İbrahimi Dinani: Fârâbî Dersleri (10): Fârâbî’nin yakarışı
- Medyasafak.net
- EHL-İ BEYT OKULU
- 28.06.2023
“Allah âlemde midir yoksa âlemin dışında ve ötesinde midir?” Hem âlemde hem de âlemin dışındadır” dersek, çelişki olmuş olur. Aslında bu soruya rahatlıkla cevap verilebilir: “Allah ne âlemdedir ne de âlemin dışındadır.” El-cevap: O, müteâlîdir (aşkındır). “Müteâlî” ne demektir? Dikkatinizi çekerim, “müteâl” olmak, bir şeyin dışında olmak demek değildir.
Fârâbî’nin Duası: “Allahümme İnnî Es’elüke Yâ Vâcibe’l-Vücûd”
Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.
Aziz izleyicilerimizi, kıymetli dostlarımızı ve Marifet programını daima içtenlikle takip eden seyircilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.
Dokuz derstir hakîm Fârâbî’nin düşüncelerini işliyor ve zât-ı âlinizin sırları çözen yorumlarınızdan faydalanıyoruz.
Onun şerh ettiğiniz eserlerinden biri de Filozofun Yakarışı adlı eserinizdir. Bu eserinizin kendine özgü zarafet ve letâfetleri mevcuttur. Bu da bize bir filozofun aynı zamanda, bir ölçüye kadar nasıl zarif ve latif olabileceğini göstermektedir. Eğer müsaadeniz olursa bugünkü programımızı bu büyüğümüzün yakarışının/duasının bir bölümüne ayıralım istiyorum.
O, bu yakarışının ilk cümlelerinde, “Allahümme innî es’elüke Yâ Vâcibe’l-Vücûd ve Yâ İllete’l-İlel, Yâ Kadîmen lem yezel en te‘sumenî an zelel ve en tec‘ale lî mine’l-emeli mâ terdâhu mine’l-amel”[1] buyuruyor. Gerçekten çok güzel ifadeler... O burada Allah’ın her üç alandaki – yani müteellihlerin, filozofların ve mütekellimlerin Hz. Sâni’in ispatında kullandıkları ifadelerden – sıfatlarından faydalanmaktadır.
Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.
Sizin de belirttiğiniz gibi, hakîm Fârâbî’nin farklı alanlarda kaleme aldığı muhtelif eserlerinin yanı sıra – ki daha önce de söz ettiğimiz gibi, bu eserlerin kahir ekseriyeti felsefîdir – meşhur bir duası da vardır. Biz, aynı zamanda dua da kaleme alabilen pek az filozof gördük. Elbette ki diğer Müslüman ve muvahhid filozoflarımız da dua etmişlerdir. Fakat onlardan farklı olarak Fârâbî, bu cümlelere eserinde de yer vermiştir. Burada dikkate ve üzerinde düşünmeye değer olan şey, Allah’ı kendi isimleriyle (El-Esmâü’l-Hüsnâ) anmamızın tevkîfî olduğudur. Yani bizler, dua ve münâcâtımızda, bizzat Allah’ın kendisi için zikrettiği sıfat ve isimleri kullanmalı ya da Peygamber’in ve Masumların O’nun için zikrettiklerini dile getirmeliyiz. Dua ederken, Allah’ın veya Masumların bildirmediği sıfatları/ifadeleri kullanmaya mezun (izinli) değiliz. Fârâbî ise bu zeminde oldukça cesur davranmış; felsefenin diliyle/ifadeleriyle dua etme cesaretini göstermiştir. Yani felsefedeki ıstılahları kullanmıştır ki, biz bunlara başka bir yerde şahit olmuş değiliz. Örneğin, “Vâcibu’l-Vücûd” ifadesi… Allah hakkında “Zorunlu Varlık” ifadesinin kullanılması doğrudur. O, hiçbir kuşkuya mahal bırakmaksızın “Vâcibu’l-Vücûd”dur. Fakat hiç kimse dua ederken “Yâ Vâcibe’l-Vücûd” veya “İllete’l-İlel” dememektedir. Allah, illetlerin illeti (nedenlerin nedeni) ve her şeyin nedenidir (illetidir). Her şeyin rücu makamı ve sonu Allah’tır. Asıl fâil, O’dur; şeylerin gâyesi ve nihayeti de O’dur: “Mine’l-lâhi ile’l-llâh” (Allah’tan yine Allah’a)… “Biz Allah’a aidiz ve [yine] O’na döneceğiz.”[2] Yalnızca bizler değil, her şey O’ndandır ve (her şeyin) döneceği yer yine O’nun huzurudur. Bundan şüphe edilemez. Ancak ne olursa olsun, Masumlardan ulaşan dualarda, “illet” veya “İlletü’l-İlel” tabirlerine rastlamamaktayız.
