ÖZEL: On İki İmam'ın imâmeti üzerine yeni bir delil

ÖZEL: On İki İmam'ın imâmeti üzerine yeni bir delil
Üçüncü karine ise; insanlık tarihinde harikulâde ve eşsiz bir hakikat olup, bir soyda birbiri ardınca ve muhaliflerinin dahi, kendilerinin ilim, ahlâk ve ibadetteki azametlerini kabul ettiği on iki yüce şahsiyetin zuhur etmiş olmasıdır. Bugüne dek istinad edilmemiş bu üçüncü karinenin varlığı, ilk iki müjdenin şahsa münhasır gerçek misdakının ortaya çıkmasını sağlamaktadır

 

 

ON İKİ İMAM’IN İMÂMETİ ÜZERİNE YENİ BİR DELİL

 

 

Faslnâme-i İmâmet-pejûhî

 

2. Yıl, 8. Sayı

 

Sayfa 167-204

 

Mesut İmâmî[1]

 

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

 

 

ÖZET

 

Bu makalede karine yönteminin esaslarına ve üç karinenin birbiriyle birleştirilmesine dayanılarak On İki İmam’ın İmâmetine dair yeni bir delil sunulmuştur. Yazar ilk olarak [meseleye yönelik] epistemolojik karine yöntemini açıklamaya çalışmış, ardından üç karine zikretmiştir: Birinci karine; Tevrat’ta İsmail’in soyundan On İki Önder’in doğacağının müjdelenmesi, ikinci karine; Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a), kendisinden sonra ümmetin içinde On İki Halife’nin zuhur edeceğini müjdelemesi, -ki bu, Ehl-i Sünnet’in en muteber kaynaklarında da zikredilmiştir-, üçüncü karine ise; insanlık tarihinde harikulâde ve eşsiz bir hakikat olup, bir soyda birbiri ardınca ve muhaliflerinin dahi, kendilerinin ilim, ahlâk ve ibadetteki azametlerini kabul ettiği on iki yüce şahsiyetin zuhur etmiş olmasıdır. Bugüne dek istinad edilmemiş bu üçüncü karinenin varlığı, ilk iki müjdenin şahsa münhasır gerçek misdakının ortaya çıkmasını sağlamaktadır.

 

 

Anahtar Kelimeler: On İki İmam, Tevrat, İsmail, On İki Halife, Ehl-i Sünnet.

 

 

MUKADDİME

 

 

 

Bu makalede On İki İmam’ın İmâmeti konusunda sunulan delilin, aklî ve naklî birkaç öncülü bulunmaktadır. Mezkûr delilin naklî öncülleri, geçmişten şimdiye dek Şiî âlimlerin ve mütekellimlerin, İmâmeti ispatlamak amacıyla öne sürdükleri öncüllerdir. Ancak aklî (rasyonel) öncülü -ki bu başlı başına bağımsız olup, naklî öncüllere ihtiyaç duymayan bir delildir- ve bunun naklî öncüllerle bir araya getirilmesi, İmâmete yönelik bahislerin ele alındığı tarih boyunca ya rastlanılır bir durum değildir ya da yazar bu konuda herhangi bir bilgiye ulaşamamıştır. Bundan dolayı elinizdeki makalede sunulan delilin, On İki İmam’ın İmâmeti hakkında yeni bir delil olduğu iddia edilebilir.

 

Bu makalenin, açıklamayı amaçladığı söz konusu delil, özel epistemolojik temellere dayalıdır. Bu sebeple ilk olarak delilin epistemolojik temelleri özet bir şekilde beyan edilmeli, ardından mezkûr delil açıklanmalıdır.

 

 

EPİSTEMOLOJİK TEMELLER

 

 

Bu makalede sunulan delilin epistemolojik varsayımı, [On İki İmam’ın İmâmeti konusunda] zanların birikmesinden[2] hâsıl olan delillerin itibarını/geçerliliğini ifade eder. “Karinecilik” olarak da adlandırılabilecek bu yönteme göre; muteber deliller, neticesinin, mantıksal ve matematiksel öncüllere dayalı kesin bilginin olduğu delillere münhasır değildir. Bilakis, muteber bir delilin sonucu, bazen vicdânî bir bilgi ve itminân da olabilir. Bir varsayımın ilmî ispatı için, başlı başına her delilin böyle bir neticeye [mantıksal ve matematiksel neticeye] ulaşması da gerekmez. Aksine, hiçbirinin tek başına kesin bir bilgi sunmayıp, tatmin edici olmadığı halde, toplamda, [diğer] karinelerin [de] bir araya getirilmesiyle birlikte zanların üst üste yığılmasını sağlamaları, böylece kesin bilgiye ya da vicdânî bir itminâna ulaştırmaları mümkündür. İnsanlar kişisel, sosyal ve hatta bilimsel yaşamlarında hakikate ulaşma konusunda karinecilikten büyük ölçüde faydalanmaktadırlar. Çağdaş âlimlerden biri, dinsel inançlara ulaşmak hususunda aşağı yukarı bu yöntemden faydalanmıştır.[3]

 

Elbette pratikte, karmaşadan kurtulmak noktasında, [yakînî değil] ihtimâlî bir bilgi sunan “tercih edenin (râcih), tercih ettirici bir unsur (müreccih) olmaksızın bir yolu diğer yollara tercih etmesi” şeklindeki yöntem de yeterli olup, kesin bilgiye ve vicdânî bir itminâna lüzum yoktur. Ancak bu yöntem, kendisine uygulandığı konuyu her zaman ilmî bir ispata ulaştırmaz. Yine de, tercih edilen ihtimâle dayanarak dine bağlı kalmayı, ona [dine] uymamaya tercih etmek de mümkün olabilir. Ancak bu tercih, zorunlu olarak dinin hakkaniyetinin ilmî bir ispatı anlamına gelmez.[4]

 

Karinecilik yöntemini daha iyi açıklayabilmek için, onu dinsel inançlardan birinin ispatında uygulayacağız: Karinecilik yöntemi; peygamberlik iddiasında bulunan bir şahsın nübüvvetini ispatlarken, onun nübüvvet iddiasını doğrulayan tüm karineleri ele almamızı gerektirir. Bunlar; geçmiş peygamberlerin onu müjdelemesi, peygamberlik iddiasındaki kişinin geçmişteki ilâhî peygamberleri doğrulaması, doğruluğu, ismeti, mucizesi, öğretilerinin selim bir akıl ve fıtratla uyuşması ve (bu öğretilerin), insanların bireysel ve sosyal yaşantılarının ıslahı konusundaki müspet tesiri gibi karinelerdir. Bu karinelerin toplamı, onun iddiasının doğruluğu konusunda kesin bir bilgi ya da itminân sağlayabilir. Ancak bu karinelerden hiçbirinin tek başına ve diğer karinelerle birleşmeksizin itminân sağlamayıp, neticede ilmî bir değerden ve hücciyetten yoksun olması da mümkündür.

 

Bu örnekte uygulanan karine yönteminin muteber oluşunun bir kanıtı da şudur: Eğer bir kimse peygamberlik iddiasında bulunur ve mucize getirirse; yani Hz. Mûsâ (a.s.) gibi denizi yarar ya da Hz. İsâ (a.s.) gibi doğuştan körlerin görmesini sağlar, ancak diğer karinelerden -özellikle doğruluk, temizlik [ismet] ve öğretilerinin akılla çelişmemesi- yoksun olursa, bu durumda onun nübüvvetine yönelik bir itminân hâsıl olmaz. Hiç kuşkusuz, peygamberlik iddiasında bulunan şahsın doğruluk ve ismet gibi iki karineden yoksun olmaması ve öğretilerinin akl-ı selîmle ve fıtratla uyum içinde olması, peygamberliğinin ispatında temel bir role sahiptir. Akıl sahibi hiç kimse, denizi yarıp doğuştan körlere şifa verse de, kötü ahlâklı, bozguncu ve öğretilerini aklın yalanladığı bir şahıs tarafından öne sürülen peygamberlik iddiasını kabul etmez. Bu hususun işaret ettiği şey şudur: Karine yöntemine göre, mucize, nübüvvetin ispatı konusunda ancak diğer karinelerle bir araya geldiği takdirde kesin bir bilgi sunacaktır.

 

Bu tür karineleri [diğer karinelerle bir araya getirmeden] tek başına incelemeye çalışan kimselerin yöntemini ve – diğer karineler olmaksızın – bunların her birinin nübüvvete [tek başına] delâlet edip edemeyeceğini masaya yatırdık. Sonuç itibariyle bazıları muteber bazıları ise itibardan yoksun sayılan[5] bu deliller, karine yöntemi esasınca temelsiz ve eksiktirler.

 

 

İMÂMETİN İSTİDLÂLİNDE KARİNECİLİK

 

 

Tarihsel karinelerin toplamı, On İki İmam’ın yani Ali ibn Ebî Tâlib ve onun on bir evlâdının, – Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun – Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a.) hak halifeleri olup, İmâmet makamına Allah tarafından atandıklarını işaret etmektedir. Tek başına bu karinelerin, mezkûr iddiaya kat‘î ve tartışılmaz bir delil olamayacağı iddia edilebilir. Ancak bunların toplamı, bu neticeyi [sözünü ettiğimiz neticeyi] doğuracaktır. 

 

On İki İmam’ın İmâmetini ispatlayan tarihsel karineler oldukça fazladır. Şiî âlimler kendi eserlerinde bunların pek çoğuna değinmişlerdir. Bu makalenin hedefi, söz konusu karineleri yeniden bir araya getirip tekrarlamak değil, aksine bundan önce kendisine teveccüh/dikkat edilmeyen özel bir karineyi beyan etmektir. Bu özel karineyi açıklamayı bağımsız bir delil formunda ya da diğer bazı karinelerle sunmak mümkündür. Burada ikinci yöntemden faydalanılmış ve söz konusu özel karine, diğer iki naklî karinenin yanında üçüncü bir karine olarak beyan edilmiştir:

 

 

BİRİNCİ KARİNE: İSMAİL’İN (A.S.) SOYUNDAN GELEN ON İKİ ÖNDER

 

 

(Birinci Karine), Kitâb-ı Mukaddes’in Eski Ahit bölümünde, – ki bu bölümü hem Yahudiler hem de Hıristiyanlar kabul etmektedir – Hz. İbrahim’in (a.s), ikinci oğlu İshâk’ın doğumuyla müjdelenmesinden ve ilk oğlu İsmail hakkındaki duasından sonra gelen bölümdür. Burada Allah, İbrahim’e hitaben şöyle buyurmuştur:

 

İsmail hakkında[ki duan konusunda] seni duydum. Onu mübarek (bereketli) ve verimli kılıp [neslini] çoğaltacağım. O, “On İki Önder”i doğuracak. Onu büyük bir ümmet kılacağım.[6]

 

Kitâb-ı Mukaddes’in bu pasajında, İsmail’in soyundan seçilmiş on iki şahsiyetin doğumu müjdelenmiş, bunlar nübüvvet, ilim ve ibadetle değil, “önderlik” ve riyâsetle tavsif edilmişlerdir. Dolayısıyla Kitâb-ı Mukaddes’in buyruğuna göre, bu şahsiyetlerin bariz en önemli iki özelliği; önderlik ve riyâset ya da bir diğer deyişle imâmettir. Bir diğer özellik de bu kimselerin sayısının on iki olmasıdır.

 

 İsmail, Hicâz bölgesinde bulunan Kâbe’nin yakınlarında yaşamıştır. Arap kabilelerinin bir bölümü onun soyundan gelmiştir. Dolayısıyla bu on iki kişiyi, Hicâz’da İsmail’in soyundan gelen Araplar arasında aramak gerekir.

 

Kitâb-ı Mukaddes’in bildirdiği on iki sayısı, belirli ve özeldir (mevzûiyyete sahiptir). Dolayısıyla Kitâb-ı Mukaddes’in öngörüsüne göre İsmâil’in soyundan gelip İmâmet makamına ulaşacak olan bu seçkin şahsiyetlerin sayısının, eksik veya fazla olmaksızın, on iki olması gerekmektedir. Öte yandan İmamlar, İsmail’in neslinden olup, sayıları da on iki kişidir. O halde onların Kitâb-ı Mukaddes’teki bu ilâhî müjdenin misdakları olmaları mümkündür.

 

Elbette birkaç pasaj sonrasında, Kitâb-ı Mukaddes, İsmail’in hemen ardından gelecek olan ve önderlikle vasfedilen bu on iki şahsiyetin isimlerini zikretmiştir.[7] Dolayısıyla bu pasajdan, Kitâb-ı Mukaddes’in, bir önceki pasajında müjdelenen on iki kişinin misdâkını belirlemiş olduğu anlaşılmaktadır. İlgili pasaj, bir önceki pasajın, İsmail’in neslinden gelen On İki İmam’ın imâmetine delâlet etme ihtimalini azaltmakta, ancak bunu tamamen ortadan kaldırmamaktadır. Nitekim Kitâb-ı Mukaddes’e göre, İsmail’in soyundan gelen bu on iki kişinin misdaklarının, ikinci pasajda adı geçen kişilere münhasır olmayıp, gelecekte var olmaları da muhtemeldir. Zira Kitâb-ı Mukaddes, İsrailoğullarının önderlerinden on iki kişiyle (Benî İsrail’in nakipleri) ilgili olarak iki farklı zamanda iki farklı misdak tayin etmiştir. Bunlardan birincisi, İsrailoğullarının Hz. Mûsâ (a.s.) ile birlikte Mısır’dan çıkmalarından iki yıl sonra Sînâ çölünde[8], ikincisi ise Ken‘ân diyarına girmelerinden ve burayı bölüşmelerinden sonradır.[9] Her iki durumda da, tayin edilen/belirlenen bu isimler birbirinden farklı olup, her iki grup da “önder” olarak vasfedilmiştir. Elbette ikinci durumda Benî İsrail’in esbâtından (torunlarından) iki grup, mezkûr topraktan kendi paylarını daha önceden aldıklarından istisnâ tutulmuştur. Kitâb-ı Mukaddes burada yalnızca, geri kalan on taifeye on önder belirlemiştir. Ancak diğer iki kişinin adlarını onların üzerine eklemiş ve nihayetinde isimlerin sayısını on ikiye tamamlamıştır.

 

Her hâlükârda – Kitâb-ı Mukaddes’te Benî İsrail’in on iki önderinin tayin yöntemine bakıldığında – İsmail’in neslinden gelen on iki önderin misdaklarının Kitap’ta adı geçen isimlere münhasır olmaması muhtemeldir.  

