Ahmed Kâtib’e reddiye / Şiilerin İmamlarını tanımada şaşkınlık yaşamaları ve takiyyenin bundaki rolü
- Medyasafak.net
- EHL-İ BEYT OKULU
- 02.10.2020
Bununla birlikte makalemizin girişinde de belirttiğimiz üzere bir grup araştırmacı, Şiilerin bu bocalayışlarına delalet eden rivayetlerin İmamların isimlerini açıklayan hadislerin uydurma olduğunu gösterdiği inancındadır. Onların bu iddialarına tek delilleri bu iki grup rivayet arasında çelişki olduğunu varsaymalarıdır, oysaki bu çelişkinin halli mümkündür ve bu iki rivayet grubunun sıhhati her türlü belirsizlikten uzaktır.
Ruhullah Kazımî[1]
İmametpejûhî, Yıl: 4, Sayı: 13, s. 115-136
Özet:
Şiilerin İmamların teşhisinde yaşadıkları şaşkınlığa (tahayyür; şaşkınlık, bocalamak) işaret eden farklı verilere dikkat edildiğinde Şia tarihindeki bu olgunun nedenlerini ele almak zorunlu görünmektedir. Bu nedenlerden birinin, Şii toplumuna hakim olan baskı atmosferinden kaynaklı takiyye olgusu olduğunu söylemek mümkündür. Şii toplumundaki şaşkınlığın örneklerini incelemek, hilafet aygıtının egemenlerinden kaynaklanan baskıcı havanın Şii toplumunu nasıl cenderesi altına aldığını ve bunun da İmamların (a.s.) isimlerine delalet eden hadislerin Ehl-i Beyt'in Şiileri arasındaki bazı seçkinler (havas) arasında bile sır olarak saklanarak genelin bilgisinden uzak kalmasına ve Şiilerin İmam'ın kimliğini teşhiste sorunlar yaşamalarına yol açtığını göstermektedir.
Anahtar kelimeler: İmam'ın tanınması, takiyye, Şii toplumu, Huzur Asrı, Ahmed el-Kâtib
Giriş:
Farklı naklî ve tarihî kaynakların okunmasıyla, Şii toplumunun İmamların huzur yıllarındaki farklı dönemlerde İmam'ın (a.s.) misdakının teşhisinde bir çeşit kaos ve şaşkınlık yaşadığı ve bu şaşkınlığın pek çok durumda da sapkınlığa ve farklı fırkaların doğmasına yol açtığı açıklık kazanmaktadır.
Burada doğan soru bazılarının iddia ettikleri gibi[2] şudur: Bu belirsizlik, İmamların isimlerine ve sayılarına işaret eden rivayetlerin gerçekte mevcut olmadığının ve bu rivayetlerin sonraki dönemlerde uydurulduğunun kanıtı olamaz mı? Başka bir ifadeyle bu yaşanan şaşkınlık ile İmamlar hakkında nassın olmayışı arasında mantıksal bir zorunluluk yok mudur? Yoksa bu şaşkınlığın başka sebep ve etkenleri olup bunların İmamlar hakkındaki nasların mevcudiyeti ile beraber düşünülmesi mümkün müdür?
Önünüzdeki metnin hedefi bu sebepler arasındaki takiyye meselesini[3] ve bu konudaki etkisini incelemektir.
Bu konunun ele alınmasının uzun bir geçmişi olmakla birlikte cevapların bazı noktalarla sınırlandığını belirtmemiz gerekiyor. Başka bir ifadeyle bu konu daha çok Zürare, Hişam b. Salim ve Mümin Tâk gibi şahsiyetler incelendiğinde ele alındığından verilen cevaplar da genelde bu kişiler etrafında dönmekteydi. Oysa Şiilerin İmam'ın misdakının teşhisinde yaşadıkları şüphe ve şaşkınlıkları problemi ve bunda etkili olan sebep ve etkenler hem çok yaygındı ve sadece bazı seçkinlerle sınırlı değildi, hem de İmamların (a.s.) imamet dönemlerinin özel bir kesitine mahsus değildi. Dolayısıyla öyle gözüküyor ki mesele sadece bazı ricâli yönlerden (mesela merhum Hûyî, Zürare'den bahsederken[4]) ya da kelâmî açıdan (merhum Sadûk'un Kemâlüddin'de yaptığı gibi[5]) olmak üzere sınırlı bir şekilde kritiğe tâbi tutulmuş ve tüm sorular etraflıca cevaplandırılmamıştır.
1. Şii toplumu ve İmam'ın teşhisinde yaşanan şaşkınlık
Yaşanan bu şaşkınlık hakkında ayrıntılı verilerin sunulması ayrı bir araştırmayı gerektirmekle birlikte bu bağlamda örnek olarak Ebu Ubeyde Hezza'nın sözlerine değinilebilir. O, İmam Bâkır'ın (a.s.) irtihalinden sonraki baskın havayı tasvir için “Ebu Cafer'den sonra çobansız bir sürü gibi gezer olduk” demektedir.[6]
Başka bir örnek olarak da Hişam b. Sâlim'in, İmam Kâzım'ın (a.s.) imametini nasıl kavradığını ve Şii toplumun içine düştüğü karmaşayı, kendisinin ve İmâmiyye'nin Mümin Tâk ve Ebu Basir gibi diğer büyüklerinin Abdullah Eftah'ın imâmetine eğilim göstermelerini ve işin başında gerçeği kavrayamadıklarını anlatan naklini gösterebiliriz.[7]
Bunun başka bir kanıtı da Şia tarihindeki Vâkıfilik olgusudur. Bazı Şiilerin bir imamda tevakkuf ederek varisi olduğu sonraki imamı kabul etmemeleri meselesi her ne kadar İmam Rıza (a.s.) zamanında daha çok gündemde idiyse de bu durum o döneme mahsus değildi ve tüm İmamlar kendi dönemlerinde bununla yüzleşmişlerdi. Nevbahtî'nin genel bir kural olarak belirttiği gibi “her İmamın ardından bir grup Şii O'nun imâmetinde duraklamıştı”.[8]
Şii toplumunun İmam Cevâd'ın (a.s.) yedi yaşındaki imâmeti karşısındaki konumlanışı da bu iddianın açık örneklerinden biridir.[9]
Son örnek olarak İmam Hasan Askerî'nin bazı Şiilerin kendi imâmetine inançları hakkındaki şu şikayetini gösterebiliriz:
Bu grubun imâmetim hakkında duyduğu şüphe yüzünden çektiğim eziyeti atalarımdan hiçbiri çekmedi.[10]
Tüm bu nakillerin toplamı Şii toplumunun bünyesinde İmam'ın kim olduğunu teşhiste şüpheler yaşandığını açık bir şekilde göstermektedir.