Lârîcânî: Bu, felsefî bir terimdir.
Dînânî: Evet. Fârâbî burada felsefî ıstılahlarla dua etmesi gerektiğini hissetmiştir. Belki de, felsefecilerin de dua ehli kimseler olduklarını göstermek istemiş olabilir. Her hâlükârda, felsefenin diliyle ve oldukça güzel bir şekilde dua etmiştir. Burada geçen “kadîm” sözcüğü ne anlama gelmektedir? “Eski”… Yani O, hiçbir şeyden sonra değildir. O’ndan önce de hiçbir şey yoktur. Hakk Teâlâ’dan önce hiçbir şey mutasavver (tasavvur edilebilir) değildir. Her şeyden öncedir, dolayısıyla Kadîm’dir. Kadîm olduğu için de “lem yezel”dir (ebedîdir, zeval bulmaz). Bu da felsefî bir kaidedir; lütfen buraya dikkat ediniz. Öncesiz ve aynı zamanda kendisinden önce de hiçbir şey olmadığından, kendisinden sonra da hiçbir şey olmayacaktır. Hem İlk (Evvel) hem de Son’dur (Âhir). Bu, “Hüve’l-Evvelu ve’l-Âhir”in[3] açılımı/muhtevasıdır. Allah bunu bir âyet şeklinde dile getirmiştir. Fârâbî ise aynı şeyi, felsefenin lisanıyla söylemiştir. Âyet O’nun Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın, Fârâbî ise “lem yezel” olduğunu söylemektedir. Yani hem İlklerin İlki hem de Sonların Sonu’dur. Ne Allah’tan önce bir şey mevcuttu ne de O’ndan sonra bir şey mevcut olacaktır. Başlangıç da O’dur, son da… Fârâbî’nin buradaki ifadeleri oldukça ahenklidir. Yani dua makamında, felsefî kelimeleri oldukça güzel bir şekilde seçmiştir. Bu durum, onun zevkini haber vermekte ve aynı zamanda, alanında derinleşmiş bir filozof olmasının yanında dua, yakarış ve hatta şiir ehli olduğunu da göstermektedir. Seçtiği kelimeler de hayli şiirseldir. Bunlar oldukça vezinli ve ahenkli olup, onun musikiye meyyal olduğunun da bir nişanesidir. Nitekim musikîşinâstır da. Siz de biliyorsunuz ki, musikî alanında bir eser kaleme alan ve eserinin şu ana kadar dahi eşsizliğini koruduğu ve dünyadaki tüm musikişinasların da bu eserden haberdar olduğu kimse, bizim filozoflarımızdan biri olan Fârâbî’dir ve sözü geçen eserinin adı da El-Mûsîka’l-Kebîr’dir. O, bu konuda bir kitap kaleme almış ve bu kitapta notaları konu edinmiştir ki, biz bu konuya girmek istemiyoruz. Çünkü musiki alanında bir ihtisasımız yok. Fakat musikîşinâs olarak tanıdığım ve kendileriyle diyaloğumun da bulunduğu kimseler bu kitabın eşsiz ve ilginç bir kitap olduğunu söylemektedirler. Dolayısıyla o hem büyük bir mütefekkir hem de meşhur bir ediptir. Hem şairane bir üslûbu hem de ahenkli beyanları olan bir kimsedir. Sizin seçmiş olduğunuz bu duada da – ki ismini de zaten “Filozofun Duası/Yakarışı” koyduk; ancak o, “Fârâbî’nin Duası” olarak bilinmektedir ve bizler de onu “Filozofun Yakarışı” olarak tercüme ettik – o, Hakk Tebârek ve Teâlâ’ya çok güzel bir şekilde münâcât etmiş, bu vesileyle duada büründüğü halet-i rûhiyeyi de göstermiştir. Burada onun ihlâsının ve tevhid ehli oluşunun yansımaları rahatlıkla görülebilir. Bu duada kullandığı ifadeler, onun tevhid makamındaki ihlâsının ölçüsünü tamamen aşikâr kılmakta ve kendisinin ne kadar büyük bir muvahhid olduğunu göstermektedir. Fârâbî’nin sözlerinin güzelliğinden ve aynı zamanda onun bir filozof ve mantıksal bir kimse oluşundan söz ettiğimde – ki o, dünyanın büyük mantıkçılarından biridir ve pek çok kitabı da mantık karşıtı birisi olan Ebû Saîd Es-Sîrâfî karşısında mantık bilimini savunmak amacıyla yazılmıştır; aynı zamanda mezkûr şahıs karşısında mukavemet etmiş ve mantık bilimini sarf ve nahvin dışında ayrı bir bilim olarak görmüştür ki, ben kitaplarımdan birinde bunun öyküsüne değindim – tek bir cümleyle, bu hakîmin hakikat ehli bir kimse olduğunu belirtiyorum.
