İmam Humeyni İslam’ı odak alan politik kimliği inşa etti / İslamizasyon değil İslamcılık
- Medyasafak.net
- ANALİZ
- 06.06.2023
İslamcılık, İslam'ın uluslararası ilişkilerde, kamu politikalarında vs. bir dil olarak ifade edilmesine dönüşmeksizin, yalnızca kültürel alanlarda İslam'a belirli bir görünürlük kazandırılması anlamına gelen “İslamizasyon” kavramıyla karıştırılmamalıdır. İmam Humeyni Okulu için Batı'nın sadece coğrafi bir konum değil, bir ideoloji olduğunu göz önünde bulundurmak önemlidir.
Xavier Villar
Press TV
Bugünlerde vefatının 34. yıldönümünü derk ettiğimiz İslam Devrimi'nin mimarı İmam Humeyni, sadece İslam Cumhuriyeti'nin mevcut siyasi manzarasını anlamak için değil, aynı zamanda Müslüman dünyasındaki genel söylemi anlamak için de önemini korumaktadır.
İslami söylemi, İslam'ın Müslüman toplumlarda merkezi siyasi nokta haline gelmesini amaçlayan bir söylem olarak deşifre edebiliriz.
İslamcılık, İslam'ın uluslararası ilişkilerde, kamu politikalarında vs. bir dil olarak ifade edilmesine dönüşmeksizin, yalnızca kültürel alanlarda İslam'a belirli bir görünürlük kazandırılması anlamına gelen “İslamizasyon” kavramıyla karıştırılmamalıdır.
İmam Humeyni Okulu, Oryantalist bakış açısının, Avrupa-merkezci anlatının dışında kalan Müslüman nüfusların gözlemlendiği çerçeve olmayı sürdürdüğünü anlamıştır.
Oryantalizm, Batı ideolojisinin ya da paradigmasının evrensel olduğunu ve Batılı olmayan olguları anlamak ve açıklamak için herhangi bir sorun olmaksızın kullanılabileceğini varsayar. İmam Humeyni Okulu için Batı'nın sadece coğrafi bir konum değil, bir ideoloji olduğunu göz önünde bulundurmak önemlidir.
İslamcılara göre normatif Batı perspektifi, İslam'ın siyasi bir araç olarak inşa edilemeyeceğini savunur. Dolayısıyla [bu perspektife göre] İslam'ı Batı destekli Pehlevi rejimine alternatif bir siyasi kimlik olarak tartışmak Devrim’in temel nedenlerinden uzaklaşmak anlamına gelecektir. İslam onlara hâlâ bir epifenomen[i], bir sis perdesi olarak gözükmektedir.
İran'da, özellikle de İmam Humeyni'nin siyasi söyleminden hareketle, İslam Devrimi’nin diğer nedenlerin yanı sıra Avrupa merkezciliğe karşı tetiklenen bir olay olduğu düşünülmektedir.
Bu sadece Pehlevi hanedanının (1925-1979) devrilmesiyle ilgili değil, aynı zamanda Müslümanları eylemlilikten yoksun yığınlar olarak gören Oryantalist çerçeveden kopuşla da ilgiliydi. Bu Avrupa-merkezcilik karşıtlığı, İran toplumunu "Batılılaştırmaktan arındırmayı" amaçlayan kültürel bir dönüşümü gerçekleştirme girişimlerinde kendini gösterdi.
Devrim eksi Batı grameri
İslamcı tarih yazımı bu Devrim’i Batı gramerini takip etmeyen ilk devrim olarak algılamakta ve bu da onu akademisyenler ve uzmanlar için öngörülemez kılmaktadır.
Sıklıkla atıfta bulunulan örnek, 1979 devriminden aylar önce Fred Halliday tarafından yazılan "İran: Diktatörlük ve Kalkınma" (Iran: Dictatorship and Development) adlı kitaptır. Kitap, Pehlevi hanedanlığı ortadan kalktığında ortaya çıkabilecek olası senaryoları öngörmeye çalışmaktadır.
Ancak Halliday, çeşitli öngörüleri arasında İslam Devrimi olasılığını hiç dikkate almaz. Bunun yerine milliyetçi hükümet, sosyalizm, yeni bir monarşi ve benzerlerini tartışır.
Bu nedenle, siyasi kurtuluşa ulaşmak için İslami dili kullanma fikrinin Batı anlatısında hayal edilemez olduğu ve olmaya devam ettiği açıktır.