2. Şii toplumuna hâkim olan baskıcı hava
Şii toplumu İmamların huzur döneminde sürekli zalim hükümdarların baskı ve tehdidi ile yüz yüze idi. Bu durum her ne kadar farklı şartlar altında bazı iniş çıkışlar gösterse de hiçbir zaman tam olarak ortadan kalkmış değildi. İmamlar bu şartlarla mücadele esnasında Şiilerin canlarını koruma amacıyla takiyye stratejisine başvurmuş ve topluma sunmuştular. Bu konu ve dinî öğretilerdeki önemi hiç kimseye gizli değildir. Hatta öyle ki Masum İmamlardan (a.s.) açıkça “Takiyye benim ve atalarımın dinindendir, takiyyesi olmayanın imanı yoktur” diye rivayet edilmiştir.[11]
Şia, Emirülmümin'in (a.s.) zamanından ve sonrasında da şehadetinden itibaren diğer Müslümanlardan nisbî bir temayüze sahipti. Hatta İmam Hasan, imamet döneminde Muaviye ile yaptığı barış anlaşmasının maddelerinden birini babasının Şiilerinin güvenliğinin sağlanmasına hasretmiştir.[12] Bu temayüz, Yezid'in iktidara gelmesi ve Kerbela ve Harre Olayı facialarından sonra daha çok belirginlik kazandı ve herkes Emevilerin, Ehl-i Beyt ve taraftarları karşısında hiçbir baskı ve zulümden geri durmayacağını iyice fark etti. O dönemden sonra Şii toplumu büyük bir baskı ve sınırlamaya maruz kaldı. Bu baskılar sonraki yıllarda ve özellikle de Mervanoğulları devrinde ve en bariz örneği Haccâc b. Yusuf olan memurları aracılığıyla çokça şiddetlendi.
Bu dönemde Şiilerin vaziyeti üç durumun dışında değildi: ya kaçak ya da zindandaydılar; Kumeyl b. Ziyad[13], Kanber[14], Saîd b. Cübeyr[15], Yahya b. Ümmî't-Tavîl[16] gibileri ise Haccâc gibi kan dökücüler eliyle şehid edilmişlerdi.[17]
İmam Sâdık'ın “Halk, Hüseyin'in (a.s.) şehadetinden sonra üç kişi hariç mürted[18] oldu: Ebû Hâlid Kâbulî, Yahya b. Tavîl ve Cübeyr b. Mut´im. Bundan sonradır ki halk Şia'ya katıldı ve sayıları çoğaldı”[19] beyanı ile Mes´ûdî'nin bu konudaki “Ali b. Hüseyin (a.s.) imameti zor bir zamanda, çok gizli bir şekilde ve sıkı bir takiyye ile uhdesine aldı”[20] ifadesinin birleştirilmesi bu dönemdeki Şii toplumun durumunun vahametini göstermektedir.
İmam Seccâd'ın (a.s.) kendi asrının sosyal şartlarını Zürâre ve Minhal b. Amr için tasvir ederken kullandığı ifadeler Ehl-i Beyt'in ve Şiilerinin mazlumiyetinin zirvesini aşikâr kılmaktadır. İmam, bu müteessif vaziyeti Zürâre'ye açıklamak için kendi dönemi halkını altı gruba ayırmakta ve açıklamalarından sonra müminleri “hüsran ve güçsüzlüklerinin doruğunda, derileri yüzülüp etleri yenen ve kemikleri kırılan koyunlara” benzetmektedir.[21]
Kendisi de hâlini soran Minhâl b. Amr'a açık bir şekilde şu cevabı vermektedir:
Senin gibi Mısırlı büyük bir şahsın bizim durumumuzun nasıl olduğunu bilmeyeceğini düşünmezdim! Eğer anlamıyor ya da bilmiyorsan sana açıklayayım: Kavmimiz arasındaki durumumuz İsrailoğullarının Firavuncular arasındaki hâline döndü. Tıpkı oğullarının katledilip kadınlarının esir alındığı gibi, bunlar da minberlerinde büyüklerimize söverek düşmanlarımıza yaklaşmak istiyorlar…[22]
Bu gidişat İmam Bâkır (a.s.) zamanında da sürdü. Öyle ki Hişâm b. Abdülmelik, İmam Bâkır'ı (a.s.) oğlu İmam Sâdık (a.s.) ile birlikte Şam'a çağırdı ve Hazret'e Müslümanların ve etrafındakilerin yanında hakaret etmek için elinden gelen her şeyi yaptı.[23]
Bu gidişat Abbasilerin ve taraftarlarının hicrî 111 senesinde Haşimoğulları lehinde yaptıkları davetin açığa çıkmasına kadar devam etmişti.[24] Bu davete “er-Rıza min Âli Muhammed (a.s.)” şiarı ve Ehl-i Beyt'in (a.s.) mazlumiyetinin anlatılması eşlik etmekteydi. Ebu'l-Ferec İsfehânî bu konuda şunları yazıyor:
Velid b. Yezid katledildikten ve Mervanoğulları arasında ihtilaf baş gösterdikten sonra Haşimoğullarının davetçileri farklı bölgelere gittiler. İlk açıkladıkları şey de Ali b. Ebî Tâlib'in ve evladının faziletleriydi. Nasıl katledildiklerini, korku ve sürgüne maruz bırakıldıklarını anlatıyorlardı…[25]
Öte yandan bu alıntının da ifade ettiği üzere Emeviler ve ayrıca taraftarları arasında ihtilaf doğdu. Öyle ki Hişam'ın 125 yılındaki vefatından sonraki üç yıl boyunca Mervanoğullarından dört kişi iktidara geldi ve İslam memleketlerinde büyük bir kaos baş gösterdi. Medine gibi bazı büyük şehirlerde ve Mısır'da halk kendi yöneticilerini katlediyor ve şehirlerinden sürüyordu.[26]
Bu hadiselerle eş zamanlı olarak Zeyd b. Ali[27] ve Yahya b. Zeyd[28] gibi Aleviler ve Ca´fer Tayyar'ın torunlarından Abdullah b. Muaviye'nin[29] Emeviler karşısındaki ayaklanmaları da zayıflamalarına yol açmıştı.