 

 

İKİNCİ KARİNE: PEYGAMBER’DEN (S.A.A.) SONRAKİ ON İKİ HALİFE

 

Ehl-i Sünnet’in Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslim, Sahîh-i Tirmizî, Sünen-i Ebî Dâvûd, Müsned-i Ahmed ibn Hanbel, Müsned-i Tayâlisî gibi en önemli rivâyî eserlerinde ve diğer hadîs ve tarih kaynaklarında yer alan ve Peygamber’in (s.a.a.) birçok sahabîsinden nakledilen senetlerde o Hazret şöyle buyurmuştur:

 

İslâm dini kıyâmet saatine dek pâyidar kalacak ya da tamamı Kureyş’ten olan on iki halife size hükmedecektir.[10]

 

Mezkûr rivayet, Sahîh-i Müslim’deki nakle mutabıktır. Ehl-i Sünnet’in hadîs ve tarih kitaplarında yer alan ifadeler, sözü geçen rivayetle ilgili küçük farklılıklara sahipse de bu nakillerin tümündeki ortak nokta, Peygamber’in (s.a.a.), kendisinden sonraki on iki halifeyi müjdelemesidir. Çağdaş dönem âlimlerimizden biri, Ehl-i Sünnet’in bu bağlamdaki rivayetlerini bir araya getirerek, Peygamber’in, kendisinden sonra gelecek “on iki halife”yi müjdelediği 151 rivayet nakletmiştir.[11] Şia’nın hadîs kaynaklarında da Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a.) aynı içerikte rivayetler nakledilmiştir.[12]

 

Mezkûr rivayetin muteber ve çok sayıdaki senetlerine bakıldığında, Ehl-i Sünnet’in büyük âlimlerinin, bu rivayetlerin doğruluğu konusunda bir tereddüde kapılmadıkları görülür. Buna mukabil, onlardan bazıları da Peygamber’in (s.a.a.) on iki halifesinin [kimler olduğunu] yorumlamaya ve belirlemeye çalışmış,[13] konuyla ilgili birçok söz nakletmiş, ancak tek bir görüşte ittifak etmemişlerdir. Bu âlimler, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a.), söz konusu rivayette müjdelemiş olduğu on iki halifenin belirlenmesinde şaşkınlığa kapılmışlardır. Onlar tarafından aktarılan bu görüşlerden hiçbirinde ittifak edilmemiş olup, [söz konusu görüşler] itibardan yoksundurlar. Bu iddiayı incelemek ayrı ve bağımsız bir çalışmayı gerektirmektedir. Dolayısıyla hâlihazırdaki makalenin hedefinden uzaktır. Bunun yanı sıra Şiî âlimler de konuyla ilgili değerli araştırmalar yapmışlardır. Okuyucular, Ehl-i Sünnet’in bu konudaki görüşlerine âşina olmak ve bu ekolün zayıf noktalarını keşfetmek amacıyla Şiî âlimlerin eserlerine müracaat edebilir.[14]

 

Söz konusu rivâyetin misdakının tayininde, şu hususlara dikkat etmek gerekir: Mezkûr rivayetlerdeki on iki sayısı belirli ve özeldir. Yani bu rivayetlerin misdakı olan şahısların sayısı, -ne eksik ne fazla- on iki kişidir. Dolayısıyla diğerlerinden ayrılan/farklı olan on iki kişilik bir topluluk bulmak gerekir. Aynı zamanda on iki sayısı, onlardan her birinde mevcut olan ve [onların] birbirleriyle irtibat biçimini sağlayan özellikler yönünden de artıp eksilebilir olmamalıdır.

 

Bu rivayetlerle ilgili olarak, On İki İmam Şiîliği dışında, muhtelif İslâmî mezheplerden hiçbirinin net bir misdak ortaya koyamadığı ve Müslümanlar arasında, eksiklik veya fazlalık olmaksızın, on iki sayısının belirli ve özel olduğu/bir mevzûiyyetinin olduğu on iki kişilik başka bir topluluğun mevcut olmadığı dikkate alındığında, On İki İmam’ın, bu rivayetlerin apaçık misdakları olduğu sonucuna ulaşmak mümkün olacaktır.

 

 

ÜÇÜNCÜ KARİNE: BİR NESİLDE BİRBİRİ ARDINCA GELEN ON İKİ YÜCE İNSAN 

 

 

Bu makalede açıklanan istidlâlin benzersizliği, başlı başına bağımsız bir delil formunda sunulabilecek bu aklî ve tarihsel karineye dayanmasından kaynaklanır. Üçüncü karineyi açıklamadan önce şu ön bilgilere değinmek gerekmektedir:

 

Büyük insanlar; tarih boyunca farklı milletler, dinler, kavimler ve ırklar arasında insanî rüşd ve kemâlin her alanında, [birbirinden] dağınık bir biçimde var olmuşlardır. Muhtelif ilmî dallardaki büyük âlimlere, âriflere, hekîmlere (filozoflar), ahlâkın ve nefsi tezkiyenin zirvelerine ulaşan kimselere bakıldığında, onların belli bir toplulukta ya da sınırlı bir zaman diliminde bir araya gelmedikleri görülecektir. Yüce zâtların istidatları bazen çocuklarına miras kalsa da, öncelikle bu durum her zaman ve herkes için geçerli olmamıştır. İkincisi; bu tür insanların sahip olduğu üstün özelliklerin büyük bir bölümü iktisâbî (sonradan kazanılmış) olup, onların çabalarının bir sonucudur. Bu sebeple kalıtsal değildir. Bu açıdan, tarihe müracaat edildiğinde, tarih boyunca seçkin insanların – ilmî, amelî ve nefsânî olmak üzere her alanda sahip oldukları – yücelik ve kabiliyetlerinin, genel itibariyle nesillerine aktarılmadığı görülecektir. Bu tür insanlar [bir soyda birbiri ardınca gelmiş olmayıp] çeşitli kavimler, milletler ve soylar arasında yayılmıştır.

 

Bundan dolayı şunları söylemek mümkündür: Bir âlimin çocuğunun, kendi zamanında tıpkı babası gibi seçkin bir âlim olma ihtimali zayıftır. Çocuğunun çocuğunun (torununun) onun gibi olma ihtimali ise daha zayıftır. İlim dalları içinde bu gibi örneklere tarihte nadiren rastlanmıştır. Dolayısıyla âlimlerin, bir nesilde birbiri ardınca gelen bu silsileleri on iki kişiye ulaştığında, tarihte tahakkuk edebilecek harikulâde bir hadise meydana gelmiş olacaktır ki, [bu durum] ilim dallarında ya da diğer insanî kemâllerde tarih boyunca eşine az rastlanabilecek bir örnek teşkil edecektir.

 

Bu ön bilgileri dikkate alarak tarihsel senetlere yöneldiğimizde, böylesi harikulâde bir hadisenin, Şia’nın on bir İmamında tahakkuk ettiği görülecektir. Araştırmamızda On İkinci İmam’ın bu bahsin dışında tutulmasının nedeni, insanların geneli arasında bulunmamış olması ve doğumundan beri gizli bir şekilde yaşamasıdır. Onun gaybet dönemi, çocuk yaşta İmâmet makamına ulaşmasından hemen sonra başlamıştır. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet literatüründe, onun ilmî ve amelî kimliği hakkında çok sayıda ve mütevâtir tarihî belgelerin olması beklenmemelidir.

 

İmamlar hakkındaki tarihsel belgeleri incelerken aşağıdaki hususlara dikkat etmek gerekecektir:

  1. Bu tarihsel araştırmada, yalnızca Sünnî tarih yazıcılarının/vakanüvislerin belgeleriyle yetinilmiş olup, Şia’nın tarih yazıcılarının ve âlimlerinin İmamlar hakkında söylediklerine yer verilmemiştir. Zira Ehl-i Sünnet’e göre, Şiîlerin tıpkı diğer mezheplerin ve dinlerin takipçilerinde olduğu gibi kendi rehberleri konusunda mutaassıp olmaları, onların faziletlerini beyan ederken aşırı gitmeleri ve/ya ayıplarını gizlemeleri ihtimali mevcuttur.
  2. Ehl-i Sünnet topluluğu, İmamları masûm ve gayb âlemine muttasıl kabul etmemektedir. Bu nedenle onları sıradan insanlar olarak telâkki ederler. Eğer böyle olmasaydı onların İmamlar hakkındaki itirafları, insanlık tarihinde vuku bulan bu olağanüstü hadise konusunda güçlü bir karine olamazdı. Başka bir deyişle, Ehl-i Sünnet’in, on bir İmam konusunda özel bir kelâmî ve felsefî nazariyesi yoktur. Bundan dolayı bu on bir şahsiyet hakkındaki tarihsel senetleri üzerinde etkili olabilecek bir argümanı da bulunmamaktadır. Bilakis onların senetleri, İmamların şahsiyetinin toplum içinde nasıl ve ne şekilde zuhur ettiği ile ilgilidir.
  3. Ehl-i Sünnet, geçmişte, bilhassa Benî Ümeyye ve Abbâsîlerin hâkimiyetleri zamanında Şiîlere karşı oldukça kötümser bir bakışa sahipti. Tarih bu iki mezhebin takipçileri arasında asırlar boyu süren pek çok çekişmenin/anlaşmazlığın tanığıdır. Ehl-i Sünnet âlimlerinin, böylesi bir husumetin ya da en azından şiddetli ihtilâfların baş gösterdiği bir ortamda İmamların ilmî ve ahlâkî yüceliğini itiraf etmeleri, onların (İmamların) ilmî ve ahlâkî azametinin boyutlarının âşikâr ve inkâr edilemez olduğuna net bir kanıttır. Hatta İmamların muhalifleri dahi bunu itiraf etmiştir: “Fazilet, düşmanın şahit olduğu şeydir.” Ehl-i Sünnet’in bu iki farklı yaklaşımı, yani bir yandan Şiîleri kınayıp dışlarken diğer taraftan onların rehberlerini övmesi, tarihte ikinci bir örneğine az rastlanabilecek şaşırtıcı bir durumdur.
  4. İmamların dönemindeki hâkim güçler, onlara karşı barışçıl bir tutum izlemedikleri gibi, bilakis şiddetle muhalefet etmiş ve düşmanlık gütmüşlerdir. Bu durumun kanıtı da; İmamların, kendi dönemlerinin egemen kudretleri tarafından eziyet edilip hapsedildiklerine, sürgüne gönderildiklerine, Benî Ümeyye ve Abbâsî yöneticilerinin eliyle şehit edildiklerine şahitlik eden onlarca kat‘î belgenin varlığıdır.

Dolayısıyla dönemin hükümetleri, İmamlara rağbet edilmesine ve onların saygınlıklarının tebliğ edilmesine yönelik hiçbir imkân/ortam sağlamamaktaydı. Aksine mevcut hükümetler, onların şahsiyetlerine zarar vermek için büyük çabalar sarf ediyordu. Hükümetlerin, özellikle Benî Ümeyye hükümetinin yöneticilerinin emriyle Peygamber’in (s.a.a.) Ailesi (a.s.) aleyhine hadîs uydurulduğu; minberlerde, Cuma namazı hutbelerinde hakaret ve lanet edildiği birçok tarihî belgeyle sabittir.

 

İmamların aleyhine oluşturulan böylesi bir propaganda ortamında, genel olarak Ehl-i Sünnet âlimlerinin ve onların akabinde, Sünnî Müslümanların, İmamların ilmî, ahlâkî ve ibâdî yüceliğini itiraf etmeleri, onların (İmamların) şahsiyetinin inkâr edilemez yüceliğine apaçık bir delildir.

 

  1. Hemen hemen tüm Ehl-i Sünnet âlimleri, İmamların ilim, ibadet ve ahlâktaki yüceliğini övmüşlerdir. Yani Ehl-i Sünnet nezdinde İmamlar, düşünce ve eylem boyutunda öncü kimselerdi. Onlara göre, Allah’a karşı teâmülleri ve insanlarla olan etkileşimleri bakımından İmamların fiil ve davranışları da kâmildi. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet’in itirafına göre İmamlar, insanî boyutların tamamında kemâle ve yüceliğe ulaşmışlardır. Bu husus, İmamların, insanlık tarihi boyunca kendilerine özgü o olağanüstü makamlarının değerini daha da artırmaktadır. Zira genelde yüce ve seçkin şahsiyetler, beşerî boyutların ve istidatların yalnızca bir tanesinde zirveye ulaşmışlardır. Oysa hemen hemen tüm muhaliflerinin itirafları dikkate alındığında, aynı nesilden birbirine bağlı olarak ve birbiri ardınca gelen bu on bir şahsiyetin ilmî ve amelî tüm boyutlarda kendi dönemlerinin zirvesine ulaşmış olmaları, insanlık tarihi boyunca meydana gelmiş eşsiz ve olağanüstü bir hadisedir. Mezkûr inceliklere dikkat edildiğinde On İki İmam’ın İmâmetinin hak olma ihtimali, sözünü ettiğimiz karinenin temellerini oldukça sağlamlaştırmaktadır.

 

Şimdi Ehl-i Sünnet âlimlerinin İmamlar hakkındaki görüşlerini inceleyeceğiz: Ehl-i Sünnet topluluğunun büyük bir bölümü, özellikle âlimleri, Şiîlerin ilk üç İmamına büyük bir ilgi göstermiş ve onları bir hayli övmüşlerdir. Bu üç İmamın yüce ve mümtaz şahsiyetlerine yönelik ilgi ve övgülerinin sebebi, Allah Rasûlü’nden (s.a.a.) bu üç İmamın faziletleri hakkında nakledilen çok sayıdaki rivayettir.[15] Ancak onlar diğer İmamlar hakkında Allah Rasûlü’nden, dördüncü İmamın “Seyyidü’l-Âbidîn: Âbidlerin Efendisi”[16] ve beşinci İmamın “Bâkıru’l-Ulûm: İlimleri Yaran” şeklinde vasfedildiği[17] rivâyet ile İmam Rızâ’nın[18] kabrini ziyaret etmenin faziletinden bahsedildiği bir rivayet dışında, bir şey nakletmemişlerdir.

 

Ehl-i Sünnet âlimlerinin ilk üç İmama yönelik ilgi ve övgüleri; Peygamber’in (s.a.a.) rivâyetleri ve onların yaşantısal gerçeklikleri sebebiyledir. Ehl-i Sünnet’in diğer İmamlara bakışını belirleyen şey ise, onların yaşantılarının yalnızca tarihsel gerçeklikleri/boyutu olmuştur.

 

Ehl-i Sünnet âlimlerinden bazıları bu âilenin azametini ve hârikulâdeliğini itiraf etmiş; bu özelliğin, onların şahsına münhasır olduğunu söylemiştir. İlk biyografi yazarlarından Ahmed b. Abdullah el-İclî (ö. h. 261), İmam Sâdık’ı (a.s.) ve onun dört dedesini “beş İmam” olarak tanıtmış ve şöyle söylemiştir: “Onlar öyle faziletlere sahiptir ki, bunlar bir başkasında yoktur.”[19] Edip ve büyük bir âlim olan Allâme Hüseyin b. Muhammed Râğıb İsfehânî (ö. h. 502) de İmam Sâdık (a.s.) ve onun dört dedesini “beş şerefli insan” olarak tanıtmış, “Yeryüzünde ‘birbiri ardınca gelen’ hiçbir nesilde” onların bir benzeri bulunmamaktadır.”[20] demiştir.