İslamcılık, İmam Humeyni'nin odak noktası İslam olan özerk bir kimlik inşa ettiğini savunmaktadır. Bu yoruma göre kurucu İmam Humeyni, Batı epistemolojisinin evrenselliğini reddederken aynı zamanda “Platon'dan NATO'ya” diye bilinen tarihsel silsileye de meydan okumuş olmaktadır.
Devrim, Batı'nın ulusal kurtuluş veya Marksizm diliyle ifade edilemeyecek kendi gramerine sahip, sömürge karşıtı direnişin soy kütüğüne eklenen alternatif bir İslami kimliğin cisimleşmesi olmuştur.
Bu şekilde, İslamcılığın en acil sorularından birine cevap vermiş olmaktadır: Müslümanlar çağdaş dünyada Müslüman kalarak politik bir yaşamı nasıl sürdürebilirler?
Normatif söylem olarak Batı'yı yerinden etmek
İmam Humeyni'nin ideolojisinin önemi, Batı'yı normatif söylem olarak yerinden etmeyi başarmış siyasi misyonunda ortaya çıkmaktadır.
Bu süreç, diğer İslami reformistlerin aksine, Batılı doktrinlere herhangi bir atıfta bulunmadan, yalnızca İslami geleneğin dili kullanılarak gerçekleştirilmiştir.
İmam Humeyni sanki Batılı gramer hiç yokmuş gibi yazmıştır. Bu ilgisizlik, takipçileri tarafından özerk bir Müslüman siyasi kimliğinin inşasını somutlaştırdığı için önemsenmiştir.
Batı yokmuş gibi yazması, İslam'ın, Batı'nın siyasetten yoksun "din" kategorisine indirgenemeyeceğini de gösterir.
"Din" diye evrensel bir şey olduğu fikri, Tanrı figürüne başvuran çeşitli projeler arasındaki farklılıkları göz ardı eden tarih ötesi bir özü de ima etmektedir.
İslam Cumhuriyeti perspektifinden bakıldığında, Batılılaşmış "din "den bahsetmek, bu kavramı Batı'da anlaşıldığı gibi siyasi alandan ayrı, kişiye özel bir inanç olarak kabul etmek anlamına gelir.
Bununla birlikte, din söylemi ancak sekülerlik söylemi ile tamamlandığında anlaşılabilir. Sekülerlik basitçe dinin yokluğu ya da kamusal alandan dışlanması olarak değil, kendi sınırlarını inşa eden normatif bir proje olarak anlaşılmalıdır.
İslam Cumhuriyeti için sekülerlik ne doğaldır ne de zorunlu bir tarihsel sürecin sonucudur. Sekülerlik, belirli siyasi hassasiyetleri geçerli sayan, diğerlerini ise tehdit olarak görüp dışlayan disipliner bir söylem, siyasi bir modalite olarak algılanmaktadır.
Din dilini kullanmak sadece betimleyici bir egzersiz değildir, açık bir kural koyucu niyet taşır. Nihai amaç İslam'ın alanını düzenlemektir.
Berkeley Üniversitesi'nde antropoloji profesörü olan Saba Mahmood, dinî tarafsızlık iddiasına rağmen, modern laik devletin dinî yaşamı daha önce görülmemiş bir şekilde düzenlemeye ve kontrol etmeye çalıştığını söylüyor.
Örneğin, Fransız ulusal projesiyle uyumlu bir "Fransız İslamı" fikri, Mahmood'un da belirttiği gibi, dinî hayatın bu şekilde düzenlenmesine örnek teşkil etmektedir.
İslam ve sömürgeci 'din' kategorisi
İmam Humeyni, İslam'ın sömürgeci ‘din’ kategorisine indirgenemeyeceği fikrini şu sözlerle özlü bir şekilde ifade etmektedir:
"Eğer biz Müslümanlar namaz kılmaktan, Allah'a yalvarmaktan ve O'nun adını anmaktan başka bir şey yapmazsak, emperyalistler ve baskıcı hükümetler bizi rahat bırakacaktır. '24 saat boyunca ezana ve namaza odaklanalım' ya da 'Sahip olduğumuz her şeyi bırakalım elimizden alsınlar, nasılsa Allah'tan daha büyük bir güç yoktur, Allah onların icabına bakar ve biz de ahirette ödüllendiriliriz!” deseydik elbette bize ilişmezlerdi!"
Onun fikri, İslam'ın siyasi bir özden yoksun, salt ritüelci-ahlakçı bir davaya indirgenemeyeceğidir. İslam'ın çözülmesini engelleyen şey tam da onun siyasi olarak ifade edilmesidir.