Yaklaşık 25 yıl süren bu devrede ortaya çıkan bu etkenler Ehl-i Beyt'in (a.s.) maruz kaldığı baskının azalmasına neden oldu. Elbette bu hareket özgürlüğü göreceliydi, tüm tehditlerin yok olması ve takiyyenin tamamen ortadan kaldırılması anlamına gelmiyordu.
Ehl-i Beyt (a.s.) ve düşmanları arasındaki bu açık ve az çatışmalı ortam sürerken Abbasoğulları, önlerindeki engelleri kenara iterek hükümeti ellerine geçirmeyi başardılar. Abbasilerin ilk hükümdarı Ebu'l-Abbas Seffâh'ın iktidarı beş yıl sürdü ve Abbasi sultasının temellerinin sağlamlaştırılmasına sarf edildi. Bu dönemde Şii toplumu nisbî bir özgürlük içerisindeydi. Fakat Mansur Devanîkî'nin h. 136'da tahta oturmasıyla[30] yeni bir sayfa açıldı.[31] Mansur, iktidarını sağlamlaştırma stratejisi bağlamında iki siyaset izledi: topluma ekonomik baskı uygulama ve hükümetini tehdit eden muhaliflerini korkutma ve kan dökme. Aşağıdaki tarihî nakil Mansur'un bu siyasetini çok iyi yansıtmaktadır:
Mansur tarafından Mekke, Taif, Dımaşk ve Medine hâkimi olarak atanan amcası Abdüssamed b. Ali bir gün ona şöyle dedi:
İnsanlara öyle bir şiddetle saldırdın ki sanki af kelimesini hiç duymamış gibisin!
Mansur cevabında şöyle diyor:
Mervanoğullarının kemikleri daha çürümedi ve Âl-i Ebî Tâlib'in kılıçları henüz kınlarına girmedi! Biz de daha dün bizi normal insanlar ve bugün de halife olarak gören insanlar arasındayız. Bu durumda affetmeyi unutup ceza uygulamak dışında kalplere heybetimizi sokamayız![32]
O, özellikle İmam Sâdık (a.s.) ve Şiilerini takip ve baskı altına aldı ve hatta defalarca kez Hazret'i öldürmeyi planladı. Bunun örneklerini merhum Meclisî (r.a.) Bihârü'l-Envâr'ında ayrı bir bölümde toplamıştır.[33]
Mansur, İmam Sâdık'ın şehadeti hadisesinde Medine'ye, Hazret'in çocuklarından Şiilerin önderliğine her kim geçerse onu katletmekle görevlendirdiği casuslar yerleştirmişti. Tarihsel kayıtların tanıklığına göre Şiiler bu yönden çok şiddetli bir darboğaz içerisindeydiler.[34]
Bu baskı ortamı İmam Sâdık'tan (a.s.) sonra devam etmekle kalmadı arttı da. İmam Kâzım (a.s.), şerefli ömrünün uzun yıllarını zindanda geçirdi. Şartlar o denli zorlaşmıştı ki Abbasilerin veziri Yahya b. Hâlid Bermekî bunun tasvirinde şöyle diyor:
Ben Râfizilerin dinini ortadan kaldırdım, zira onlar dinin sadece yaşayan bir imam ile kâim olduğuna inanıyorlar. Fakat şimdi imamlarının diri mi ölü mü olduğunu bilmiyorlar![35]
İşte bu şartlar altında İmam Kâzım (a.s.) Hişâm b. Hakem gibi büyükleri fikir tartışmalarına girmekten alıkoymuştu[36] ve kelâmi konuları gündeme getirmesini kendi kanının dökülmesinde pay sahibi sayıyordu.[37] Vekâlet sistemi işte bu şartlar altında İmam Musâ Kâzım tarafından tesis edildi.
İmam Rızâ (a.s.) döneminde de, Hazret Medine'de bulunduğu sırada ve Harun Reşid'in hilafeti süresince her ne kadar imâmetini açıkça izhar etse de rivayetlerden anlaşıldığı üzere bu durum baskı ortamının hafiflemesinden değil de Hazret'in Harun'dan yana kendisine tehlike gelmeyeceği yönündeki ilahi iradeyi bilmesinden kaynaklanmaktaydı.[38] Fakat Harun'un ölümünden sonra, zahirde onurlandırma gerçekte ise gözetim altında tutma kastıyla Merv'e nakledilmiş ve dönemin Abbasi halifelerince doğrudan kontrol altında tutulmuştur.
Memun, İmam Cevâd'ı (a.s.) Bağdat'a çağırmış ve kızı Ümmü Fazl'ı O'nunla evlendirmiştir. Her ne kadar İmam Cevâd kısa bir süre sonra Memun'un kızıyla Medine'ye geri döndüyse de Mu´tasım'ın emriyle tekrar Bağdat'a getirilmiştir.[39] Ehl-i Beyt (a.s.) ve Şiileri karşısındaki pek çok cinayeti tarih sayfalarına kaydedilmiş olan Mütevekkil ise Medine hâkimi Abdullah b. Muhammed'in İmam Hâdî'ye (a.s.) iftirasından sonra O'nu teselli etme bahanesiyle Samerra'ya çağırmıştır.[40]
İmam Hasan Askerî (a.s.) zamanında baskı zirve yapmıştı ve Abbasi sarayının casusları Hazret'in evini anbean takip etmekteydi. Onu birkaç kez zindana atmışlar ve orada da kendisini izleyen casuslar görevlendirmişlerdi.[41]
Şii toplumunun vaziyetini genel bir şekilde öğrendikten sonra bu havanın İmam'ın kim olduğunun teşhisini nasıl etkilediği sorusunun cevabını arayacağız.