Ne var ki, herkes kendisinin hakikat ehli olduğunu iddia etmektedir. Hakikatten hoşlanmadığını söyleyebilecek çok az kimse vardır. Hakikati herkes sever. Ancak bu kimselere hakikatin ne olduğu sorulacak olsa, onu tanımlamanın biraz zor olduğu görülecektir. Sizce de zor değil mi? İzin verirseniz, Fârâbî’nin hakikat hakkındaki düşüncelerinin – ki neticede o, hakikat ehli bir kimsedir – daha iyi anlaşılabilmesi adına, öncelikle hakikatin ne olduğuna bir bakalım:
Aklı rasyonel olarak anlamlandırdığımızda, sahaya mantık ile adım atarız. Hakikat, mantığın ölçülerine mutabık olan şeydir. Yani o, burhanîdir ve mantık onu teyit etmektedir. Biz hakikatin izini mantık ile mi süreriz yoksa mantıksızlıkla mı? Kesinlikle mantık ile. Hangi şey mantıksaldır? Mantıksal ölçülere mutabık olan şey, doğrudur. Yani o şey mantıksal olduğunda, biz de onun doğru olduğunu söyleriz. Eğer mantıksal olmazsa ne deriz? O şeyin yanlış olduğunu söyleriz. Yanlış olmasının nedeni, mantıksal olmamasıdır. Örneğin “güzellik” kavramını ele alalım: Belli bir cazibesi olan, bizi çeken ve mantıkla açıklanamayan şeyin “güzel” olduğunu ifade ederiz. Güzel kokulu bir çiçeği ve güzel bir kimseyi gördüğünüzde, onun güzel olduğunu söylersiniz. Bir çiçek niçin güzeldir? Bu durumu mantıkla ne kadar izah edebilir ve ispatlayabilirsiniz? Çiçeğin güzel olduğunu mantıksal ölçütlerle izah etmeye çalışmak oldukça güçtür. Onun güzelliğini yalnızca duyumsar ve hissedersiniz. Bir de ahlâk felsefesinde “iyi” diye bir kavramımız var. Ahlâk iyi bir şey midir, kötü bir şey mi? Ahlâk iyi bir şeydir, ahlâksız insan ise yalnızca bir hayvandan ibarettir. Sadece ahlâklı olan insan, insandır. İlâhî ahlâkla ahlâklanmayan bir kimse, ancak bir hayvandır ve bundan fazlası değildir. Kısacası bizler, ahlâkî bir şeye “iyi”, ahlâkî olmayan şeye ise “kötü” deriz. Dolayısıyla bizler ahlâkta, siyasette ve sosyal meselelerde tasvip edilen bir şeye “iyi” demekteyiz. Beğenilen, tasvip edilen şeyler [estetikte, sanat felsefesinde] “güzel”, aklî ve mantıkî meselelerde ise “doğru”dur. Yani yargı bağlamında üç kelime söz konusudur: İyi, doğru ve güzel. Bunların her üçü de birbirine mutabık olup, hakikatin bir veçhesini teşkil ederler. Sanat felsefesinde hakikat, “güzellik”tir. “Sanatçı” sözcüğü, eseri “güzel” olan kimseye söylenir. Sanat, güzellikleri gösteren şeydir. Sanatın da dalları vardır. İster resim ister heykeltıraşlık olsun, bunların hepsi sanatın bir dalını meydana getirir. Bir sanatçının eseri, “güzel” olduğu zaman zirveye çıkar. Sanat, “güzellik”te, mantık “doğruluk”ta, ahlâk ve siyaset ise “iyilik”te özetlenmektedir. Hakikat hem doğrudur hem iyidir hem de güzeldir. Fârâbî bir “hakikat üçgeni” ortaya koymak ve böylelikle hakikatin üç çehresini/boyutunu göstermek istemektedir. Sanatta güzelliğin, ahlâk ve siyasette – ki sonuçta El-Medînetu’l-Fâzıla ve Es-Siyâsetu’l-Medeniyye adlı eserler kaleme almıştır; bu konulara Fârâbî kadar gönül veren bir filozof olmamıştır – iyiliğin, mantıkta ise doğruluğun izini sürmektedir. Fârâbî’nin tüm çabası bu üç kavrama ulaşmaktır.