İslam Cumhuriyeti'nde Suudi Arabistan'ın apolitik İslam'ı, Batı'ya alternatif bir kimlik olmak gibi bir siyasi niyetten yoksun, sömürgeci "din" kategorisi içinde kendini rahat hisseden bir İslam örneği olarak sunulmaktadır.
İran İslamcılığının bölgesel İslamizasyon projelerine ilişkin olarak dile getirdiği farklılıklardan biri de İslam'ın bir dizi sınırlı özelliğe indirgenemeyeceğidir.
Bu düşünce bizzat İmam Humeyni’nin dönemin cumhurbaşkanı ve şimdiki İslam Devrimi Lideri Ayetullah Seyyid Ali Hamaney'e yazdığı bir dizi mektupta dile getirilmiştir.
O burada, İslam Cumhuriyeti'nin, bekasını sağlamak için İslam'ın herhangi bir özel tezahürünü geçici olarak durdurabileceğini belirtmektedir. Pek çok uzmana göre İmam'ın milliyetçi düşüncesinin bir göstergesi olan bu durum, İslam’ın, tarihsel tezahürleriyle sınırlandırılamayan ve her zaman onları aşan özünün tasdiki olarak görülmelidir.
İslam birliğini savunmak
İmam Humeyni Düşünce Ekolü‘nün bir diğer özelliği de, İmam Humeyni'nin kendisini Şiiliğin ana fıkıh ekolü olan Caferiliğin bir üyesi addetmesine rağmen, siyasi pratiğinin, İslam uzmanlarının "post-mezhebi" vizyon olarak adlandırdığı, Sünni ve Şii İslam arasında köprü kurma girişimi olmasıdır.
Bu İslami birlik arayışı, İslam Cumhuriyeti'nin kendini tüm Müslümanların siyasi evi, Batılı hegemonik güçlerin saldırılarına karşı tüm İslam toplumunu savunabilecek bir tür büyük güç olarak temsilini anlamak için çok önemlidir.
İmam Humeyni Okulu'nun son bir ayağı da İslam Devrimi'nin merhum liderinin en önemli siyasi vizyonu olan Velayet-i Fakih doktrinidir. İmam Humeyni'nin 1970 yılında sürgünde bulunduğu Irak'ın Necef kentinde verdiği çeşitli vaazlar öğrencileri tarafından bu başlık altında kitap haline getirilmiştir.
Bu doktrin geleneksel Şii siyasi sessizliğini kırmaktadır. Bu sessizlik, Şii geleneğine göre gaybette yaşayan ve ahir zamanda zuhur edecek olan İmam Mehdi'nin gelişini ve yeryüzünde adalet ve eşitliğin tesis edilmesini beklemeyi içeriyordu. Bu görüşe göre Şiiler sadece onun gelişini beklemeli ve yokluğunda da her yönetimi gayrimeşru saymalı idiler.
İmam Humeyni bu anlayışı değiştirerek sessizlik fikrini aştı. Bu kavram artık İmam Mehdi'nin gelişini pasif bir şekilde beklemeyi değil, O’nun dönüşü için gerekli siyasi ve toplumsal koşulları yaratmayı içermektedir.
Bu bakış açısına göre İmam Humeyni, İran'ın ve genel olarak İslam toplumunun sorunlarının yalnızca teolojik yollarla çözülemeyeceğini, siyasi bir yaklaşımla ele alınması gerektiğini anlamıştır.
Nitekim ulusal ve mezhepsel kimlikleri aşan İslami bir siyasi kimlik yaratmayı başarmıştır. Siyasi eylemliliği, Müslümanların kendilerini sömürgesizleştirme ve toplumlarını İslami tarihsel gelenek içinde yeniden inşa etme becerisi olarak görüyordu.
Bu dekolonizasyon, küresel sömürü düzenini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla takipçileri için İmam Humeyni'nin önemi, "evrensel" ile "Batı" arasındaki özdeşliği kırma becerisinde yatmaktadır.
Başka bir deyişle, İmam Humeyni sayesinde Batı, herhangi bir başka tikellik olarak gözükmektedir sadece.
Dolayısıyla İslam Cumhuriyeti'ni anlamak, Batılı söylemin reddini ve bağımsız ve özerk siyasi vizyonları ifade etme ihtiyacını kavramak anlamına gelmektedir.
Çeviri: Medya Şafak