3. Şiilerin İmam'ın teşhisinde yaşadıkları şaşkınlıkta takiyyenin etkisi
Bahsi geçen bilgiler ışığında anlaşılmaktadır ki baskı ortamı ve bunun yol açtığı takiyye, İmam'ın herkese tanıtılmasına imkân vermediği gibi Şiilerin bu konuda kâmil bir araştırma yapmalarına da engel olmaktaydı. Bu durum Şiilerin hassas yerlerde İmam'ın teşhisinde şaşkınlık yaşamalarına yol açıyordu. Genel olarak bu etkenlerin Şiilerin imamlarına olan itikad ve eğilimlerinde iki türlü tesiri olduğunu söyleyebiliriz:
3-1: Takiyye atmosferinin ve bunun gerekli kıldığı şartların İmamların çevresindekilerce anlaşılamaması ve İmam'ın liyakatinden şüphe doğurması
Rivayetlerden anlaşıldığı üzere İmamlar (a.s.) konuları muhataplarının fikrî atmosferlerine uygun olarak ve takiyye şartlarına uyarak aktarmaktaydılar.[42] Bu bağlamda bazı kişiler İmam'ın (a.s.) cevaplarının farklılığını gördüklerinde ilminden ve bunun sonucunda da haklılığından şüpheye düşüyorlardı. Bu konunun şahidi olarak Musa b. Uşeym ve Ömer b. Riyah'ın tepkilerini gösterebiliriz. İbn Uşeym her ne kadar kısa bir süre sonra hakikati teşhis edebilmişse de, İmam Sâdık'ın bir soru karşısındaki ihtilaflı cevaplarını gördüğünde başta şüpheye düşmüş ve dinî maarifi elde etmek için Hazret'e müracaat etmekle hata ettiğini düşünmüştür.[43]
Fakat herkes İbn Uşeym gibi hakikati derk etme kudretine sahip değildi. Ömer b. Riyah gibileri yollarını değiştirmiş ve bir topluluğu da beraberlerinde sürüklemişti.
Keşşî bu macerayı şu şekilde anlatıyor: İbn Riyah İmam Sâdık'a bir sene arayla iki kez aynı soruyu yöneltiyor ve O da birbirinden tamamen farklı iki cevap veriyor. İbn Riyah bu farklıktan şaşkınlığa kapılarak bunun delilini soruyor ve İmam Sâdık (a.s.) da takiyye gereği olduğu yanıtını veriyor. Fakat o takiyyeyi sadece muhatabın doğru inançlı olmayışı ya da üçüncü bir yabancı kişinin bulunması durumunda caiz bildiğinden ve iki şıkkın da söz konusu olmadığını düşündüğünden, İmam'ın davranışını ilmî eksikliğine yormuş, imametine inançtan el çekerek Betriyye taifesine katılmış ve az da olsa bir grubu kendisiyle beraber götürmüştür.[44]
3-2: İmam'ın kendi vasisini açık bir şekilde tanıtma imkânından yoksunluğu
İbn Bâbeveyh'in işaret ettiği üzere korku ve takiyye etkeni Şiilerin rivayetlerin farklılığı vasıtasıyla şaşkınlığa düşmelerinde temel ve benzersiz bir rol oynamaktaydı.[45] Tabresî (r.a.) de İmamların (a.s.) imametlerinin mütevatir rivayetlere rağmen tanınmamasına sebep olarak, azamet ve faziletlerinin açıklanmasına -nerede kaldı ki onların tüm mahlûkattan üstün ve herkesin imamı oldukları beyan edilsin- engel olan korku ve takiyye şartlarını saymaktadır.[46] Şeyh Hürr-i Âmilî de korku ve takiyyeyi İmamların imametine işaret eden nasların ve mucizelerin izhar edilmeyişindeki tayin edici etken olarak kaydeder.[47]
İmamlar (a.s.) Şiilerin inanç temellerini muhalifleri ve âşina olmayan kişiler karşısında inkâr etmiş ve Şiilerin her yerde bu konuları izhar etmelerinden hoşnutsuzluklarını ortaya koymuşlardır.[48] Rivayetlere bakıldığında toplumdaki baskı ortamının azalıp çoğalmasıyla İmamların da imamet konusunu açıklayıp gizlemeleri durumunun değiştiği anlaşılmaktadır. Örnek olarak Yezid b. Süleyt, kendisinin ve babasının İmam Sâdık ve İmam Kâzım (a.s.) ile hatırasını ve bu esnada İmam Kâzım'ın gerçek vasi olduğunu kavradığını anlatırken, O'ndan da kendi vasisinin kimliğini bildirmesini istediğini kaydeder. İmam Kâzım cevabında kendi zamanının şartlarının değerli babasının şartlarından tamamen farklı olduğunu ve bu nedenle kendi vasisini tanıtmaktan el çektiğini hatırlatır, sadece İbn Süleyt hüsnüniyetini ve İmam'a duyduğu sevgiyi vurguladıktan sonradır ki Ali b. Musa Rıza'yı tanıtmaya razı olur.[49] İşte bu şartların muvacehesinde İmamlar (a.s.) vasilerini tanıtmak için güvenilir sırdaş bulduklarında, bu bilgilerin itimada layık kişiler dışında kimseyle paylaşılmamasını kuvvetle vurguluyorlardı. Şiiler de bunun mukabilinde bu sırrı başkalarıyla paylaşmak için izin istemekteydiler.[50] Hatta öyle ki Zürare (r.a.) İmam Sâdık'ın (a.s.) şehadetine denk gelen kendi ölüm yatağında takiyye ve izinsiz olması nedeniyle Şiilerin yanında bile İmam Musa Kâzım'ın (a.s.) ismini vermekten kaçınmıştır.[51]