 

Büyük tarihçilerden, ricâl âlimlerinden ve biyografi yazarlarından Şemsüddîn Zehebî (ö. h. 747), eserlerinden birinde, Şia’nın, “On İki İmam’ın ismeti” inancını inkâr ettikten sonra, “Bizler her ne kadar bu on iki şahsiyeti Masûm İmamlar olarak kabul etmesek de onların azamet ve yüceliklerini itiraf ediyoruz.” demiştir. O, ardından şunları söylemiştir:

 

Bizim mevlâmız İmam Ali (a.s), hulefâ-i râşidîndendir. Peygamber, onu cennetle müjdelemiştir. Ehl-i Sünnet olarak biz, onu çok sevmekte, ancak hakkında ismet iddiasında bulunmamaktayız. Ebû Bekîr-i Sıddîk’i de masûm bilmemekteyiz. Allah Rasûlü’nün, iki torunu Hasan ve Hüseyin, cennet gençlerinin efendileridir. Eğer bu ikisi hilâfet makamına erişselerdi, şüphesiz buna lâyıklardı. Sonra Zeynülâbidîn’in makamı da çok yücedir. O, amel ehli âlimlerin seçkinlerindendi. Ümmetin İmâmet ve rehberliği makamına layık idi. Ümmetin içinde onun gibi başka kimseler de vardır. Bazıları ondan (ona nazaran) daha fazla fetvâ, hadîs ve rivayete sahipti. Oğlu Ebû Cafer Bâkır da yüce bir şahsiyet, İmam ve fakîh idi. O da hilâfete layıktı. Oğlu Cafer-i Sâdık da yüce bir mertebeye sahip olup, ilmin önderlerinden/İmamlarından idi. O da ümmete halife olmaya, kendi zamanındaki halife Mansûr Devânikî’den daha layıktı. Yine oğlu Mûsâ Kâzım, yüce bir makama ve ilme sahipti. O da hilâfete Hârûn Reşîd’den daha layıktı. Şerâfet ve fazilette kimse onun dengi değildi. Oğlu Ali ibn Mûsâ er-Rızâ da yüce bir makama ve ilme sahip olup, beliğ bir kimse idi; başkalarının ruhu ve kalbi üzerinde büyük bir tesire sahipti. Me’mûn, onu yüce şahsiyeti nedeniyle kendine veliaht tayin etti. Ali ibn Mûsâ er-Rızâ, 203 yılında vefat etti. Oğlu Muhammed Cevâd ilimde ve fıkıhta her ne kadar dedelerine erişememiş olsa da, kendi kavminin büyüklerindendi. Oğlu Hâdî de pak ve yüce bir zât idi. Oğlu Hasan Askerî de böyleydi. Allah onların tamamına rahmet eylesin.[21]

  

Zehebî bu ifadelerinde on bir İmamın ilim ve takva bakımından sahip olduğu yüce makamı itiraf etmiş, onların büyük çoğunluğunun “hilâfet” makamına ve kendi dönemlerinde Peygamber’in halifesi olmaya [diğerlerinden daha] layık olduğunu kabul etmiştir. Ehl-i Sünnet’in, İmam Mehdî’nin (a.s.) Hz. Fâtıma’nın (s.a.) neslinden geleceğini kabul ettiği göz önüne alındığında Zehebî’nin bu ifadeleri; “On İki Halife” ifadesinin geçtiği rivâyetin Şia’nın On İki İmamı’na mutabık olduğunun, kendisi tarafından gönülsüzce/istemeyerek de olsa itiraf edildiğinin göstergesidir.

 

Nehcü’l-Belâğa’nın şârihi İbn Ebi’l-Hadîd (ö. h. 656) İmamların bu eşsiz özelliğini şöyle açıklamıştır:

 

Kureyş’ten olsun veya olmasın kim Ebû Tâlib’in çocukları gibi olabilir? Birbirlerine denk olan on kişi. Onların her biri âlim, zâhid, ibadet ehli, şecaatli, cömert, pak ve mühezzebtir (arınmış ve süslenmiştir). Bazıları halife, bazıları da hilafetin veliahtları idi. Bu, oğlunun oğlunun, oğlunun, oğlunun ve oğlundan başlayıp [sayısı] on kişiye varan bir silsiledir. Onlar: Hasan ibn Ali ibn Muhammed ibn Ali ibn Mûsâ ibn Cafer ibn Muhammed ibn Ali ibn Hüseyin ibn Ali (a.s)’dır. Böylesi bir fazilet, Arap olsun veya olmasın hiçbir aile için söz konusu olmamıştır.[22]

 

El-Ezher Üniversitesi öğretim üyelerinden Şeyh Abdullah ibn Muhammed ibn Âmir Şebrâvî Şâfiî (ö. h. 1172)[23], El-Ezher Üniversitesi üstatlarından ve kendi döneminde İslâmî ilimlerin önde gelen âlimlerinden biri olup çok sayıda telif esere sahip[24] olan Şeyh Muhammed Ebû Zehre/Zehra, El-Ezher Üniversitesi öğretim üyesi[25] Şeyh Muhammed Hıdr Hüseyin ve Şeyhü’l-İslâm Muhammed Ebu’l-Hüdâ ibn Hasan Sayyâdî Rıfâî (ö. h. 1327)[26] gibi Ehl-i Sünnet’in son dönem âlimlerinden bazıları da bu hususlardan her birine bir şekilde işaret etmişlerdir. Geçmişten bugüne dek Ehl-i Sünnet eserleri, daima İmamlara övgü ve tazimlerle dolu olmuştur. Bunları bir araya getirmek çok sayıda eseri gerektirecektir.[27] Onların ilk üç İmam hakkındaki övgü ve tazimleri, kendilerine ait muhtelif eserlerde ve bu bağlamda yazılmış pek çok müstakil/bağımsız kitapta yer almaktadır. Müslümanlar arasında meşhur olmaları ve [makalemizi] kısa/özlü bir şekilde yazmaya riayet etme amacımızdan dolayı bu ifadelere yer vermekten kaçınıyoruz. Ehl-i Sünnet, her ne kadar diğer İmamları da övmüş olsa da, onların bu İmamlar hakkındaki bilgileri birbiriyle aynı değildir. Bu durum, her bir İmamın, kendi döneminde toplumda hüküm süren sosyal ve siyasal koşullardan kaynaklanmaktadır. Bu sebeple makalemizde dördüncü İmamın ve sonrasındakilerin özelliklerinden bahseden muhtasar senetler sunulacak, böylece Ehl-i Sünnet âlimlerinin, İmam Hüseyin’den (a.s.) sonra gelen İmamlar hakkındaki övgü ve tazimlerinin azlığı ya da çokluğu aydınlığa kavuşmuş olacaktır.

 

İmam Hüseyin’in (a.s.) şehadetinin ardından, Irak’ta Tevvâbîn grubunun ve Muhtâr es-Sekafî’nin kıyamları vuku bulmuştu. Emevîler, İmamlar’a şiddetli bir şekilde baskı kurmanın, kendi hükümetleri açısından kötü sonuçlar doğuracağını anlamışlardı. Bundan dolayı İmam Hüseyin (a.s.) karşısında sergiledikleri tutumu değiştirmeye karar vermişler ve İmam Zeynelâbidîn’e uyguladıkları baskıyı nispeten azaltmışlardır. Diğer taraftan, İmam Zeynelâbidîn’in (a.s.) ikâmet ettiği Medîne’nin, Emevîlerin başkenti olan Şam’dan uzak olması, onun sınırlı kültürel faaliyetleri için uygun bir zemin oluşturmuştur.

 

Bu dönem ve sonrasında Medîne, İslâm dünyasının manevî ve kültürel başkenti olmuştur. En ulu âlimler ve fakîhler burada yaşamıştır. Meydana gelen bu nisbî özgürlük ortamı, İmam Seccâd’a (a.s.) belli imkânlar dâhilinde halkı irşad edip yönlendirme fırsatı sunmuştur. Bu yüce İmamın yıllarca süren çabasını, Medîne’de o dönemin en büyük tâbiîn tabakasının ve âlimlerinin İmam hakkındaki sözlerinde müşâhede etmek mümkündür. Bu sözler İmam’ın, Zührî, Mâlik b. Enes, Saîd b. Müseyyeb, Yahyâ b. Saîd, Ebû Hâzım, Zeyd b. Eslem ve diğer büyük şahsiyetler üzerindeki derin tesirini göstermektedir.

 

İmam Zeynelâbidîn’in (a.s.) döneminde oluşan bu müsait ortam, İmam Bâkır (a.s.) zamanında daha çok gelişmiş ve genişlemiştir. İmam Bâkır (a.s.) döneminde Benî Ümeyye hükümetinin/Emevî devletinin yıkılıp, yerine Abbâsî hükümetinin kurulması ve bu iki grup arasında iktidarı ele geçirmek için meydana gelen çatışmalar, hâkim güçleri, İmam Bâkır (a.s.) ve İmam Sâdık’ın (a.s.) kültürel faaliyetleri konusunda eskisinden daha gafil kıldı. Bu sebeple İmam Bâkır (a.s.), ve daha çok İmam Sâdık (a.s.), oluşan uygun ortamdan olabildiğince faydalanmışlar ve imkân nispetinde gerçek dinî maarifi yaymaya çalışmışlardır. Beşinci İmamın, “Bâkıru’l-Ulûm” olarak şöhret bulmasını, İmam Sâdık’ın (a.s) ilmiyle, takvasıyla tüm İslâm beldelerinde meşhur olmasını, aynı zamanda onun huzurunda ilim tahsil etmek için İslâm dünyasının her bölgesinden öğrencilerin İmama gelmesini sağlayan bu istisnaî durum, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu iki İmam hakkındaki sözlerinde de oldukça âşikârdır.

 

Abbasî yöneticileri, Benî Ümeyye iktidarını ve (onun) izlerini tamamen ortadan kaldırıp hilâfetlerini sağlamlaştırdıktan sonra, İmamların Müslümanlar arasındaki nevi şahsına münhasır makamlarının ve İmamlardan kendilerine yönelen tehlikenin farkına varmışlar, bu sebeple onlara karşı izledikleri stratejiyi değiştirmeye karar vermişlerdir. İmam Kâzım (a.s.) üzerinde kurulan baskı ve ikâmet mahallinin Medîne’den yeni hilâfet sisteminin başkenti Bağdat’a intikal ettirilmesi, ayrıca Hazret’in uzun yıllar hapiste tutulması, hükümetin İmamlara karşı yaklaşımının değiştiğine net bir örnektir.

 

İmam Kâzım’ın (a.s.) şehadetinden ve Abbasî halifesi Hârûn’un ölümünden sonra, onun [Hârûn’un] kurnaz halifesi Me’mûn, bir sonraki İmamı kısıtlamak için yeni bir yöntem geliştirmiştir. O, sekizinci İmamı başkente davet etmiş ve hükümete ortak etmek için çaba sarf etmiştir. Böylece Müslümanların, “o Hazret’in mevcut hükümete bir rakip” olduğu şeklindeki algısını zayıflatmak istemiştir. Ancak İmam Rızâ’nın (a.s) seçkin kişiliği ve âkilâne tedbirleri, Me’mûn’un hilelerini başarısız kılmıştır. Böylece İmamlar dinî maarifin tebliği için oluşan mevcut ortamdan bir kez daha en iyi şekilde faydalanmaya çalışarak hem nâmlarını yüceltmiş hem de Müslümanların kalplerini kendilerine bağlamıştır. Hükümetlerin, İmamları kısıtlamak amacıyla çeşitli yöntemleri denemelerinin ardından, halifeler bir kez daha tedricî bir şekilde tutumlarını sertleştirmiş, İmamları başkente intikal ettirmek suretiyle kontrol altında tutmayı amaçlamış, nihayetinde henüz gençlik çağında iken onları fiziksel olarak ortadan kaldırmışlardır. Böylece İmamlar tarafından hilâfet sistemine yönelen tehlikeyi bertaraf etmişlerdir. İmam Cevâd’ın 25, İmam Hâdî’nin 41 ve İmam Hasan Askerî’nin de henüz 28 gibi erken bir yaşta Abbâsî halifesi Mutasım tarafından şehid edilmeleri, bu tutum değişikliğinin bir sonucudur. Bu üç yüce İmam, İmamlar içinde en az yaşayanlar (ömürleri en kısa olanlar) olmuşlardır. Halifeler bu kısa zaman zarfında dahi mezkûr üç İmamın geçiş güzergâhlarını sınırlandırmaktan, onuncu ve on birinci İmamın zorunlu ikâmet mahallerini, “Asker” adındaki askerî bir mıntıkada kontrol altında tutmaktan geri kalmamıştır. Böylece onların Müslümanlar arasındaki huzurunu/varlığını engellemeye çalışmışlardır.

 

Ne yazık ki bu yöntem başarılı olmuştur. [Mezkûr İmamların] Az yaşamalarından/kısa ömürlü olmalarından ve hükümetin onlar üzerindeki şiddetli baskılarından dolayı, Müslümanlar, bu üç İmamdan, onların dedelerine âşinâ oldukları ve onlardan faydalandıkları ölçüde faydalanamamışlar, ilim ve ahlâklarından nasiplenememişlerdir. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet’ten bu üç İmam hakkında ulaşan verilerin önceki İmamlar kadar olması beklenemez.

 

Şimdi ise Ehl-i Sünnet âlimlerinin İmam Hüseyin’den (a.s.) sonraki İmamlar hakkındaki düşüncelerine kısaca değineceğiz.

 

 

İMAM ZEYNELÂBİDÎN (A.S.)

 

  

İmam Ali ibn Hüseyin (a.s.), Ehl-i Sünnet kaynaklarında “Zeynülâbidîn” olarak meşhurdur ve en çok bu lakapla anılmıştır. Tâbiînden ve Medîne’nin büyük fakihlerinden biri olan Saîd b. Müseyyeb (ö. h. 94) şunları söylemiştir: “Ondan daha takvâlısını görmedim.”[28]

 

Ehl-i Sünnet nezdinde saygın bir kişilik olarak kabul edilen Emevî halifesi Ömer ibn Abdilazîz (ö. h. 101), onu “insanların en şereflisi” olarak nitelendirmiştir.[29]

 

İmam Seccâd’ın (a.s.) ashâbı ve talebeleri arasında yer alan, aynı zamanda Ehl-i Sünnet’in büyük fakihlerinden olup, hadîslerini ilk kez tedvin eden[30] Muhammed ibn Müslim Zührî (ö. h. 124), o Hazret’i çok övmüştür. İmam Zeynelâbidîn’i (a.s.), “Benî Hâşim’in en yücesi”,[31] “Kureyş’in en üstünü”[32], “şimdiye dek görülmüş en büyük fakîh”[33], “kendisi üzerinde en çok hak sahibi olan kimse”[34] gibi ifadelerle tavsif etmiştir.

 

Medîne’nin fakîhlerinden ve müfessirlerinden biri olan Zeyd b. Eslem (ö. h. 136), onu, “kıble ehli içinde Ali ibn Hüseyin gibi başka hiçbir kimseyle dostluk etmediği”[35] bir şahsiyet olarak tanıtmıştır.

 

Medîne’nin âlimlerinden, kadılarından ve büyük şahsiyetlerinden Ebû Hâzım b. Seleme ibn Dînâr (ö. h. 140), onu “Benî Hâşim’in en fakîhi” olarak vasfetmiştir.[36]

 

Medîne’nin büyüklerinden, kadılarından ve muhaddislerinden Yahyâ b. Saîd (h. 143), onu “Benî Hâşim’in en üstün şahsiyeti” saymış ve şunları söylemiştir: “Ali ibn Hüseyin gece gündüz bin rekât namaz kılardı.”[37]

 

Mâlikî mezhebinin önderi Mâlik ibn Enes (ö. h. 179) ise şöyle demektedir:

 

Ali ibn Hüseyin, ihrâma girmiş ve “lebbeyk” dediği bir sırada kendinden geçmişti. Öyle ki deveden yere düşmüş ve zarar görmüştü. Sonra onun, dünyadan ayrıldığı zamana dek gece gündüz bin rekât namaz kıldığını duydum.[38]

 

O, ibadetlerinin çokluğu nedeniyle Medîne’de “Zeynülâbidîn” diye anılıyordu.[39]

 

Peygamber’in Ehlibeyti içinde Ali ibn Hüseyin gibi bir kimse yoktu.[40]

 

Şâfiî mezhebinin kurucusu Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî (ö. h. 204), onu “Medînelilerin en fakihi” olarak vasfetmiştir.[41]

 

İlk tarihçilerden ve siyer yazarlarından Muhammed b. Amr Vâkıdî (ö. h. 207), İmam Zeynelâbidîn’i “insanların en takvâlısı ve en âbidi” ifadeleriyle övmüştür.[42]

 

Büyük tarihçilerden İbn Sa‘d (ö. h. 230) ve İbn Asâkir (ö. h. 571), onu “güvenilir, emin, çok sayıda hadîs nakleden, yüce bir makama sahip, aziz ve takvâ ehli bir kimse” olarak tanıtmışlardır.[43]

 

el-Müberred Muhammed b. Yezîd (ö. h. 286), el-Kâmil fi’l-Luğa ve’l-Edeb adlı eserinde şöyle yazmıştır: “Ali b. Hüseyin’in, insanların en sâlihi ve en takvâlısı olduğu rivayet edilmiştir.”[44]

 

Ebû Bekr Ahmed b. Abdillah Berkî (ö. h. 270) ricâl âlimlerinden olup, onu “kendi zamanının en üstün insanı”[45] olarak tanıtmıştır.

