, s. 212.
[122] el-Fâkihî, Ebû Abdullah Muhammed b. İshak, Ahbâru’l-Mekke fî kadimi’d-dehr ve hadise, nşr. Abdülmelik Abdullah Dehiş, Beyrut: Dâru’l-Hızr, h. 1414, c. 1, s. 381.
[123] Bezzâz, el-Müsned, c. 3, s. 87; er-Râzi, Abdurrahman b. Muhammed b. İdris, Tefsiru İbn Ebî Hâtim, nşr. Esad Muhammed et-Tayb, Beyrut: Mektebetü’l-asriyye, (t.y.), c. 3, s. 713.
[124] et-Taberî, Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-beyân fî tevili’l-Kur’ân, nşr. Ahmed Muhammed Şâkir, Beyrut: Müessesetü’r-risalet, h. 1420, c. 4, s. 16.