Tarihsel veriler baskı ortamı ve takiyye ile Masumların imametlerinin müphem kalmasının arasındaki ilişkinin perdesini açık şekilde kaldırmaktadır. Aşağıdaki örnekler bu iddiaya tanıktır:
Evvelen: İmam Hüseyin'in (a.s.) şehadetinden sonra imamet meselesi gizli kalmıştı. İmam Seccâd (a.s.) sıkı bir takiyye perdesi içerisindeydi ve işlerini sınırlı sayıdaki Şiileriyle yönetmekteydi.[52] Hiç şüphesiz bu atmosfer yüzünden Muhammed b. Hanefiyye için durum başta karışık gözükmüş ve kendisini İmam Hüseyin'in (a.s.) halifesi saymıştı, fakat İmam Zeynelâbidîn'in (a.s.) kerametine tanık olduktan sonra hakikate vakıf oldu[53] ve Ebu Hâlid Kabulî gibi kişileri de doğruya yöneltti.[54]
İkinci olarak: Câbir b. Abdullah Ensarî ile İmam Bâkır (a.s.) arasındaki maceradan ve Câbir'in Hz. Peygamber'in selamını İmam'a ulaştırmasından sonra İmam Seccâd (a.s.) oğluna bir müddet evinden çıkma izni vermemişti.[55]
Üçüncüsü: İmam Cevâd (a.s.) on yaşına kadar takiyye halindeydi, imametini açıkça izhar etmiyordu.[56]
Dördüncü nokta: Şiiler, İmam Hâdî (a.s.) dönemindeki baskıcı hava nedeniyle yaşı yirmiyi geçmiş olmasına rağmen İmam Askerî'nin (a.s.) varlığından haberdar değillerdi.[57]
Beşincisi: Bazı rivayetlere göre İmam Hasan Askerî'nin (a.s.) imameti döneminde de Hazret'in ilahi hüccet oluşundan bahsetmenin akıbeti ölümden başka bir şey değildi.[58]
Altıncısı: En açık tanıklıklarından birini Hişam b. Salim'in İmam Sâdık'ın şehadeti hadisesiyle karşılaştığı esnada, İmam Kâzım'ın (a.s.) imametinin söz konusu edilmesinde anlattıklarından çıkarabiliriz.[59] Bu tarihsel naklin gösterdiği atmosfer Şii toplumu üzerindeki baskıyı ve bunun Şiilerin imamlarını bulmalarında oynadığı etkiyi çok açık bir şekilde aydınlatmaktadır. Hişam bu naklinde, Mansur Devânîkî'nin casuslarının İmam Sâdık'ın (a.s.) halifesini bulma ve boynunu vurma amacıyla Medineli Şiileri takipte gösterdikleri telaşı, kendisinin İmam'ın gerçek vasisini bulmak için ölümü göze alışını ve hatta bu yolda kendisiyle beraber olmasını Mümin-i Tâk'ın engellediğini anlatmaktadır. Hişam'ın bu girişiminden sonra İmam Kâzım (a.s.) kendi elçisini ona gönderiyor ve yine de işin başında imametini açıklamaktan çekiniyor. İmametini açıkladıktan sonraysa Hişam'ı bunu ehil olmayanlara ifşadan men ediyor.
Yedinci nokta: Bu şartlar o derece etkiliydi ki Şiilerin çoğu takiyyeyi zaruri saymaktaydı. Hatta İmam Rıza (a.s.) Harun zamanında kendi imametini çekinmeden ortaya koyduğunda bazı Şiiler içtenlikle bu işin Hazret'in hayatını tehlikeye atacağı uyarısında bulunmuştu (!)[60]. Vâkıfiyye ashabı gibi diğer bir bölümü de geçmiş İmamlar baskı dönemlerinde imametlerini gizlediğinden, bu durumu Hazret'in iddiasının geçersizliğine delil saymıştır.[61]
Sekizinci olarak: Şiiler bazı durumlarda, İmamlarından özellikle imamet hususunda aldıkları cevaplarının takiyyeden tamamen uzak olduğuna inanmak için vurgulama, yemin ve diğer yöntemlerle kendi sadakat ve iyi niyetlerini özellikle arz etmek yoluna başvurmaktaydı.[62]
Sayısı az olmayan bu ve benzer aktarımlar, Şiilerin imamın misdakını teşhis etmede bocalamalarındaki baskı ortamının etkisini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Her halükarda takiyyenin bu ortamda oynadığı önemli rol nedeniyle, İmamların (a.s.) isimlerinin ya da hazırdaki İmam'ın ardılının kimliğinin aktarıldığı rivayetler[63], Ehl-i Beyt'in (a.s.) güvenini kazanmış sınırlı sayıdaki şahsiyet arasında çok titiz bir şekilde korunan bir sır olarak elden ele nakledildi ve genelin ve hatta bazı durumlarda bazı seçkinlerin bilgisi dışında kaldı.[64] Pek çok farklı rivayette İmamların sayısı ilahi esrar arasında gösterilmiş ve bunun herkese açıklanmaması şiddetli bir şekilde vurgulanmıştır. Buna örnek olarak içeriğinde On İki İmamın (a.s.) isimlerinin zikredildiği Levh(a) Hadisine işaret eden rivayetten sonra İmamın muhataplarına şunu buyurmasını gösterebiliriz:
Bu nokta ilahi sırlardan, ilahi dinden ve ilahi meleklerin dinindendir; öyleyse bunu ehlinden ve ilahi evliyanın dışındakilerden gizle.[65]
Başka bir rivayete göreyse Yunus b. Zabyan İmam Sâdık'ın (a.s.) huzuruyla müşerref olduğunda teşbih hakkında sorular sorar. Hazret şüphelerine cevap verdikten sonra şöyle buyurur:
Ey Yunus, ne zaman gerçek ilim talep edersen bil ki biz Ehl-i Beyt nezdindedir, zira şüphesiz biz onu miras aldık ve hikmetin aydınlık yolu ve faslu'l-hitab bize verilmiştir.