 

Meşhur tarihçi Ya‘kûbî (ö. h. 284), şöyle yazmıştır: “Ali b. Hüseyin insanların en üstünü olup, onların hepsinden daha çok ibadet etmekteydi.”[46]

 

Büyük tarihçi ve ricâl âlimi Ebû Muhammed Hâtem b. Hibbân (ö. h. 354) şöyle söylemiştir: “Ali b. Hüseyin, Ehlibeyt’in fakihlerinden, Benî Hâşim’in en üstün şahsiyetlerinden ve Medîne’nin âbidlerinden idi.”[47]

 

Biyografi yazarlarından Hâfız Ebû Naîm İsfehânî (ö. h. 430), onun hakkında şöyle söylemiştir: “Ali ibn Hüseyin ibn Ali ibn Ebî Tâlib – ki Allah onlardan razı olsun – itaat ehli, vefâlı, cömert ve merhametli idi.”[48]

 

İbn Teymiyye (ö. h. 728), Ali b. Hüseyin’i “tâbiînin büyüklerinden, ilimdeki ve diyanetteki efendilerinden” saymıştır.[49]

 

Büyük tarihçi ve biyografi yazarı Şemsüddîn Zehebî (ö. h. 748), şöyle yazmıştır:

 

Ali b. Hüseyin yüce bir zât, İmam ve ibâdet edenlerin süsü idi… O, muazzam bir celâl sahibiydi. Allah’a and olsun ki böyle bir celâle de layık idi. O; şeref, seyyâdet, ilim, ilâhî olma ve aklının kemâli bakımından İmâmet makamına daha uygun ve daha layıktı.[50]

  

Büyük müfessir İbn Kesîr (ö. h. 774), “Allah Rasûlü’nün âilesinin âlimlerinin, doğru yolda oldukları takdirde âlimlerin en üstünü olduklarına” inandığını söylemiştir. O, İmam Ali’yi, onun iki oğlu İmam Hasan’ı ve İmam Hüseyin’i, Ali b. Hüseyin’i, İmam Bâkır’ı ve İmam Cafer’i, “Sağlam ilâhî ipe ve doğru yola temessük eden, herkesin/her şeyin doğru yerini/makamını bilen kimselerden”[51] saymaktadır. Ehl-i Sünnet’in diğer âlimleri de onu çok övmüşlerdir. Bunlardan bazıları: Muhammed ibn Talha Şâfiî (h. 652)[52], Nehcü’l-Belâğa’nın şârihi[53] İbn Ebi’l-Hadîd (h. 656), Allâme Muhammed ibn Ahmed ibn Abdilhüdâ Hanbelî (h. 756),[54] İbn Sabbâğ Mâlikî  (855),[55] fakîh, muhaddis ve sûfî Muhammed Pârsâ-i Buhârî (h. 865),[56] Hâfız Zeynüddîn Zekeriyyâ ibn Muhammed Ensârî Süneykî Ezherî Şâfiî (h. 925),[57] muhaddis ve tarihçi Şemsüddîn Muhammed ibn Tûlûn Hanefî (h. 953),[58] Yemenli fakîh ve kâdilkudât (kadılar kadısı) Muhammed ibn Ali Şevkânî (h. 1255),[59] Şeyh Belhî Kundûzî (h, 1294)[60], Sahîh-i Tirmizî’nin şârihi Hâfız Muhammed Abdurrahman Mübârekfûrî (h. 1353),[61] Şeyh Mustafâ Rüşdî (h. 1309),[62] edip ve müfessir Mahmûd Âlûsî (h. 1342)[63], çağdaş dönem biyografi yazarlarından Hayrüddîn Zirkilî[64], Dr. Abdüsselâm Termânînî[65], modern dönem âlimlerinden Abdurrahman Şerkâvî[66], Mısır Ordusu Kültür Danışmanı Abdülhalîm Cündî[67], çağdaş dönem düşünürlerinden Şeyh Câbir Cezâyirî[68], Üstad Ahmed Ebû Keff,[69] el-Ezher Üniversitesi üstadı Allâme Muhammed Hıdr Hüseyin[70] ve Şeyh Yasin İbrahim Senhûrî Şâfiî’dir.[71]

 

 

İMAM BÂKIR (A.S.)

 

 

Ehl-i Sünnet âlimlerinin büyük bir bölümü, o Hazret’in lakabının “Bâkır” olduğunu söylemişler, onun böyle adlandırılmasının nedenini şu şekilde açıklamışlardır: “Ona Bâkır denmiştir. Zira ilmi yarmış, onun özüne ve gizliliklerine/derinliklerine ulaşmıştır.”[72]

 

Tâbiînin Medîne’deki hadîs ricâlinden ve âbid şahsiyetlerden biri olan Muhammed ibn Münkedir (ö. h. 130) şöyle söylemiştir: “Ali ibn Hüseyin’den daha üstün bir kimse görmemiştim ki onun oğlu Muhammed Bâkır’ı da gördüm.”[73]

 

Hadîs ricâlinden Muhammed ibn Atâ da şöyle söylemiştir: “Ebû Cafer Muhammed ibn Ali’nin dışında, yanında âlimlerin küçücük/yetersiz kaldığı başka bir kimse görmedim.” O, Kûfe’nin büyük fakihi Hakem ibn Uteybe’yi [İmam Sâdık’ın (a.s)] yanında bir talebe mesabesinde görmekteydi.[74]

 

Büyük tarihçi İbn Sa‘d (h. 230), onu “güvenilir, çok sayıda ilme ve hadîse sahip” bir kimse olarak tavsif etmektedir.[75]

 

Nehcü’l-Belâğa’nın şârihi İbn Ebi’l-Hadîd, onun hakkında şöyle söylemiştir:

 

Muhammed b. Ali… Hicâz fakîhlerinin efendisi idi. İnsanlar fıkıh ilmini onun ve oğlu Cafer’in sayesinde öğrendiler. Onun lakabı Bâkır ve Bâkıru’l-Ulûm idi. Bu lakabı ona Peygamber (s.a.a.) vermişti. Ondan önce hiç kimse böyle bir lakaba sahip değildi.[76]

  

Büyük Şâfiî fakîh Muhyiddîn Nevevî (ö. h. 676), şöyle söylemiştir:

 

Muhammed Bâkır’a bu lakabı vermişlerdir. Çünkü ilmi yarmış ve içine girmiştir. Yüce bir mertebeye erişmiş ve ilmin arzu edilen hedefine ulaşmıştır.[77]

 

Biyografi yazarı İbn Hallikân (ö. h. 681) ile tarihçi ve muhaddis Şemsüddîn Muhammed ibn Tûlûn Hanefî (ö. h. 953), onu “âlim, seyyid ve yüce bir kimse” olarak nitelendirmişlerdir. İbn Hallikân şöyle söylemiştir: “Ona Bâkır denilmesinin sebebi, engin bir ilme ulaşmış olmasıdır.”[78]

 

Ehl-i Sünnet’in en büyük biyografi yazarlarından Şemsüddîn Zehebî (ö. h. 748), onu şöyle anlatmıştır:

 

Ebû Cafer Bâkır, seyyid ve İmam idi… O; ilim, amel, seyyidlik, şeref, vakar ve güvenilirliği kendisinde toplamış bir kimse idi. Hilâfet makamına layıktı… İmam, müçtehid ve Allah’ın Kitabı’nı çokça tilâvet eden bir şahsiyet olup, yüce bir makama sahipti.[79]

 

Aynı âlim, Tezkiretu’l-Huffâz adlı eserinde şöyle söylemiştir:

 

İmam ve Hüccet Muhammed ibn Ali Bâkır, kendi zamanının yüce şahsiyetlerinden (olup),…  Benî Hâşim’in seyyidi idi… Onun, gece gündüz yüz elli rekât namaz kıldığı söylenmiştir.

 

Nesâî ve diğerleri, onu “tâbiînin fakihlerinden” saymışlardır.[80]

 

Müfessir ve biyografi yazarı İbn Kesîr (ö. 774), onun hakkında şöyle söylemiştir:

 

Onu Bâkır olarak adlandırmışlardır. Zâkir, haşyetli ve sabırlı biri olup, nübüvvet soyundan (gelmiş) idi. Yüce bir nesebe ve makama sahipti. Önemli meseleleri bilirdi. Çok ağlar ve gözyaşı dökerdi. Çekişmeden ve husumetten uzak dururdu.[81]

 

Ahmed ibn Hacer el-Heytemî Mekkî (ö. 974), Şiîlik mezhebine reddiye olarak yazdığı ve Şiîleri şiddetle eleştirdiği bir kitabında şunları söylemiştir:

 

İmamların ibadetteki ve zühtteki vârisi Ebû Cafer Muhammed Bâkır idi… Maarifin gizli hazinelerini, hükümlerin hakikatlerini ve hikmetlerini, ilimlerin inceliklerini, - basiretten yoksun ya da habîs bir bâtına sahip kimseler dışında [hiç kimseye] gizli kalmayacak şekilde âşikâr kılmıştır. İşte ona “ilimleri yaran, bir araya getiren ve ayakta tutan/ihyâ eden” denilmesinin sebebi budur. Temiz kalpli olup, ilim ve güzel bir ahlâk sahibiydi. Ömrünü Allah’a itaatle geçirdi. Ondan, âriflerin makamının anlatıldığı bir eser kalmıştır ki, dil onun güzelliğini tavsif etmekten âciz kalır.[82]

 

Ehl-i Sünnet’in diğer âlimleri de onu çok övmüşlerdir. Bunlar arasında; Muhammed b. Talha Şâfiî (h. 652),[83] büyük dilbilimci Zübeydî (h. 1205),[84] Şeyh Mustafa Rüşdî (h. 1309)[85], hadîs şârihi Muhammed Abdurraûf Münâvî (h. 1331)[86], Beyrut Adliyesi hâkimi Şeyh Yusuf b. İsmail Nebhânî Beyrûtî (h. 1350)[87], Ali b. Muhammed Fikrî Hüseynî Kâhirî (h. 1372)[88], Şeyh Yasin b. İbrahim Senhûrî Şâfiî[89] ve el-Ezher Üniversitesi öğretim üyelerinden Şeyh Muhammed Hıdr Hüseyin[90] gibi isimler yer alır.

 

 

İMAM SÂDIK (A.S.)

 

 

Mâlikî mezhebinin kurucusu Mâlik b. Enes (ö. h. 179), İmam Sâdık’ın (a.s) talebelerinden olup,[91] onun hakkında şunları söylemiştir:

 

Cafer ibn Muhammed’in yanına gidip gelirdim. Onu yalnızca şu üç halde bulurdum: Ya namaz kılar ya oruç tutar ya da Kur’ân tilâvetiyle meşgul olurdu. O, taharetli bir halde olmadıkça Peygamber’den hadîs rivayet etmezdi. Beyhude şeyler hakkında konuşmazdı. İbadet ve zühd ehli âlimlerden olup, Allah’tan korkardı.[92]

 

Hanefî mezhebinin önderi ve İmam Sâdık’ın (a.s) öğrencisi Ebû Hanîfe’nin[93] (ö. h. 150), kendisine sorulan bir soruya şöyle cevap verdiği nakledilmiştir: “Gördüğün en fakîh kişi kim idi?” O da, “Cafer ibn Muhammed’den daha fakîh birini görmedim.”[94] diye cevap verdi.”

 

Ehl-i Sünnet’in en önemli fıkıh kaynaklarında İmam Sâdık (a.s) ve İmam Bâkır (a.s), “fıkhın İmamlar”ı olarak zikredilmişlerdir. Muhyiddîn Nevevî (h. 676), onu “İmamu’l-Itret” olarak anmıştır.[95] Tarihçi ve ricâl âlimi Ebû Hâtem Muhammed ibn Hibbân (h. 354), onu “Ehlibeytin ilimdeki, fıkıhtaki ve faziletteki seyyidlerinden” saymıştır.[96]

 

Büyük muhaddis Hâkim Nîşâbûrî’ye (ö. h. 405) göre, Peygamber’in Ehlibeyti arasında rivayetlerin naklinde en muteber senetler, Cafer ibn Muhammed’in; babasından, dedesinden ve Ali’den naklettiği rivayetlere aittir.[97]

 

Muhaddislerden İbn Abdilberr (ö. h. 463) şöyle söylemiştir:

 

“Sâdık” olarak bilinen Cafer ibn Muhammed güvenilir, âkil, hikmet sahibi, takva ehli ve faziletli bir kimse idi… Sözlerinin çoğu hikmetliydi. İnsanların en akıllısı idi, âhireti onlardan daha az unuturdu.[98]

 

Ebu’l-Ferec Abdurrahman ibn Cevzî (ö. h. 597), onu ilim, züht ve ibadetle tavsif etmiştir.[99]

 

Nehcü’l-Belâğa’nın şârihi İbn Ebi’l-Hadîd (ö. h. 656) onun hakkında şunları söylemiştir:

 

Cafer ibn Muhammed, bilgisinin ve fıkhının tüm dünyayı doldurduğu/sardığı bir kimsedir. Ebû Hanîfe ve Süfyân Sevrî’nin onun talebeleri olduğu söylenmiştir. Bu iki kişinin onun talebeleri arasında olması bu iddianın ispatı için yeterlidir.[100]

 

Büyük Şâfiî fakîh Muhyiddîn Nevevî (ö. h. 676), kabir ehlini ziyaret etmenin müstehap olduğu yönündeki fetvâyı zikrettikten sonra, bir zâir için Bakî’de kendilerini her gün ziyaret etmesinin müstehap olduğu tertemiz kabre sahip sekiz kişinin isimlerini zikretmiştir. Bu sekiz kişi arasında dört imam Hasan b. Ali, Ali b. Hüseyin, Muhammed b. Ali ve Cafer b. Muhammed de bulunmaktadır.[101]

 

İbn Hallikân (ö. h. 681) şöyle söylemiştir:

 

Cafer ibn Muhammed, Peygamber’in Ehlibeytinin seyyidlerindendir. Doğru sözlülüğü sebebiyle onu “Sâdık” olarak adlandırmışlardır. Bizim söyleyebileceklerimizden daha meşhur faziletlere sahiptir… O, kendisinden önce babası Muhammed ibn Ali’nin, dedesi Ali ibn Muhammed’in ve dedesinin amcası Hasan ibn Ali’nin defnedildiği yerde defnedilmiştir. Ne kadar şerefli ve kerâmetli bir kabir![102]

 

Şemsüddîn Zehebî (ö. h. 747), İmam Sâdık (a.s.) hakkında şöyle söylemiştir:

O, büyük şahsiyetlerden ve seyyidlerden biridir… Cafer ibn Muhammed’in menkıbeleri oldukça fazladır. Hadîs ilminde ondan daha iyi olabilecek kim vardır?[103]

 Biyografi yazarı Salâhüddîn Safedî (ö. h. 764), şöyle söylemiştir:

 

O, İmam ve büyük bir şahsiyetti. “Sâdık” lakabıyla meşhurdu… Menkıbeleri oldukça fazlaydı. Seyyidliği ve şerâfeti bakımından hilâfete layıktı… İyilikleri çoktu. Allah, ona rahmet eylesin... Bakî’de Muhammed ibn Bâkır’ın, dedesi Ali Zeynelâbidîn’in ve dedesinin amcası Hasan ibn Ali’nin – Allah onlardan razı olsun – yanına defnedilmiştir. Allah ona hayırlar versin. Ne kadar kerâmetli ve şerefli bir kabir! Doğru sözlülüğü nedeniyle ona “Sâdık” lakabını vermişlerdir.[104]