Yunus burada “Tüm Ehl-i Beyt, Ali ve Fâtıma'nın (a.s.) bütün çocukları da bunu miras aldılar mı?” diye sorar. Hazret cevabında bu mirasın On İki İmamın mirası olduğunu söylemiş ve Yunus'un ricası üzerine isimlerini tek tek saymıştır. Yunus bunun devamında şöyle der: “Siz geçtiğimiz gün Abdullah b. Sa'd'a başka bir cevap vermiştiniz sanki?” Hazret bunun cevabında iddiamızı destekleyen bir noktaya işaret ediyor:
Her kişinin bir kapasitesi ve her sözün de bir zamanı vardır, sen sorduğun sorunun liyakatine sahipsin, öyleyse onu ehlinin dışındakilerden gizle![66]
Bu konudaki başka bir tanığımız da Cabir b. Abdullah Ensarî'den On İki İmamın (a.s.) isimleri hakkında nakledilen iki ünlü rivayettir. İlk rivayet “ulu'l-emr” ayetinin nüzul sebebi hakkındadır.[67] Bu rivayetteki râvî silsilesini Cabir Cu'fî, Yunus b. Zabyan ve Mufazzal b. Ömer gibi sır ashabının oluşturmasına ilaveten Hz. Peygamber, ulu'l-emrin isimlerini Cabir'e saydıktan sonra şöyle buyuruyor:
Ey Cabir! Bu konu gizli ilahi sırlardan ve ilahi ilmin hazinesindendir, öyleyse onu ehlinden başkasından gizle![68]
Diğer rivayet Cabir'den nakledilen Levh Hadisidir. Bunun farklı nakillerinden birinin zeylinde Ebu Basir, Abdurrahman b. Salim için bu rivayeti İmam Sâdık'ın (a.s.) diliyle açıkladıktan sonra ona şöyle diyor:
Eğer tüm ömründe sadece bu hadisi işitmiş olsan sana yeter, öyleyse onu ehil olanlar dışındakilerden gizle![69]
Bahsi geçenlerin dışında başka bir kanıt olarak da İmam Sâdık'ın (a.s.) diğer bir rivayetine işaret edilebilir. Burada İmam, Hişam b. Hakem'e şöyle buyurmaktadır: “Habil'in Kabil tarafından öldürülmesinden sonra vasi ve ilahi hüccet nassındaki sünnetullah, gizlilik ve sır üzerinedir.”[70]
İmamların (a.s.) isimlerinin gizlenmesi emri o derecedeydi ki bazı durumlarda imametin nasba dayanması ve imamın önceden tayini gaflet konusu oluyordu ve İmamlar bazı durumlarda bunu hatırlatmak zorunda kalıyorlardı. İmam Sâdık'ın (a.s.), imameti kendi neslinde karar kıldığı için İmam Hüseyin'i (a.s.) adaletsizlikle (!) itham etmesi karşısında Abdullah b. Hasan'a verdiği cevabı buna örnek verebiliriz: “Bu durum ne Peygamber'in, ne Emirülmüminin'in ne de Hüseyin'in (a.s.) elindedir, onlar kendi vasilerini ilahi emir ile tanıtıyorlardı.”[71]
Başka bir yerde İmam Sâdık (a.s.) İsmail'in vefatında başsağlığı dilenmesi esnasında Mufazzal b. Ömer'e şöyle buyurmaktadır:
Şüphesiz biz İsmail ile musibete uğradık ve sabrettik. Sen de bizim gibi sabret. Biz bir şey diledik ve Allah azze ve celle de bir şey diledi, biz de Yüce Allah'ın emrine teslim olduk.[72]
Veyahut İmam Kâzım'ın (a.s.) İbn Süleyt'in kendisine halifesini sorması karşısında verdiği şu cevap:
İmamet meselesi kendi elimde olsaydı Kasım'a duyduğum muhabbet ve merhamet gereği onda karar kılardım, fakat bu iş Yüce Allah'ın elindedir ve onu nerede isterse orada kılar.[73]
Ve merhum Kuleynî'nin Hüccet kitabının altmışıncı bölümü olan “babu enne'l-imâmete ahdun mine'l-lâhi azze ve celle me'hûdun min vâhidin ilâ vâhid (a.s.)” başlığı altında topladığı rivayetler iddiamıza tanıktır.[74]
Bu bağlamda başka rivayetlere de işaret edilebilir[75] fakat sözü uzatmamak için onlara yer vermiyoruz.[76]
Sonuç
Şii toplumunun genelinin ve hatta bazı seçkinlerinin İmamın misdakını teşhiste yaşadıkları inkârı mümkün olmayan şaşkınlık, öncelikle zalim hükümdarların baskısından kaynaklanan ortamdan ve takiyyeden kaynaklanmaktaydı. Bu atmosfer bir yandan hakikatin İmamlar ve bilinçli havas tarafından açıklanmasını zorlaştırırken öte yandan da gerçeğin Şiiler tarafından araştırılması imkânını sınırlamaktaydı. Bu vaziyet İmamların isimlerinin gizli kalmasında ve Ehl-i Beyt'in (a.s.) güvenini kazanmış Şiiler arasında kulaktan kulağa aktarılan bir sır haline gelmesinde önemli bir etken olmuştur. Bununla birlikte makalemizin girişinde de belirttiğimiz üzere bir grup araştırmacı, Şiilerin bu bocalamasına delalet eden rivayetlerin İmamların isimlerini açıklayan hadislerin uydurma olduğunu gösterdiği inancındadır. Onların bu iddialarına tek delilleri bu iki grup rivayet arasında çelişki olduğunu varsaymalarıdır, oysaki bu çelişkinin halli mümkündür ve bu iki rivayet grubunun sıhhati her türlü belirsizlikten uzaktır.
Bununla birlikte takiyye meselesi İmamın misdakının tanınmasında doğan tereddütte asli rolü oynamaktaysa da tek etken değildi ve bunun yanında farklı sebepler de söz konusuydu. Bunlara değinmek ise başka bir incelemeyi gerektirmektedir.
Çeviri: Ozan Kemal Sarıalioğlu
Medya Şafak
Kaynakça:
İbn Babaveyh, Ali b. Hüseyin, el-İmame ve't-Tebsıre mine'l-Hayre, Medresetü'l-İmami'l-Mehdî, Kum, h. 1404.
İbn Sa'd, Muhammed, el-Tabekâtu'l-Kübrâ, Dâr-i Sâdır, Beyrut, ts.
İbn Şehrâşûb, Reşidüddin Muhammed b. Ali, Menâkıbu Âli Ebî Tâlib, İntişarat-ı Allâme, Kum, tarihsiz.
İbn Vâzih, Ahmed b. Ebî Yakub, Târîhu Ya'kûbî, Menşûrâti'ş-Şerîf er-Râzî, Kum, h. 1414.
İsfehânî, Ebû'l-Ferec, Mekâtilu't-Tâlibiyyin, Dâru'l-Kitâb, Kum, h.ş. 1385.
Behrânî, Seyyid Hâşim, Medinetu Meâcizi'l-Eimmeti'l-İsnâ Aşer, Müessesetü Te'limâti İslâmî, Kum, h. 1413.
Hillî, Hasan b. Süleyman, Muhtesaru'l-Besâir, Müessese-yi Neşr-i İslâmî, Kum, h. 1421.
Hürrü Âmulî, Muhammed b. Hasan, İsbâtu'l-Hüdât bi'n-Nusûs ve'l-Mu'cizât, A'lemî, Beyrut, h. 1425.
Hazzâz Kummî, Muhammed b. Ali, Kifâyetü'l-Eser fi'n-Nassi alâ'l-Eimmeti'l-İsnâ Aşer, Bîdâr, Kum, h. 1401.