 

İbn Hacer Askalânî (ö. h. 852), İmam Sâdık (a.s.) hakkında yazdığı biyografide ona “sâdık, fakîh ve imam” olmak üzere üç lakap verilmiş olduğunu söylemiştir.[105]

 

Şemsüddîn Muhammed b. Tûlûn Hanefî (ö. h. 953) de İmam Sâdık’ı Ehlibeyt’in seyyidlerinden saydıktan sonra şunları söylemiştir: “Onun faziletleri zikredilebileceklerden çok daha fazladır.”[106]

 

Ahmed b. Hacer el-Heytemî Mekkî (ö. h. 974), Şia’ya reddiye maksadıyla kaleme aldığı bir kitapta şöyle yazmıştır:

 

Cafer-i Sâdık, Muhammed Bâkır’ın halifesi ve vasîsi idi. Halkın ondan naklettiği ilim, insanın ayak basabileceği her yere yayılmış ve onun adını tüm beldelerde yaymıştır. İlmin en büyük önderleri, onun öğrencileriydi.[107]

  

Şeyh Yusuf b. İsmail Nebhânî (ö. h. 1265), onu dinin büyük önderlerinden saymıştır.[108] Müfessirlerden Mahmûd Âlûsî (ö. h. 1342), onu sâlih, takvâlı ve emin bir kimse olması yönünden övmüştür.[109] O, âyetlerden birinin tefsiri hakkındaki görüşünü aktardıktan sonra şunları söylemiştir: “Bu söz, Cafer ibn Muhammed Sâdık’a aittir. Yani Ehlibeytin deryâsından nakledilmiştir. Evin sahibi/efendisi, evin içindekinden [diğer herkesten] daha haberdardır.”[110]

   

Sahîh-i Tirmizî’nin şârihi Hâfız Abdurrahman Mübârekfûrî (ö. h. 1353), onu “güvenilir, doğru sözlü, fakîh ve İmam” ifadeleriyle tanıtmıştır.[111]

 

Çağdaş dönem Ehl-i Sünnet âlimlerinden bir grubun yazdığı et-Tevfîku’r-Rabbânî fi’r-Reddi alâ İbn Teymiyyeti’l-Harrânî adlı kitapta yer alan ilmî bir bahsin zeylinde şu ifadelere yer verilmiştir: “… birinci burhan (delil), tertemiz faziletlerin ve üstün bir nesebin sahibi, âlimlerin seyyidi/efendisi, peygamberlerin en iyi vârisi Cafer-i Sâdık’tan – Allah ondan razı olsun – iktibâs edilmiştir.”[112]

 

Çağdaş dönem biyografi yazarlarından Zirkilî ve İbazî mezhebinden, [Umman] Sultan Kâbûs Üniversitesi İslâmî İlimler Bölümü Başkanı Dr. Abdurrahman Umeyre, İmam Sâdık (a.s.) hakkında şunları söylemiştir:

 

O, tâbiînin en üstünlerindendi. İlimde yüce bir mertebeye sahipti. İmam Mâlik ve İmam Ebû Hanîfe gibi kimseler ondan ilim tahsil etmişlerdir. Lâkabı Sâdık idi. Çünkü ondan hiçbir zaman yalan söz işitilmemiştir. O, Abbasî halifeleri karşısında cesur idi ve hakkı savunurdu.[113]

  

Geçmişten bugüne Ehl-i Sünnet’ten pek çok âlim, o Hazret’in ilim, ahlâk ve ibadetteki yüceliğini övmüşlerdir. Bunlar arasında Muhammed ibn Talha Şâfiî (h. 652),[114] İbn Sabbâğ Mâlikî (855)[115], Muhammed Hâce Pârsâ (h. 865)[116], Şeyh Yasin ibn İbrahim Senhûrî Şâfiî,[117] İslâmî ilimlerde kendi zamanının en büyük âlimlerinden olup, el-İmamu’s-Sâdık adlı bir kitap yazan El-Ezher Üniversitesi öğretim üyesi Şeyh Muhammed Ebû Zehra Mâlikî (h. 1394),[118] Seyyid Muhammed ibn Abdilgaffâr Hâşimî Afgânî[119], El-Ezher Üniversitesi öğretim üyesi Şeyh Abdülvahhâb Abdüllatîf[120], Seyyid Muhammed ibn Ebî Bekr ibn Abdillah Alevî Hazremî[121], Ebu’l-Fevz Muhammed ibn Emîn[122], Dr. Abdüsselâm Termânînî[123], çağdaş yazarlardan Seyyid Abbâs Mekkî[124], hukukçu ve “Arap Tarihçileri Birliği” üyesi Bâkır Emîn el-Verd[125], Şeyh Ahmed Muhyiddîn Acûz[126], meşhur yazar Abdurrahman Şerkâvî[127], el-İmamu Caferu’s-Sâdık kitabının yazarı ve Mısır Ordusu Kültür Danışmanı Abdülhalîm Cündî[128], General Abdürrezzâk Muhammed Esved[129] gibi isimler bulunur.

 

 

İMAM KÂZIM (A.S)

 

 

Büyük muhaddislerden Ebû Hâtim Râzî Muhammed İbn İdrîs (h. 277), İmam Kâzım’ı (a.s.) “güvenilirlik, doğruluk ve imâmet” ifadeleriyle tavsif etmiştir.[130]

 

Büyük tarihçi Ya‘kûbî, onu “insanların en âbidi” bilmektedir. Ebu’l-Ferec Abdurrahman ibn Cevzî (h. 597), onun hakkında şunları söylemiştir: “Çok ibâdet eden, cömert bir kimse idi. Ne zaman birinin kendisine eziyet ettiğini işitse onun için bin dinar gönderir ve kendisiyle dostluk etmek için bizzat yanına giderdi.”[131] Torunu Sıbt İbn Cevzî (h. 654) de onu, buna benzer ifadelerle övmüştür.[132]

 

İbn Ebi’l-Hadîd (h. 656) şöyle söylemiştir: “Mûsâ ibn Cafer sâlih bir kul idi. Fıkhı, dini, ibadeti, tahammül ve sabrı kendinde toplamıştı.”[133]

 

Her iki biyografi yazarı Hâfız Ebu’l-Haccâc el-Mizzî (h. 742) ile Zehebî (h. 747); Yemenli tarihçi ve sûfî Abdullah ibn Es‘ed Yâfiî Şâfiî (h. 767), tarihçi ve müfessir İbn Kesîr (h. 774), o Hazret’i “ilim, ibadet, teheccüd, kerem, yiğitlik, tahammül ve bağışlayıcılık”la vasfetmişlerdir.[134]

 

Ahmed b. Hacer Heytemî Mekkî (h. 974), Şia’ya reddiye maksadıyla yazdığı es-Savâiku’l-Muhrika adlı kitabında şunları yazmıştır:

 

Mûsâ Kâzım ilimde, marifette, kemâlde ve fazilette babasının vârisi idi. Çok bağışlayıcı ve sabırlı olmasından dolayı ona “Kâzım” denmiştir. Iraklılar nezdinde o, “Allah katında hâcetleri/ihtiyaçları giderme kapısı: Bâbü’l-Havâic” olarak bilinmekteydi. Kendi zamanının insanlarının en âbidi, en bilgilisi ve en bağışlayıcısıydı.”[135]

 

Muhammed b. Ali Sabbân Mâlikî (h. 1206) şöyle söylemiştir: “Mûsâ Kâzım, Iraklılara göre Allah katında hâcetleri yerine getiren/ihtiyaçları gideren kimseydi. Kendi döneminin insanlarının en âbidi idi. En büyük âlimlerden biri olup, çok bağışlayıcıydı.”[136]

 

Şeyh Mustafa Rüşdî (ö. h. 1309), onu çok övdükten sonra şunları söylemiştir: “Onun kerâmetleri meşhurdur. Akıllar onda şaşkınlık içinde kalır.”[137]

 

Çağdaş dönem biyografi yazarlarından Zirkilî, İmam Mûsâ Kâzım (a.s.) hakkında şunları söylemiştir: “Mûsâ ibn Cafer, Benî Hâşim’in seyyidlerinden ve kendi zamanının en âbidlerindendi. Büyük âlimlerden biri olup, kerem ehli idi.”[138]

 

Şeyh Abdurraûf Münâvî de onu, buna benzer ifadelerle övmüştür.[139]

 

Şeyh Hamdullah Hindî Dâcevî Hanefî de şunları söylemiştir: “Ölümden sonra tevessülün câiz olduğunun delillerinden biri de İmam Şâfiî’nin şu sözleridir. O şöyle söylemiştir: Mûsâ Kâzım’ın kabri, duanın kabulü konusunda tecrübe edilmiş bir panzehirdir.”[140]

 

Ehl-i Sünnet’in, Muhammed ibn Talha Şâfiî,[141] gibi başka âlimleri de İmam Kâzım’ı (a.s.) övmüştür. Bunlar arasında İbn Sabbâğ Mâlikî[142], Muhammed Hâce Pârsâ[143], Şeyh Yasin ibn İbrahim Senhûrî, Şâfiî[144] gibi isimler yer alır.

 

 

İMAM RIZÂ (A.S.)

 

 

Ali ibn Muhammed Abdullah Fikrî Hüseynî Kâhirî, kendi zamanının en büyük şâirlerinden ve fasîhlerinden olan İbrahim ibn Abbâs Sûlî’den İmam Rızâ (a.s) hakkında şunları nakletmiştir:

 

Ali ibn Mûsâ’ya bilmediği hiçbir şey sorulmamıştır (hiçbir şey sorulmamıştır ki onu bilmemiş olsun). Geçmişten bugüne dek [vuku bulmuş her şeyden] onun kadar haberdar olan bir başka kimseyi görmedim… O çok sadaka verir ve çok hayır işlerdi… Zühd ve takvâ ehli idi.[145]

 

Abbâsî halifesi Me’mûn’un kurnaz veziri Hasan ibn Sehl (ö. h. 236) ve kayınpederi şunları söylemiştir:

 

Me’mûn, Ali ibn Mûsâ’yı, kendinden sonraki veliaht tayin etmişti. Zira Abbâsîler ve Ali’nin oğulları içinde ondan daha üstününü, takvâlısını ve bilgilisini bulamamıştı.[146]

 

Ebû Hâtim Muhammed ibn Hibbân şöyle söylemiştir:

 

Ali ibn Mûsâ, Ehlibeyt’in seyyidlerinden ve Benî Hâşim’in akıllı şahsiyetlerinden idi… Meşhur kabri, Tûs beldesinin dışında kalan Senâbâd’da, Hârûn Reşîd’in mezarının yanındadır. Ben birçok kez onu ziyaret ettim. Tûs’ta bulunduğum süre zarfında Ali ibn Mûsâ’nın kabrini ziyarete gittiğimde, Allah’tan bir zorluğun/belânın defini dilemediğim, duama icâbet edilmediği ve o zorluktan kurtulmadığım bir zaman olmamıştır. Bunu defalarca tecrübe ettim. Allah canlarımızı, Mustafâ’nın (s.a.a.) ve Ehlibeyt’inin muhabbeti üzere alsın.[147]

 

Büyük Hanbelî fakîh ve meşhur el-Muğnî kitabının müellifi Ebû Muhammed Abdullah ibn Muhammed Kudâme el-Makdisî (ö. h. 620), şöyle söylemiştir:

 

Cafer ibn Muhammed Sâdık, oğlu Mûsâ ibn Cafer ve oğlu ve Ali ibn Mûsâ, bunların tamamı Allah’ın razı olduğu imamlardır. Onların faziletleri oldukça çok ve meşhurdur.[148]

 

İbn Ebi’l-Hadîd, o Hazret’i “insanların en bilgilisi, en cömerti ve en bağışlayıcısı” sıfatlarıyla tavsif etmiştir.[149]

 

Zehebî de onu “İmam, ilimde ve dinde yüce mertebeye sahip, seyyid ve hilâfete layık bir kimse” bilmiştir.[150] Yine o şöyle söylemiştir: “O, Benî Hâşim’in kendi zamanındaki efendisi olup, onların en üstünü ve en akıllısı idi.”[151]

 

Biyografi yazarı İbn Hacer Askalânî ve ensâb âlimi Sem‘ânî (ö. h. 564) şöyle söylemişlerdir: “Ali ibn Mûsâ, nesepteki şerâfetine ilaveten fazilet sahibi ve âlim bir kimse idi.”[152]

 

Ehl-i Sünnet’ten pek çok âlim de İmam Rızâ’yı (a.s) övmüştür. Bunlardan bazıları; Muhammed ibn Talha Şâfiî[153], Ahmed ibn Hacer el-Heytemî el-Mekkî,[154] El-Ezher Üniversitesi üstadı Şeyh Abdullah ibn Muhammed Şebrâvî Şâfiî[155], Şeyh Yusuf ibn İsmail Nebhânî[156], El-Ezher Üniversitesi Arap Dili bölümü üstadı Abdülmüteâl Saîdî Mısrî[157] ve Şeyh Yasin ibn İbrahim Senhûrî Şâfiî’dir.[158]

 

 

İMAM CEVÂD (A.S.)

 

 

Muhammed ibn Talha Şâfiî şöyle söylemiştir: “İmam Muhammed (II. Ebû Cafer)… genç yaşına rağmen oldukça yüce ve meşhur bir kimseydi.”[159]

 

Sıbt ibn Cevzî, İmam Cevâd (a.s) hakkında şöyle söylemiştir: “O; ilimde, takvâda, zühtte ve cömertlikte babasının yolu üzereydi.”[160]

 

İbn Teymiyye şöyle söylemiştir: “Muhammed ibn Ali Cevâd, Benî Hâşim’in büyüklerindendi. Yüceliği ve cömertliğiyle meşhurdu. Bundan dolayı onu ‘Cevâd’ olarak adlandırmışlardır.”[161]

 

Şemsüddîn Muhammed ibn Yusuf Ensârî Zerendî Medenî Hanefî (ö. h. 747), onun hakkında şunları söylemiştir:

 

Âlim, âdil, amel ehli, takvâlı, kâmil, şecaatli, cömert, pak, sevilen, güvenilir, seçkin, rüşte hidayet/rehberlik eden, iftihar kaynağı, seçilmiş, razı olunmuş, bağışlayıcı ve velî bir İmam olup, “takî” olarak lakaplandırılmıştır.[162]

 

Ahmed ibn Hacer el-Heytemî el-Mekkî ve diğer bazı Ehl-i Sünnet âlimlerinden şöyle nakledilmiştir:

 

Abbâsî halifesi Me’mûn, İmam Cevâd’a karşı ihsan ve ikramda bulunmuş ve kızı Ümmü Fadl’ı onunla evlendirmeye karar vermişti. Bunun üzerine Abbâsîler telaşlanmış ve onu bu işten vazgeçirmeye çalışmışlardı. Me’mûn bu kararının sebebini şöyle açıklamıştır: “O, genç yaşına rağmen ilimde, fazilette ve sabırda tüm âlimlerden daha üstündür.” Abbâsî hanedanı bu duruma muhalefet etmiş ve İmam Cevâd’ı denemeye karar vermişti. Bu sebeple Yahyâ ibn Eksem’i, İmam Cevâd’ın yanına göndermişler ve onu [İmamı] küçük düşürmesi karşılığında kendisine birtakım vaatlerde bulunmuşlardı. Yahyâ ibn Eksem ve hükümetin ileri gelenleriyle birlikte halifenin yanına geldiler. Me’mûn, İmam Cevâd’ı uygun bir yere oturttu. Yahyâ, sorularını sordu ve İmam da bunların tamamına en güzel şekilde cevap verdi. Bunun üzerine Me’mûn, İmam’a: “Ey Ebû Cafer, güzel cevaplar verdin. Sen de Yahyâ’ya bir soru sormak ister misin?” diye sordu. İmam, sorusunu sordu, Yahyâ ise cevap veremedi ve “Bilmiyorum” dedi. İmam kendi sorusunu da cevapladı. Bu sırada Me’mûn, Abbâsî hanedanına hitaben: “Şimdi inkâr ettiğiniz şeyi anladınız mı?” diye sordu ve kızı Ümmü Fadl’ı, o mecliste İmam Cevâd ile evlendirdi.[163]

 

Hâce Abdülfettâh ibn Muhammed Nu‘mân Hanefî Hindî (ö. h. 1096), onun hakkında şöyle demiştir: “O, çocukluk döneminde hârikulâdeliklere ve kerâmetlere sahipti.”[164]

 

Şeyh Yusuf ibn İsmâil en-Nebhânî, onu, “İmamların büyüklerinden, ümmetin ışıldayan kandillerinden, seyyidlerimizden ve Ehlibeyt’in ailesinden” saymıştır.[165]

 

Dr. Abdüsselâm et-Termânînî ve Hayrüddîn Zirkilî, onu “tıpkı babası gibi yüce bir mertebeye sahip”, “oldukça akıllı”, “akıcı bir dile sahip ve hazır cevap” biri olarak tavsif etmiştir.[166]

 

Ali Hüseynî Fikrî Kâhirî, onun hakkında şunları söylemiştir: “Faziletli ve bilgili bir şahsiyet olup, kâmil bir akla ve burhana sahip olduğu âşikâr olduğundan, Me’mûn onun hayranı olmuştu.”[167]

 

 

İMAM HÂDÎ (A.S.)