Hûî, Ebu'l-Kâsım, Mu'cemi Ricâli'l-Hadis, Merkez-i Neşr-i Ferheng-i İslâmî, h. 1413.
Siyûtî, Celaleddin, Târihu'l-Hulefâ, Metâbi', Beyrut, ts.
Sadûk, Muhammed b. Ali b. Bâbeveyh, el-Hisâl, Camiatü Müderrisin, Kum, ş. 1362.
--------, Uyûnu Ahbâri'r-Rızâ (a.s.), Neşr-i Cihan, Tehran, h. 1378.
--------, Kemâluddîn ve Temâmu'n-Ni'me, İslamiyye, Tahran, h. 1395.
Tabresî, Fazl b. Hasan, A'lâmu'l-Verâ bi-A'lâmi'l-Hudâ, 3. Baskı, İslâmiyye, Tahran, h. 1390.
Taberî, Muhammed b. Cerîr, Târîhu Taberî, Müessesetü'l-A'lemî, Beyrut, ts.
--------, Delâilu'l-İmâme, Bi'set, Kum, h. 1413.
Tûsî, Muhammed b. Hasan, İhtiyâru Ma´rifeti'r-Ricâl (Ricâl-i Keşşî), Müessese-yi Neşr-i Dânişgâh-i Meşhed, h. 1409.
Kâtib, Ahmed, Tetavvuru'l-Fikri's-Siyâsiyyi'ş-Şîî mine'ş-Şûrâ ilâ Vilâyeti'l-Fekîh, Dâru'l-Cedîd, Beyrut, h. 1998.
Kuleynî, Muhammed b. Ya´kûb, el-Kâfî, Dâru'l-Hadîs, Kum, h. 1429.
Meclisî, Muhammed Bâkır, Mirâtu'l-Ukûl fi Şerhi Ahbâri Âli'r-Rasûl, h. 1404.
---------, Bihâru'l-Envâr, Dâru İhyâi't-Turâsi'l-Arabî, Beyrut, h. 1403.
Mes´ûdî, Ali b. el-Huseyn, Murûcu'z-Zeheb, Dâru'l-Hicre, Kum, h. 1404.
----------, İsbâtu'l-Vasıyye, Ensâriyân, Kum, h. 1426.
Müfîd, Muhammed b. Muhammed, el-İrşâd fi Ma´rifeti Hucecillâhi ale'l-İbâd, Kongre-yi Şeyh Müfîd, h. 1413.
--------, Tashihü'l-İ´tikâdâti'l-İmâmiyye, Kongre-yi Şeyh Müfîd, h. 1413.
Nevbahtî, Hasan b. Musa, Firaku'ş-Şîa, Dâru'l-Ezvâ, Beyrut, h. 1404.
[1] Kum İlim Havzası, İmamet Araştırmaları Merkezi'nden mezun.
[2] Bkz. Ahmed Kâtib, Tetavvuru'l-Fikri's-Siyâsiyyi'ş-Şîî mine'ş-Şûrâ ilâ Vilâyeti'l-Fekîh, s. 110-112 ve ayrıca bkz. Sadûk, Muhammed b. Ali, Kemâlüddin ve Temâmü'n-Ni´me, 1 / 74'te Zeydiyye'den nakille.
[3] Takiyye kavramın açıklanmasında birkaç tanım yapılmıştır, fakat bu makalemizde kastedilen merhum Şeyh Müfid'in tanımıdır, yani Hakkın gizlenerek buna inancın örtülmesi ve muhaliflerin karşısındaki gizliliktir. Bkz. Müfid, Muhammed b. Muhammed, Tashihu İ´tikâdâti'l-İmâmiyye, s. 137.
[4] Hûyî, Ebû'l-Kâsım, Mu´cemu Ricâli'l-Hadîs, 15 / 237.
[5] Sadûk, Muhammed b. Ali b. Bâbeveyh, a.y., 1 / 75.
[6] Kuleynî, Muhammed b. Ya´kûb, el-Kâfî, 2 / 321.
[7] Bu konuda Zürare hakkında da İmam Kâzım'ın imâmetinden şüphe duyduğu anlamı çıkarılabilecek rivayetler nakledilmiştir. Bkz. Keşşî, Muhammed b. Ömer, İhtiyâru Ma´rifeti'r-Ricâl (Ricâl-i Keşşî), s. 155. Fakat onun hakkındaki diğer rivayetlere ve İmam Rıza'dan (a.s.) yapılan nakle dikkat edildiğinde bu çıkarım zayıflamaktadır. Bkz. Sâduk, Muhammed b. Ali b. Bâbeveyh, a.y. 1 / 75.
[8] Nevbahtî, Hasan b. Musa, Firaku'ş-Şîa, 82.
[9] Bkz. Taberî, Muhammed b. Cerir, Delâilü'l-İmâme, s. 388; Keşşî, Muhammed b. Ömer, a.y., s. 596; Nevbahtî, a.y., s. 86.
[10] Sadûk, Muhammed b. Ali, a.y., 1 / 222.
[11] Kuleynî, Muhammed b. Ya'kûb, a.y., 3 / 555.
[12] İbn Şehrâşûb, Muhammed b. Ali, Menâkıbu Âli b. Ebî Tâlib, 4 / 33.
[13] Hûî, Ebu'l-Kasım, a.y., 15 / 132.
[14] Keşşî, Muhammed b. Ömer, a.y., s. 75.
[15] A.y., s. 119.
[16] A.y., s. 123.
[17] Haccâc döneminin şartlarını daha iyi kavramak için bkz. Mes´ûdî, Ali b. Hüseyn, Mürûcu'z-Zeheb, 3 / 166-167.
[18] Burada kastedilen irtidad Ehl-i Beyt'in (a.s.) etrafından dağılmaktır.
[19] Keşşî, Muhammed b. Ömer, a.y., s. 123.
[20] Mes´ûdî, Ali b. Hüseyn, İsbâtü'l-Vasiyye li'l-İmâm Ali b. Ebî Tâlib, s. 168.
[21] Sadûk, Muhammed b. Ali, el-Hisâl, 1 / 339.
[22] Muhammed b. Sa´d, el-Tabekâtü'l-Kübrâ, 5, 220.
[23] Taberî, Muhammed b. Cerir, Delâilü'l-İmâme, s. 233.
[24] İbn Vâzih, Ahmed b. Ebî Ya´kûb, Tarîhu Ya´kûbî, 2/319. Taberî, Abbasilerin davetinin başlangıcını 100 senesi olarak kaydetmiş ve Süleyman b. Kesir Huzaî'yi Muhammed b. Ali b. Abdullah b. Abbas'ın vekillerinden biri saymıştır (Taberî, Muhammed b. Cerir, Tarîhu Taberî, 5/316). Fakat Ya´kûbî, Süleyman b. Kesir'in Haşimoğulları için başlattığı davetin zuhurunu 111 yılı olarak kaydetmiştir. Bu iki görüşü başlangıç ile ortaya çıkma (zuhur) kelimelerini farklı sayarak uzlaştırabiliriz. Kesin olan Abbasilerin bu davetlerinin Emevileri tehdit ettiği ve zayıflattığıdır.
[25] İsfahânî, Mekâtilu't-Tâlibiyyîn, s. 158.
[26] İbn Vâzıh, Ahmed b. Ebî Ya´kûb, a.y., 2/331-349.
[27] Şehadeti hicrî 121 senesi. (Taberî, Muhammed b. Cerir, a.y., 5/482).
[28] Şehadeti h. 125 (a.y., s. 536).
[29] Kıyamı h. 127 (a.y., s. 599).
[30] İbn Vâzıh, Ahmed b. Ebî Ya´kûb, a.y., 2/364.
[31] “Abbasiler ile Aleviler arasındaki ilk fitne Mansur ile başladı. Bundan önce birlikteydiler.” (Süyûtî, Celâlüddîn, Târîhu'l-Hulefâ, s. 285).
[32] Süyûtî, Celâlüddîn, a.y., s. 291.
[33] Meclisî, Muhammed Bâkır, Bihârü'l-Envâr, 47, s. 162-213.
[34] Keşşî, Muhammed b. Ömer, a.y., s. 282.
[35] A.y., s. 266.
[36] A.y., s. 270.
[37] Hişâm'ın kelâmi tartışmalardan men edildiğinin inkârı mümkün olmamakla birlikte onun bu emre uyup uymadığı tartışmalıdır. Allame Meclisî Kâfî'ye yazdığı şerhinde Hişâm'ın bu hatasını kabul etmektedir. (bkz. Meclisî, Muhammed Bâkır, Mirâtü'l-Ukûl, 2 / 277.)
[38] Kuleynî, Muhammed b. Ya´kûb, a.y., 15 / 584.
[39] A.y., 2 / s. 108.
[40] Müfîd, Muhammed b. Muhammed, el-İrşâd.
[41] Tabresî, Fazl b. Hasan, İʿlâmü'l-Verâ bi-Aʿlâmi'l-Hüdâ, s. 373.
[42] Kuleynî, Muhammed b. Ya´kûb, 1 / 661.
[43] A.y.
[44] Keşşî, Muhammed b. Ömer, a.y., s. 237.
[45] İbn Bâbeveyh, Ali b. Hüseyn, el-İmâme ve't-Tebsıra mine'l-Hayre, s. 9.
[46] Tabresî, Fazl b. Hasan, a.y.
[47] Hürr Âmilî, Muhammed b. Hasan, İsbâtü'l-Hüdât, 1 / s. 38.
[48] Kuleynî, Muammed b. Ya´kûb, a.y., 1 / 577.
[49] A.y., 2 / 79.
[50] A.y., 2/82 ve 194 ve ayrıca Mesudî, Ali b. Hüseyn, a.y. s. 194.
[51] Sadûk, Muhammed b. Ali, Kemâluddîn, 1 / 75.
[52] Mes'ûdî, a.y., s. 168.
[53] Kuleynî, Muhammed b. Ya´kûb, a.y., 2 / 182.
[54] Keşşî, Muhammed b. Ömer, a.y. s. 120.
[55] Mes'ûdî, a.y., s. 177.
[56] A.y., s. 223.
[57] Kuleynî, a.y., 2 / 116.
[58] Mes'ûdî, a.y., s. 251.
[59] Kuleynî, a.y., 2 / 191.
[60] A.y., 2 / 568 ve 15 / 584.
[61] Keşşî, a.y., s. 464.
[62] Kuleynî, a.y., 2 / 274 ve 2 / 78.
[63] Tüm İmamların isimlerinin ya da bir İmamın önceki İmam tarafından tanıtıldığı rivayetlerin tamamı.
[64] Bu açıklamayla birlikte Emirülmüminin, Hasaneyn ve İmam Seccad'ın (a.s.) imâmetinden haber veren rivayetlerin çoğunun sonradan nakledilen aktarımlar olduğu, bir ifadeyle kullanma zamanlarının geçtiğini söyleyebiliriz. (bkz. a.y., 2 / 19-55) Aynı şekilde İmamların vasileri hakkında nakledilen hadislerin çoğu imâmet makamının tasrihinden çok gerçekte zahirî vasiyetlere delalet etmektedir. Sadece Şiilerin havas grubu, İmamların farklı açıklamaları ile bu zahiri vasiyetlerin imâmet makamını gösterdiğini teşhis edebilmekteydi. Fakat halkın geneli bunu genel vasiyete hamlediyordu. (bkz Kuleynî, a.y., 2 / 269-271) Kâfî'nin on iki babındaki bu türden hadislerin genel bir incelenmesi yukarıdaki delilleri kuvvetlendirmektedir. (bkz. a.y. 2/19-125)
[65] Sadûk, a.y., 1 / 313.
[66] Hazzaz Kummî, Ali b. Muhammed, Kifâyetü'l-Eser, s. 259.
[67] Nisa, 59.
[68] Hazzaz Kummî, a.y., s. 55.
[69] Kuleynî, Muhammed b. Ya´kûb, a.y., 2 / s. 686.
[70] Hillî, Hasan b. Süleyman, Muhtesaru'l-Besâir, s. 290.
[71] Kuleynî, a.y., 2 / 215.
[72] A.y., 3 / 237.
[73] A.y., 2 / 78.
[74] A.y., 1 / 692-697.
[75] Bkz., a.y., 2 / 64 ve 191.
[76] On İki İmamın isimleri hakkındaki rivayetlerin incelenmesi ve bu konudaki muhtemel şüphelerin cevabı başlı başına ayrı bir risale gerektirmektedir.