 

 

Muhammed ibn Talhâ Şâfiî şöyle söylemektedir:

 

Ebu’l-Hasan Ali ibn Muhammed’in menkıbeleri, tıpkı kıymetli incilerin sedeflerde bulundukları gibi, kulaklarda, bir mücevher misali yer edinmiştir. Bu menkıbeler Ebu’l-Hasan’ın en güzel sıfatlarla muttasıf olduğuna şahitlik etmektedir.[168]

 

İbn Kesîr şöyle söylemiştir:

 

Ebu’l-Hasan Ali Hâdî, zâhid ve âbid idi.”[169]

 

Fakîh, muhaddis ve sûfî Muhammed Hâce Pârsâ-i Buhârî ve Ebu’l-Fellâh Abdülhayy ibn İmâd Hanbelî de (ö. h. 1089) şöyle söylemişlerdir: “O, âbid, fâkîh ve imam idi.”[170]

 

Ahmed ibn Hacer el-Heytemî el-Mekkî, İmam Hâdî (a.s.) hakkında şöyle söylemiştir: “O, bilgi ve cömertliği babasından miras almıştır.”[171]

 

Hayrüddîn Zirkilî de şöyle söylemiştir: “O, takvâ ehlinin sâlihlerinden biriydi.”[172]

 

Ali Hüseynî Fikrî Kâhirî, şunları söylemiştir: “Ebu’l-Hasan Askerî, bilgide ve cömertlikte babasının vârisi idi. Fakîh, fasih, güzel yüzlü ve endamlı bir kimse olup, insanların en güzeli ve en doğru sözlüsü idi.”[173]

 

 

İMAM ASKERÎ (A.S.)

 

 

Sıbt İbn Cevzî, İmam Askerî’yi (a.s) “güvenilirliği ve bilgisi” yönünden övmüştür.[174]

 

Hayrüddîn Zirkilî, onun hakkında şöyle söylemiştir: “O, takvâda, kullukta ve ibadette babalarının sâlih yolu üzere idi.”[175]

 

Diğer Ehl-i Sünnet âlimleri de müstakil bir şekilde İmamların her biri ya da tamamı hakkında yukarıda zikredilenlere benzer ifadeler kullanmışlardır ki, bunların tümünü aktarmaktan kaçınıyor ve okuyucuları, ilgili kitaplara yönlendiriyoruz.[176]

 

 

NETİCE

 

 

Bahsedilen hususlara teveccüh edildiğinde, Kitâb-ı Mukaddes’in müjdelediği Hz. İsmail’in neslinden seçilmiş on iki kişinin ve muteber rivayetlerde Peygamber’in zikrettiği on iki halifenin, Şia’nın On İki İmamı olduğuna dair bir itminân hâsıl olacaktır. Zira kendisinde on iki sayısının mevzûî (belirlenmiş, özel) olduğu ve aralarında baba-oğul ilişkisine/silsilesine dayalı hususî bir özelliğin bulunduğu yüce, âlim ve arınmış bu on iki kişilik topluluğu diğerlerinden ayıran ve onların [mezkûr topluluğun] insanlık tarihi boyunca eşsiz olmasını sağlayan şey, işte bu birliktelikleridir [dağınık halde değil, birbiri ardınca gelmeleridir]. Dolayısıyla bu rivayetlerin misdaklarının tayininde her ne kadar İmamların dışında [İmamlardan başka] on iki âlim ve pak şahsiyet zikretmek mümkünse de, bu kimselerin arasında [onların] sayılarını on ikiye münhasır kılacak başka ortak bir özellik bulunmayacaktır. Bu durum da onların diğerlerinden ayrılmalarını ve doğru bir şekilde teşhis edilmelerini sağlamaktadır.

 

 

 

Medya Şafak

 

 

 

KAYNAKÇA

 

İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belâğa, Beyrut: Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, (h. 1378).

İbnü’l-Ca‘d, Ali, el-Müsned, Beyrut: Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-İlmiyye, (h. 1417).

İbnü’l-Cevzî, Yusuf, Tezkiretu’l-Havâs, Tahran: Mektebetü Neynevâ, ty.

İbnü’l-Hazzâz, Ali, Kifâyetü’l-Eser, Kum: Bîdâr, (h. 1401).

İbn Sabbâğ, Ali, el-Fusûlü’l-Mühimme, Tahran: Müessesetü’l-A‘lemî, ty.

İbnü’l-İmâd, Abdülhayy, Şezerâtü’z-Zeheb, Şam: Dâru İbn Kesîr, (h. 1406).

İbnü’n-Neccâr, Muhammed, Zeylü Târîhi’l-Bağdâd, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, (h. 1417).

İbn Hibbân, Muhammed, es-Sikât, Haydarâbâd: Matba‘atu Meclisi Dâireti’l-Ma‘ârifi’l-Usmâniyye, (h. 1393).

______________, Meşâhîru Ulemâi’l-Emsâr, el-Mansûra: Dâru’l-Vefâ, (h. 1411).

İbn Hacer el-Askalânî, Ahmed, Lisânü’l-Mîzân, Beyrut: Müessesetü’l-A‘lemî, (h. 1390).

______________, Tehzîbu’t-Tehzîb, Beyrut: Dâru’l-Fikr, (h. 1404).

______________, Takrîbu’t-Tehzîb, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, (h. 1415).

______________, Fethu’l-Bârî, Beyrut: Dâru’l-Ma‘rifeti li’t-Tıbâ‘ati ve’n-Neşr, ty.

İbn Hacer el-Heytemî, Ahmed, es-Savâiku’l-Muhrika, Kâhire: Mektebetü’l-Kâhire, ty.

İbn Hanbel, Ahmed, el-Müsned, Beyrut: Dâru Sâdır, ty.

İbn Haldûn, Abdurrahman, Târihu İbn Haldûn, Beyrut: Dâru’l-Fikr, (h. 1408).

İbn Hallikân, Ahmed, Vefeyâtü’l-Ayân, Beyrut: Dâru’s-Sekâfe, ty.

İbn Sa’d, Muhammed, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut: Dâru Sâdır, ty.

İbn Talha Şâfiî, Muhammed, Metâlibu’s-Suâl, yy., ay., ty.

İbn Tûlûn, Şemsüddîn, el-Eimmetü’l-İsnâ Aşer, Kum: Menşûrâtu’r-Rızâ, ty.

İbn Abdilberr, Yusuf, et-Temhîd, Fas: Vezâratü Umûmi’l-Evkâf, (h. 1387).

İbn Adî, Abdullah, el-Kâmil fî-Zuafâi’r-Ricâl, Beyrut: Dâru’l-Fikr, (h. 1409).

İbn Asâkir, Ali, Târihu Medîneti Dimeşk, Beyrut: Dâru’l-Fikr, (h. 1415).

İbn Kesîr, İsmail, el-Bidâyetü ve’n-Nihâye, Beyrut: Dâru’l-Fikr, (h. 1407).

_____________, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut: Dâru’l-Ma‘rife, (h. 1412).

İbn Manzûr, Muhammed, Lisânu’l-Arab, Kum: Neşru Edebi’l-Havza, (h. 1405).

Ebû Reyye, Mahmûd, Edvâun ala’s-Sünneti’l-Muhammediyye, yy., Dâru’l-Kütübi’l-İslâmiyye, ty.

Ebu’l-Hâtem er-Râzî, Muhammed, el-Cerhu ve’t-Tadîl, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, (h. 1371).

Ebû Dâvûd, Süleyman, es-Sünen, Beyrut: Dâru’l-Fikr, (h. 1410).

Ensârî, Muhammed, el-Cevheratü fî-Nesebi’l-İmam Ali ve Âlihi, Beyrut: Müessesetü’l-A‘lemî, (h. 1402).

Âlûsî, Seyyid Mahmûd, Rûhu’l-Meânî fî-Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, (h. 1415).

Bâcî, Süleyman, et-Tadîl ve’t-Tecrîh, Marakeş: Vezâratü’l-Evkâf, ty.

Buhârî, Muhammed, es-Sahîh, Beyrut: Dâru’l-Fikr, (h. 1401).

_____________, et-Târîhu’l-Kebîr, Diyarbakır-Türkiye: el-Mektebetü’l-İslâmiyye, ty.

Beyhakî, Ebû Bekr, Delâilü’n-Nübüvve, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, (h. 1405).

Tirmizî, Muhammed, es-Sünen, Beyrut: Dâru’l-Fikr, (h. 1403).

Şüşterî, Seyyid Nurullah, İhkâku’l-Hakk, Tahran: Mektebetü’l-İslâmiyye, (h. 1395).

Bir grup yazar, et-Tevfîku’r-Rabbânî fi’r-Reddi alâ İbn Teymiyyeti’l-Harrânî, yy., ay., ty.

Cevherî, Ahmed, Muktedabu’l-Eser, Kum: Mektebetü’t-Tabâtabâî, ty.

Cevherî, İsmail, es-Sihâh, Beyrut: Daru’l-İlmi li’l-Melâyîn, (h. 1376).

Zehebî, Muhammed, Târîhu’l-İslâm, Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, (h. 1413).

_____________, Siyerü Alâmi’n-Nubelâ, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, (h. 1413).

_____________, Tezkiretu’l-Huffâz, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, ty.

Zübeydî, Muhammed, Tâcu’l-Arûs, Beyrut: Dâru’l-Fikr, (h. 1414).

Zirkilî, Hayrüddîn, el-Alâm, Beyrut: Daru’l-İlmi li’l-Melâyîn, 1980.

Sübhânî, Cafer, el-İlâhiyât, Kum, (h. 1410).

Sem‘ânî, Abdülkerîm, el-Ensâb, Beyrut: Dâru’l-Cinân, (h. 1408).

Şâkirî, Hüseyin, Mevsûatü’l-Mustafâ ve’l-Itre, Kum: Neşru’l-Hüdâ.

Şüşterî, Nurullah, es-Savârimu’l-Muhrika, Tahran: Matba‘atu’n-Nühze, (h. 1367)

Şevkânî, Muhammed, Neylü’l-Evtâr, Beyrut: Dâru’l-Cîl, 1973.

Sadr, Seyyid Muhammed Bâkır, el-Fetâva’l-Vâdıha, Beyrut: Dâru’t-Ta‘ârufi li’l-Matbû‘ât, (h. 1403).

 

Sadûk, Muhammed, el-Hısâl, Kum: Câmi‘a-i Müderrisîn, 1362.

_____________, el-Emâlî, Tahran: Kitâbçî, 1376.

_____________, Uyûnu Ahbâri’r-Rızâ, Tahran: Neşr-i Cihân, (h. 1378).

Safedî, Salâhüddîn, el-Vâfî Bi’l-Vefeyât, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Turâs, (h. 1420).

Taberânî, Süleyman, el-Mucemu’l-Kebîr, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, ty.

Taberî, Muhammed, Târîhu’l-Ümemi ve’l-Mülûk, Beyrut: Müessesetü’l-A‘lemî, (h. 1403).

Tûsî, Muhammed, el-Gaybe, Kum: Dâru’l-Ma‘ârifi’l-İslâmî, (h. 1411).

Tayâlisî, Süleyman, el-Müsned, Beyrut: Dâru’l-Hadîs, ty.

Askerî, Seyyid Murtazâ, Meâlimu’l-Medreseteyn, Tahran: Müessesetü’l-Bi‘se, (h. 1405).

Azîmâbâdî, Muhammed, Avnu’l-Mabûd, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, (h. 1415).

Fadlî, Abdülhüdâ, Durûsun fî-Usûli’l-Fıkhi’l-İmamiyye, yy., Ümmü’l-Kurâ, (h. 1420).

Fakîh Îmânî, Mehdî, el-İmam Ali fî-Ârâi’l-Hulefâ, Kum: Müessesetü’l-Ma‘ârifi’l-İslâmiyye, (h. 1420).

Fîrûzâbâdî, Muhammed, el-Kâmûsu’l-Muhît, yy., ay., ty.

Kârî, Ali, Şerhu Müsnedi Ebî Hanîfe, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, ty.

Kurtubî, Muhammed, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut, (h. 1405).

Kundûzî, Süleyman, Yenâbîu’l-Mevedde, Kum: Basîretî, ty.

Kitâb-ı Mukaddes, Fâzıl Han Hemedânî tercümesi, Tahran: Esâtîr, 1380.

Mübârekfûrî, Muhammed, Tuhfetu’l-Ahvezî, Tahran: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, (h. 1410).

Muttakî el-Hindî, Ali, Kenzu’l-Ummâl, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, (h. 1407).

Mer‘aşî, Seyyid Şihâbüddîn, Mevsûatu’l-İmame, Kum: Mektebetü Âyetillah Mer‘aşî, 1384.

Mizzî, Yusuf, Tehzîbu’l-Kemâl, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, (h. 1406).

Müslim, İbn Haccâc, Sahîh-i Müslim, Beyrut: Dâru’l-Fikr, ty.

Muzaffer, Muhammed Hasan, Delâilü’s-Sıdk, Kum: Müessesetü Âli Beyt, (h. 1422).

Makrîzî, Ahmed, İmtâu’l-Esmâ, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, (h. 1420).

Malikiyân, Mustafa ve diğerleri, Sünnet ve Sekülerizm, Tahran: Sırât, 1382.

Malikiyân, Mustafa, “Milâk-i Hakkâniyyet-i Her Dîn, Faslnâme-i Heft Âsimân, 32. Sayı, Kum: 1385.

Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, (h. 1415).

Nevevî, Muhyiddîn, Şerhu Sahîhi Müslim, Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, (h. 1407).

_______________, el-Mecmû Şerhu’l-Mühezzeb, Beyrut: Dâru’l-Fikr, ty.

Nîşâbûrî, Muhammed, Marifetü Ulûmi’l-Hadîs, Dâru’l-Afâki, ay., (h. 1400).

_______________, el-Müstedrek Ala’s-Sahîheyn, Beyrut: Dâru’l-Ma‘rife, (h. 1406).

Heysemî, Nûruddîn, Mecmau’z-Zevâid, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, (h. 1408).

Ya‘kûbî, Ahmed, Târîhu’l-Yakûbî, Dâru Sâdır, ty.

 

 

 

 

 

 



[1] Kum İlim Havzası öğrencisi ve İslâm Fıkhı Ansiklopedisi Müessesesi’nde sorumlu.

[2] Terâküm-i Zunûn: Söz konusu durumun adı terâküm-i zunûndur. Bunu şu şekilde açıklamak mümkündür: Buradaki zan kesin bilgiyle sonuçlanmış bir “zan” olup, sıradan insanlar nezdinde “[kesin] bilgi” olarak adlandırılmaktadır. Fıkıhta “itminânî zan” ya da “kuvvetli zan: zann-ı kavî” olarak da bilinir. Bu zan, fakîhler ve usûlcüler nezdinde “itminâna ulaştıran kesin bilgi” olarak telâkki edildiğinden, bir hücciyete sahiptir. (çev. notu)

[3] es-Sadr, el-Fetâva’l-Vâdıha, s. 19

[4] Tercih edilen [ihtimâlî] bir bilgiye dayanarak dine bağlı kalma konusunu incelemek için, Bkz.: İmamî, Mesut, Bast-i Şartbendî-i Pâksâl, Neşriye-i Maarif, 12-14. sayılar.

[5] Melikiyân, Mustafa, Milâk-i Hakkâniyet-i Her Dîn, Faslnâme-i Heft Âsimân, 32/43. sayılar.

[6] Kitâb-ı Mukaddes, Tekvîn Bölümü, s. 26, 17. Bölüm, 20. Pasaj.

[7] a.g.e., Tekvîn, s. 44, 25. Bölüm, 14-17. Pasajlar.

[8] a.g.e., Sayılar, s. 244, 1. Bölüm, 1-17. Pasajlar.

[9] a.g.e., Sayılar, s. 322, 34. Bölüm, 17-29. Pasajlar.

[10] Müslim, es-Sahîh, 6/3; Buhârî, Sahîh, 8/127; İbn Hanbel, Müsned, 5/86; Ebû Dâvûd, Sünen, 2/309; Tirmizî, es-Sünen, 3/34; Nîşâbûrî, Müstedrekü’s-Sahîheyn, 3/617; Heysemî, Mecma‘u’z-Zevâid, 5/191; Tayâlisî, el-Müsned, s. 105; İbn Ca‘d, Müsned, s. 390; Taberânî, Mu‘cemu’l-Kebîr, 2/195; Muttakî Hindî, Kenzu’l-Ummâl, 12/32.

[11] Mer‘aşî, Mevsû‘atu’l-İmâme, 5/351-392.

[12] Sadûk, Uyûnu Ahbâri’r-Rızâ (a.s), 2/54; Hısâl, s. 466; el-Emâlî, s. 387; İbn Hazzâz, Kifâyetü’l-Eser, s. 49; Tûsî, el-Gaybe, s. 128; Cevherî, Muktedabu’l-Eser, s. 4.

[13] İbn Kesîr, el-Bidâyetü ve’n-Nihâye, 1/153; 6/250; Makrîzî, İmtâ‘u’l-Esmâ, 12/306; İbn Haldûn, Târîhu İbn Haldûn, 1/406; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, 3/479; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 6/523; Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, 12/201; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 13/182; Mübârekfûrî, Tuhfetu’l-Ahvezî, 6/391; Azîmâbâdî, Avnu’l-Ma‘bûd, 11/244; Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 2/582; Ebû Reyye, Edvâu Ala’s-Sünneti’l-Muhammediye, s. 233.

[14] Şüşterî, es-Savârimu’l-Muhrika, s. 93; Muzaffer, Delâilü’s-Sıdk, 6/264; Askerî, Me‘âlimu’l-Medreseteyn, 1/333; Subhânî, el-İlâhiyyât, 4/111; Fadlî, Durûsun fi’l-Usûli’l-Fıkhi’l-İmâmiyye, s. 181; Fakîh Îmânî, el-İmam Ali (a.s) fî-Ârâi’l-Hulefâ, s. 14

[15] Ehl-i Sünnet’in ilk üç İmamın faziletleri hakkında nakledilen rivâyetlerle ilgili olarak, Bkz.: Âyetullah Seyyid Murtazâ Fîrûzâbâdî’nin Fedâilu’l-Hamse adlı eserine müracaat edilebilir.

[16] İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dimeşk, 54/276; 41/370; Zehebî, Mîzânu’l-İ‘tidâl, 3/550; İbn Hacer, Lisânu’l-Mîzân, 5/168; İbn Kesîr, el-Bidâyetü ve’n-Nihâye, 9/124. Âyetullah Mer‘aşî Necefî, bu rivayeti Ehl-i Sünnet’in diğer on üç kaynağından nakletmiştir. Bkz.: Şüsterî, İhkâku’l-Hakk, 12/13.

[17] Zehebî, Siyerü A‘lâmi’n-Nubelâ, 4/401

[18] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 12/352, Seyyid Ali ibn Şihâbiddîn Hemedânî’nin Meveddetü’l-Kurbâ kitabından nakille, s. 140, Lahor baskısı.

[19] el-İclî, Ma‘riferü’s-Sikât, 1/270.

[20] Şüsterî, İhkâku’l-Hakk, 12/352, Muhâdirâtu’l-Üdebâ’dan nakille, Râğıb el-İsfehânî, Beyrut baskısı.

[21] Zehebî, Siyerü A‘lâmi’n-Nubelâ, 13/119.

[22] İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belâğa, 15/278.

[23] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 19/621, “el-İthâf bi-Hubbi’l-Eşrâf” bölümünden naklen, s. 68, Mısır: Mustafâ el-Bâbi’l-Halebî baskısı, Abdullah ibn Muhammed Şebrâvî.

[24] a.g.e., 28/446, “el-Mîrâs inde’l-Ca‘feriyye” bölümünden naklen, s. 34, Beyrut: Dâru’r-Râidi’l-Arabî, Muhammed Ebû Zehra.

[25] a.g.e, 28/293, “Terâcumu’r-Ricâl” bölümünden naklen, s. 29, Tab‘u’l-Matba‘ati’t-Te‘âvuniyye, Muhammed Hıdr Hüseyin.

[26] a.g.e., 19/621, “Dav’u’ş-Şems”ten naklen, 1/119, İstanbul baskısı, Muhammed Ebu’l-Hüdâ er-Rıfâî.

[27] Âyetullah Seyyid Şihâbüddîn Mer‘aşî Necefî, Mülhakâtu İhkâki’l-Hakk’ta onlarca Ehl-i Sünnet âliminin ilk kaynaklardan günümüze dek On İki İmam hakkında söylediği sözleri derlemiş ve kitabının çok sayıdaki cildini bu konuya tahsis etmiştir.

[28] İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dimeşk, 41/376; el-Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, 20/389; Zehebî, Tezkiretu’l-Huffâz, 1/75; Zehebî, Siyerü A‘lâmi’n-Nubelâ, 4/391; İbn Kesîr, el-Bidâyetü ve’n-Nihâye, 9/115; İbnü’l-İmâd, Şezerâtü’z-Zeheb, 1/375.

[29] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 12/136, “Muhâdırâtü’l-Üdebâ” bölümünden naklen, 1/344, Beyrut: Mektebetü’l-Hayât.

[30] Ziriklî, el-A‘lâm, 7/97.

[31] İbnü’s-Sabbâğ, el-Fusûlü’l-Mühimme, s. 203; el-Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, 20/386; Bâcî, et-Ta‘dîl ve’t-Tecrîh, 3/1078.

[32] İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dimeşk, 41/366; el-Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, 20/384; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1/246; Mübârekfûrî, Tuhfetu’l-Ahvezî, 6/501; Zehebî, Siyerü A‘lâmi’n-Nubelâ, 4/388.

[33] İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dimeşk, 41/371; el-Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, 20/386; Zehebî, Tezkiretu’l-Huffâz, 1/75; Zehebî, Siyerü A‘lâmi’n-Nubelâ, 4/389; İbn Kesîr, el-Bidâyetü ve’n-Nihâye, 9/104; İbnü’l-İmâd, Şezerâtü’z-Zeheb, 1/375; Bâcî, et-Ta‘dîl ve’t-Tecrîh, 3/1078

[34] İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, 5/214; İbn Kesîr, el-Bidâyetü ve’n-Nihâye, 9/108.

[35] İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dimeşk, 41/373.

[36] İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dimeşk, 41/373; el-Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, 20/387; Zehebî, Tezkiretu’l-Huffâz, 1/75; Zehebî, Siyerü A‘lâmi’n-Nubelâ, 4/394; İbn Kesîr, el-Bidâyetü ve’n-Nihâye, 9/104; İbnü’l-İmâd, Şezerâtü’z-Zeheb, 1/375.

[37] İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, 5/214; İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dimeşk, 41/374; el-Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, 20/387; İbn Kesîr, el-Bidâyetü ve’n-Nihâye, 9/108.

[38] Âyetullah Mer‘aşî Necefî, Ehl-i Sünnet’in 20 kaynağından, İmam Zeynelâbidîn’in gece gündüz bin rekât namaz kıldığını nakletmiştir. Bkz.: Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 12/18-23.

[39] İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dimeşk, 41/378; el-Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, 20/390; Zehebî, Tezkiretu’l-Huffâz, 1/75; Zehebî, Siyerü A‘lâmi’n-Nubelâ, 4/392; İbnü’l-İmâd, Şezerâtü’z-Zeheb, 1/376.

[40] el-Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, 20/387; Zehebî, Siyerü A‘lâmi’n-Nubelâ, 4/389; İbn Kesîr, el-Bidâyetü ve’n-Nihâye, 9/104.

[41] İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belâğa, 15/274.

[42] İbn Kesîr, el-Bidâyetü ve’n-Nihâye, 9/122.

[43] İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, 5/222; İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dimeşk, 41/362.

[44] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 12/12, “el-Fâdıl” bölümünden naklen, s. 103, Mısır: Dâru’l-Kütüb, el-Müberred.

[45] İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dimeşk, 41/374; el-Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, 20/388; Zehebî, Siyerü A‘lâmi’n-Nubelâ, 4/2-390.

[46] Ya‘kûbî, Târîhu’l-Ya‘kûbî, 2/303.

[47] İbn Hibbân, Meşâhîru’l-Ulemâi’l-Emsâr, s. 104.

[48] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 12/129, “Hilyetü’l-Evliyâ” bölümünden naklen, 3/133, Mısır: Matba‘atu’s-Sa‘âde, Ebû Naîm İsfehânî. 

[49] a.g.e., 28/8, “Ahsenü’l-Kasas” bölümünden naklen, 4/265, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Ali Fikrî el-Hüseynî el-Mısrî.

[50] Zehebî, Siyerü A‘lâmi’n-Nubelâ, 4/398.

[51] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 2/591.

[52] Muhammed ibn Talha, Metâlibu’s-Suâl, s. 408.

[53] İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belâğa, 15/277.

[54] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 12/130, “Es-Sârimu’l-Münkî fi’r-Reddi Ala’s-Sebkî” bölümünden naklen s. 99, Matba‘atu’l-İmam, Muhammed ibn Ahmed ibn Abdilhüdâ Hanbelî.

[55] İbn Sabbâğ, el-Fusûlü’l-Mühimme, s. 200.

[56] Kundûzî, Yenâbîu’l-Mevedde, s. 378.

[57] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 28/6, “Ta‘lîkatü Fethi’l-Bâkî Alâ Elfiyyeti’l-Irâkî” bölümünden naklen, 1/24, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.

[58] İbn Tûlûn, el-Eimmetü’l-İsnâ Aşer, s. 78.

[59] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, 1/23.

[60] Kundûzî, Yenâbîu’l-Mevedde, s. 153.

İbn Hacer el-Heytemî, es-Savâiku’l-Muhrika, s. 201.

[61] Mübârekfûrî, Tuhfetu’l-Ahvezî, 6/501.

[62] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 21/135, “er-Ravdatu’n-Nediyye” bölümünden naklen, s. 12, Mısır: Tab‘u’l-Hayriyye.

[63] Âlûsî, Tefsîr-i Âlûsî, 3/356.

[64] Zirkilî, el-Alâm, 4/277.

[65] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 28/110, “Ahdâsu’t-Târîhi’l-İslâmî Bi-Tertîbi’s-Sinîn,” bölümünden naklen, 1/632, Kuveyt baskısı.

[66] a.g.e., 28/146, “Eimmetü’l-Fıkhi’t-Tis‘a” bölümünden naklen, 1/23, Yay.: el-Hey’etü’l-Mısrıyye’l- Âmme li’l-Kitâb.

[67] a.g.e., 28/192, “el-İmamu Ca‘feru’s-Sâdık” bölümünden naklen, s. 134, Kâhire: el-Meclisu’l-A‘lâ li’ş-Şu’ûni’l-İslâmiyye, Abdülhalîm el-Cündî.

[68] a.g.e., 28/152, “el-İlmu ve’l-Ulemâ” bölümünden naklen, s. 25, Yay.: Dâru’l-Kütübi’s-Selefiyye, Câbir el-Cezâyirî.

[69] a.g.e., 28/192, “Âlu Beyti’n-Nebî fî-Mısr” bölümünden naklen, s. 25, Dâru’l-Kütübi’s-Selefiyye, Ahmed Ebû Keff.

[70] a.g.e., 28/30, “Terâcumu’r-Ricâl” bölümünden naklen, s. 25, Mısır: Tab‘u’t-Te‘âvuniyye, Muhammed el-Hıdr Hüseyin.

[71] a.g.e., 19/439, “el-Envâru’l-Kudsiyye” bölümünden naklen, s. 23, Mısır: Tab‘u’s-Sa‘âde, Yasin ibn İbrahim es-Senhûrî eş-Şâfiî.

[72] Ya‘kûbî, Târîhu’l- Ya‘kûbî, 2/320; İbn Kesîr, el-Bidâyetü ve’n-Nihâye, 9/339; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A‘yân, 4/174; Kurtubî, Tefsîru’l-Kurtubî, 1/445; Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, 1/103; Kârî, Şerhu Müsnedi Ebî Hanîfe, s. 211; Cevherî, es-Sihâh, 2/595; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, 4/74; Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît, 1/376. Âyetullah Mer‘aşî Necefî, bu bağlamda yirmi Ehl-i Sünnet kaynağından sözler nakletmiştir. Bkz.: Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 12/160-165.

[73] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, 9/313.

[74] İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dimeşk, 54/278; İbn Kesîr, el-Bidâyetü ve’n-Nihâye, 9/340.

[75] İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, 5/324; İbn Asâkîr, Târîhu Medîneti Dimeşk, 54/276.

[76] İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belâğa, 15/277.

[77] Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, 6/137.

[78] İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A‘yân, 4/174; İbn Tûlûn, el-Eimmetü’l-İsnâ Aşer, s. 81.

[79] Zehebî, Siyerü A‘lâmi’n-Nubelâ, 4/401.

[80] Zehebî, Tezkiretu’l-Huffâz, 1/124.

[81] İbn Kesîr, el-Bidâyetü ve’n-Nihâye, 9/338.

[82] İbn Hacer el-Heytemî, es-Savâ‘iku’l-Muhrika, s. 201.

[83] Muhammed ibn Talha, Metâlibu’s-Suâl, s. 425.

[84] Zübeydî, Tâcu’l-Arûs, 3/55.

[85] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 12/170, “er-Ravdatu’n-Nediyye” bölümünden naklen, s. 12, Mısır: Tab‘u’l-Hayriyye, Mustafa Rüşdî.

[86] Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1/15.

[87] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 12/181, “Câmi‘u Kerâmâti’l-Evliyâ” bölümünden naklen, 1/164, Kâhire: Tab‘u Mustafa el-Halebî, Yusuf ibn İbrahim Nebhânî.

[88] a.g.e., 28/292, “Ahsenü’l-Kasas” bölümünden naklen, 4/276, Beyrut: Tab‘u Dâri’l-Kütübi’l-İlmiyye, Dr. Ali ibn Muhammed Abdullah Fikrî el-Hüseynî.

[89] a.g.e., 19/489, “el-Envâru’l-Kudsiyye” bölümünden naklen, s. 34, Mısır: Tab‘u’s-Sa‘âde, Yasin ibn İbrahim es-Senhûrî eş-Şâfiî.

[90] a.g.e, 28/293, “Terâcumu’r-Ricâl” bölümünden naklen, s. 29, Tab‘u’l-Matba‘ati’t-Te‘âvüniyye, Muhammed el Hıdr Hüseyin.

[91] Buhârî, Târîhu’-l Kebîr, 2/188; Râzî, el-Cerhu ve’t-Ta‘dîl, 2/487; İbn Hibbân, es-Sikât, 6/131.

[92] İbn Abdilberr, et-Temhîd, 2/66.

[93] İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belâğa, 1/18.

[94] İbn Adî, el-Kâmil, 2/132; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, 9/88; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 2/255; el-Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, 5/74; Safedî, el-Vâfî Bi’l-Vefeyât, 9/98; ez-Zehebî, Siyerü A‘lâmi’n-Nubelâ, 6/258.

[95] Nevevî, el-Mecmû, 14/155.

[96] İbn Hibbân, es-Sikât, 6/131.

[97] Nîşâbûrî, Ma‘rifetü Ulûmi’l-Hadîs, s. 55.

[98] İbn Abdilberr, et-Temhîd, 2/66.

[99] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 33/807, “el-Muntazamu fî-Târîhi’l-Mülûki ve’l-Ümem” bölümünden naklen, 8/110, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Ebu’l-Ferec Abdurrahman ibn Ali ibn Muhammed ibn el-Cevzî.

[100] İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belâğa, 51/274.

[101] Nevevî, el-Mecmû, 8/275.

[102] İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-A‘yân, 1/327

[103] Zehebî, Tezkiretu’l-Huffâz, 1/166.

[104] Safedî, el-Vâfî Bi’l-Vefeyât, 11/99.

[105] İbn Hacer, Takrîbu’t-Tehzîb, 1/163.

[106] İbn Tûlûn, el-Eimmetü’l-İsnâ Aşer, s. 81.

[107] İbn Hacer el-Heytemî, es-Savâ‘iku’l-Muhrika, s. 201.

[108] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 33/808, “Câmi‘u Kerâmâti’l-Evliyâ” bölümünden naklen, 2/4, Mısır: Mustafa el-Bâbî ve Şürakâuhu, Yusuf ibn İsmail en-Nebhânî.

[109] Âlûsî, Tefsîru’l-Âlûsî, 2/395.

[110] a.g.e., 1/82.

[111] Mübârekfûrî, Tuhfetu’l-Ahvezî, 1/115; 3/43.

[112] Cemâ‘atun Min Ulemâ, et-Tevfîku’r-Rabbânî fi’r-Reddi alâ İbn Teymiyyeti’l-Harrânî, s. 196.

[113] Zirkilî, el-A‘lâm, 2/126; Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 28/512, “Ta‘lîkatun Alâ Kitâbi Meşârıki Envâri’l-Ukûl” bölümünden naklen, 1/86, Beyrut: Dâru’l-Cîl, Şeyh Abdullah es-Sâlimî el-İbâzî.

[114] Muhammed ibn Talhâ Şâfiî, Metâlibu’s-Suâl, s. 436.

[115] İbn Sabbâğ, el-Fusûlü’l-Mühimme, 2/927.

[116] Kundûzî, Yenâbî‘u’l-Mevedde, s. 380.

[117] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 19/505, “el-Envâru’l-Kudsiyye” bölümünden naklen, s. 36, Mısır: Tab‘u’s-Sa‘âde, Şeyh Yasin ibn İbrahim es-Senhûrî eş-Şâfiî.

[118] a.g.e., 28/326, “Târîhu’l-Mezâhibi’l-İslâmî” bölümünden naklen, s. 713, Tab‘u Dâri’l-Fikri’l-Arabî, Şeyh Muhammed Ebû Zehre. Aynı şekilde Bkz.: a.g.e., 82/446, “el-Mîrâsu İnde’l-Ca‘feriyye” bölümü, s. 34, Beyrut: Tab‘u Dâri’r-Râidi’l-Arabî, Muhammed Ebû Zehre; a.g.e., 12/217, “Mâlik: Hayâtuhu ve Asruhu ve Ârâuhu ve Fıkhuhu” bölümü, s. 104, Mısır: Tab‘u Matba‘ati Muhayyim, Muhammed Ebû Zehra.

[119] a.g.e., 12/218, “Eimmetü’l-Hüdâ” bölümünden naklen, s. 117, Mısır: Tab‘u’l-Kâhire, Seyyid Muhammed ibn Abdilgaffâr el-Hâşimî el-Afgânî.

[120] a.g.e., 19/507, “el-Mübtekirü’l-Câmi‘ li-Kitâbeyi’l-Muhtasar ve’l-Mu‘tasar” bölümünden naklen, s. 132, Kâhire: Tab‘u Dâri’l-Kütübi’l-Hadîsiyye, Şeyh Abdülvahhâb Abdüllatîf.

[121] a.g.e., 19/508, “el-Meşra‘u’r-Ravî” bölümünden naklen, s. 35, Tab‘u’l-Kâhire, Seyyid Muhammed ibn Ebî Bekr Alevî el-Hazremî.

[122] a.g.e., 28/315, “Sebâiku’z-Zeheb” bölümünden naklen, s. 329, Tab‘u Beyrût, Ebu’l-Fevz Muhammed ibn Emîn.

[123] a.g.e., 28/316, “Ahdâsu’t-Târîhi’l-İslâmî bi-Tertîbi’s-Sinîn”, 2/916, Tab‘u Kuveyt, Dr. Abdüsselâm et-Termânînî.

[124] a.g.e., 12/214, “Nüzhetü’l-Celîs” bölümünden naklen, 2/35; 1, s. 50, Tab‘u’l-Kâhire, Seyyid Abbâs Mekkî.

[125] a.g.e., 28/317, “Mu‘cemu’l-Ulemâi’l-Arab” bölümünden naklen, 1/94, Beyrut: Tab‘u Âlemi’l-Kütüb, Bâkır Emîn el-Verd.

[126] A.g.e., 28/449, “Menâhicü’ş-Şerî’ati’l-İslâmiyye” bölümünden naklen, 3/114, Beyrut: Tab‘u Mektebeti’l-Ma‘ârif, Şeyh Ahmed Muhyiddîn el-Acûz,

[127] a.g.e, 28/450, “Eimmetü’l-Fıkhi’t-Tis‘a” bölümünden naklen, 1/27, Tab‘u’l-Hey’eti’l-Mısrıyye, Abdurrahman eş-Şerkâvî.

[128] a.g.e., 28/467, “el-İmâmu Ca‘feru’s-Sâdık” bölümünden naklen, s. 63, Kâhire: Tab‘u’l-Meclisi’l-A‘lâ, Abdülhalîm el-Cündî.

[129] a.g.e., 28/512, “el-Medhalu ilâ Dirâseti’l-Edyân ve’l-Mezâhib” bölümünden naklen, 3/82, Tab‘u Dâri’l-Arabiyye li’l-Mevsû‘ât, Abdürrezzâk Muhammed Esved.

[130] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, 10/302; İbn Hacer, Lisânü’l-Mîzân, 7/402; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, 12/417; Zehebî, Siyerü A‘lâmi’n-Nubelâ, 6/270; el-Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, 29/43.

[131] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 33/821, “el-Muntazamu fî-Târîhi’l-Mülûki ve’l-Ümem” bölümünden naklen, 9/87, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Ebu’l-Ferec Abdurrahman ibn Cevzî.

[132] İbnü’l-Cevzî, Tezkiretu’l-Havâs, s. 348.

[133] İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belâğa, 15/291.

[134] el-Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, 29/44; Zehebî, Siyerü A‘lâmi’n-Nubelâ, 6/271; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, 12/417; İbn Kesîr, el-Bidâyetü ve’n-Nihâye, 10/197; Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 12/301, “Mir’âtü’l-Cinân” bölümünden naklen, 1/394, Tab‘u Haydarâbâd, Abdullah ibn Es‘ed Yâfiî Şâfiî.

[135] İbn Hacer Heytemî, es-Savâ‘iku’l-Muhrika, s. 203.

[136] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 12/300, “İs‘âfu’r-Râğibîn” bölümünden naklen, s. 247, (Nûru’l-Envâr’ın hâşiyesinde basılmıştır), Mısır: el-Usmâniyye, Muhammed ibn Ali es-Sabbân el-Mâlikî.

[137] a.g.e., 12/300, “er-Ravdatu’n-Nediyye” bölümünden naklen, s. 11, Mısır: el-Hayriyye, Şeyh Mustafa Rüşdî.

[138] Zirkilî, el-A‘lâm, 7/321.

[139] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 12/300, “el-Kevâkibu’d-Dürriyye” bölümünden naklen, 1/172, Mısır: el-Ezheriyye, Şeyh Abdurraûf el-Münâvî.

[140] a.g.e., 28/553, “el-Basâiru li-Münkiri’t-Tevessüli bi-Ehli’l-Mekâbir, s. 42, Tab‘u İslâmbûl, Hamdullah el-Hindî ed-Dâcevî el-Hanefî.

[141] Muhammed ibn Talha, Metâlibu’s-Suâl, s. 447.

[142] İbn Sabbâğ, el-Fusûlü’l-Mühime, 2/949.

[143] Kundûzî, Yenâbî‘u’l-Mevedde, s. 382.

[144] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 19/358, “el-Envâru’l-Kudsiyye”den naklen, s. 38, Mısır: es-Sa‘âde, Şeyh Yasin ibn İbrahim, es-Senhûrî eş-Şâfiî.

[145] a.g.e., 28/622, “Ahsenu’l-Kasas” bölümünden naklen, 4/289, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Dr. Ali ibn Muhammed Abdullah Fikrî.

[146] Taberî, Târîhu’t-Taberî, 7/139; Zehebî, Siyerü A‘lâmi’n-Nubelâ, 9/390; İbnü’n-Neccâr, Zeylü Târîhi’l-Bağdâd, 4/140.

[147] İbn Hibbân, es-Sikât, 8/456.

[148] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 28/565, “et-Tebyînu fî-Ensâbi’l-Kureyşiyyîn” bölümünden naklen, s. 133, Tab’u Beyrût, el-Muvaffak Ebû Muhammed Abdullah ibn Kudâme.

[149] İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belâğa, 15/291.

[150] Zehebî, Siyerü A‘lâmi’n-Nubelâ, 9/387.

[151] Zehebî, Târîhu’l-İslâm, 14/270.

[152] İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, 7/340; Sem‘ânî, el-Ensâb, 3/74.

[153] Muhammed ibn Talha, Metâlibu’s-Suâl, s. 455.

[154] İbn Hacer el-Heytemî, es-Savâ‘iku’l-Muhrika, s. 204.

[155] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 19/554, “el-İthâf bi-Hubbi’l-Eşrâf” bölümünden naklen, s. 58, Mısır: Mustafa el-Bâbî, Abdullah ibn Muhammed eş-Şebrâvî eş-Şâfiî.

[156] a.g.e., 12/343, “Câmi‘u Kerâmâti’l-Evliyâ” bölümünden naklen, 2/311, Mısır: el-Hablî, Şeyh Yusuf ibn İsmail en-Nebhânî.

[157] a.g.e., 28/597, “el-Müceddidûn fi’l-İslâm” bölümünden naklen, s. 88, Tab‘u Mektebeti’l-Edeb, Üstad Abdülmüteâl es-Saîdî el-Mısrî.

[158] a.g.e., 19/554, “el-Envâru’l-Kudsiyye” bölümünden naklen, s. 39, Mısır: es-Sa‘âde, Şeyh Yasin ibn İbrahim es-Senhûrî eş-Şâfiî.

[159] Muhammed ibn Talha, Metâlibu’s-Suâl, s. 467.

[160] İbnü’l-Cevzî, Tezkiretu’l-Havâs, s. 359.

[161] Şâkirî, Mevsû‘âtü’l-Mustafâ ve’l-Itre (s.a.), 13/541, “Minhâcü’s-Sünne”den naklen, İbn Teymiyye el-Harrânî.

[162] a.g.e., 13/540, “Me‘âricu’l-Vusûl”den naklen, Muhammed ibn Yusuf el-Ensârî.

[163] İbn Hacer el-Heytemî, es-Savâ‘iku’l-Muhrika, s. 206. Âyetullah Mer‘aşî Necefî, bu hâdiseyi İbn Hacer el-Heytemî’nin rivayetine ilaveten 11 Ehl-i Sünnet kaynağından daha nakletmiştir: Bkz.: Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 12/424; 19/586; 29/9.

[164] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 19/585, “Miftâhu’l-Ârif”ten naklen, Hâce el-Mevlevî Abdülfettâh ibn Muhammed Nu‘mân el-Hanefî el-Hindî.

[165] a.g.e., 33/874, “Câmi‘u Kerâmâti’l-Evliyâ”dan naklen, 1/168, Mısır: Mustafa el-Bâbî, Yusuf ibn İsmâil en-Nebhânî.

[166] a.g.e., 39/3, “Ahdâsu’t-Târîhi’l-İslâmî Bi-Tertîbi’s-Sinîn”den naklen, 2/1259, Tab‘u’l-Kuveyt, Dr. Abdüsselâm et-Termânînî; Zirkilî, el-A‘lâm, 7/155.

[167] a.g.e., 29/15, “Ahsenü’l-Kasas”tan naklen, 4/295, Tab‘u Beyrût, Ali el-Hüseynî Fikrî el-Kâhirî.

[168] Muhammed ibn Talha, Metâlibu’s-Suâl, s. 471.

[169] İbn Kesîr, el-Bidâyetü ve’n-Nihâye, 11/15.

[170] Kundûzî, Yenâbî‘u’l-Mevedde, s. 386; Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 29/38, “eş-Şezerât”tan naklen, 2/128, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Ebu’l-Fellâh Abdülhayy ibn İmâd el-Hanbelî.

[171] İbn Hacer el-Heytemî, es-Savâ‘iku’l-Muhrika, s. 207.

[172] Zirkilî, el-A‘lâm, 5/140.

[173] Şüşterî, İhkâku’l-Hakk, 29/32, “Ahsenü’l-Kasas”tan naklen, 4/300, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Dr. Ali ibn Muhammed Abdullah Fikrî el-Hüseynî.

[174] İbnü’l-Cevzî, Tezkiretu’l-Havâs, s. 362.

[175] Zirkilî, el-A‘lâm, 2/215.

[176] Örneğin, İbn Cevzî’nin Tezkiretu’l-Havâs; İbn Sabbâğ’ın el-Fusûlü’l-Mühimme; Taberî’nin Zehâiru’l-Ukbâ, İbn Tûlûn’un el-Eimmetü’l-İsnâ Aşer; Zehebî’nin Tezkiretu’l-Huffâz; Ensârî’nin el-Cevheratü fî-Nesebi’l-İmam Ali ve Âlihi; İbn Kesîr’in el-Bidâyetü ve’n-Nihâye; Ahmed ibn Ebî Ya‘kûb’un Târîhu’l-Ya‘kûbî; İbn Sa‘d’ın et-Tabakâtü’l-Kübrâ; İbn Asâkir’in Târîhu Medîneti Dimeşk; Kundûzî’nin Yenâbî‘u’l-Mevedde’sine ve diğer eserlere müracaat edilebilir.