Lârîcânî: Çok güzel. Üstad, bu duada dikkate alınması gereken birkaç husus mevcut. Bunlardan birincisi, onun felsefî ıstılahları kullanmasıdır. O, bununla her bir grubun (mütekellim, filozof, ârif vd.) kendi alanının lisanıyla/ıstılahıyla Maşûk’una seslenmesi gerektiğinin mesajını vermeye çalışmaktadır. Nitekim Hz. Mûsâ’nın (a.s.) kıssasında da, o bir kimsenin Allah’a kendi anlayış ve idrakinin bir tezahürü olan kelimelerle seslendiğine şahit olmuştur. Bana göre bu, oldukça güzel bir nokta: Her insan, başlı başına Allah ile hasbihal etmenin bir dilidir. Bu durum bize kendi dualarımızda uygulamamız gereken pek çok şeyi hatırlatabilir. Sorum şu: O bu hakikati niçin bir dua vesilesiyle izhar ediyor? Zira belki de bu yakarış, insanın gerçek dilinin hakikatinin bir açılışı, yansıması olabilir.
Dînânî: Çok güzel bir konuya işaret ettiniz. İlk olarak, hiç kimse kendi dilinin dışında başka bir dille konuşamaz. Bu bir hakikat. Benim, kendi dilimin dışında başka bir dille konuşabilecek bir gücüm yoktur. Her ne kadar bir yabancı dili öğrenmeye çalışsam da - çok sayıda yabancı dil öğrenmem mümkündür ve bunlar sonradan da olsa benim dilim olabilirler – yine de kendi dilimin dışında bir dille konuşamam. Hiç kimse konuşamaz. İkincisi ise, kendi diliyle konuşmak, kendini en çok da duada gösterir. Çünkü dua, ihlâs makamıdır. Burası, kişinin, kendisini Allah’tan başka herkesten çektiği ve sonsuz bir mebdenin (başlangıcın) kaynağına muttasıl olduğu yerdir. Burada artık hiçbir aldatmacaya ve riyakârlığa yer yoktur. Kısacası burada Hakk’tan başka hiçbir şey olmamalıdır. İnsanlığın en saf dili, dua dilidir. Yani siz duanın dilinden daha ihlâslı bir dil bulamazsınız. Eğer insanın dili dua makamında hâlis olmazsa, bu dua, dua olmaktan çıkar. Bundan dolayı da müstecap olmaz. Bu dilin en hâlis dil olmasının nedeni; insanın Hakk’tan gayrı her şeyden kopup yüz çevirmesi ve tüm varlığıyla tek bir gönül ve tek bir dil olarak Hakk’a yönelmesidir. Böylelikle o hakikî dil aşikâr olmaktadır. O halde, hâlis olan tek dil, duanın dilidir. Burada da gördüğümüz gibi Fârâbî ne kadar da ihlâslı bir şekilde dua etmektedir… İnsaflıca söylemek gerekirse, Fârâbî’nin diğer kitapları bir yana – ki bunlar felsefî, mantıkî, ilmî, siyasî vd. kitaplardır – en hâlis dili ve ıstılahları kullanmış olduğu bu küçücük dua kitabı bir yana! Fârâbî’nin o hâlis dilini, işte bu duada müşahede etmek mümkündür.
Lârîcânî: Aynı zamanda sadakatini…
Dînânî: Kesinlikle… Tüm halleri ve boyutlarıyla bu sadakati görmek mümkün. Bu, birinci husustu. Eğer bir kimse dua ehli olmazsa, onun hâlis bir dili de yok demektir. İnsan, ihtiyaçlarını gidermek gibi çeşitli nedenlerden dolayı ömrü boyunca konuşabilir ve bir şeyler söyleyebilir. Buna karşılık ömrü boyunca sadece bir kez dua etmişse, bir kez ihlâslı olmuş demektir. Herkes, duası vesilesiyle Rabbiyle konuştuğu ölçüde ve sayıda ihlâslı bir şekilde konuşmuştur. Siz alışverişte, caddede, örneğin sürücülükte, yani hayatın tüm alanlarında ve profesyonel olarak icra edilen birçok meslekte vd. “ihlâslı” konuşmazsınız. Saydığım alanlarda kullandığınız dil, kavramlara boğulmuştur. Neticede belli bir menfaati celbetmek için konuşursunuz. Siz niçin konuşursunuz? Menfaatlerinize ulaşmak için. Peki, dua makamında öncelediğiniz şey nedir? Dünyevî menfaatleri mi amaçlarsınız? Dua makamında sizin en hâlis diliniz tezahür etmektedir. İç dünyanızın tamamı dile gelir ve kelimelere dökülür. Bu makamda dilinizden dökülen sözcükler, ömrünüzün en hâlis kelimeleridir. Varın, bir insanın ömründe kaç kez dua edebileceğini hesap edin. İşte bu sırada kullandığı dil, hâlis dildir. İnsanın dili, namaz makamında hâlistir; elbette ki bu da doğru bir namaz olur ve ihlâslı bir şekilde ve yakınlık (kurbet) kastıyla eda edilirse… Günlük hayatın dili ise hâlis bir dil değildir. Bu münasebetle, felsefî bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: Bakınız, dil denen şey, oldukça ilginçtir. Bizler her halimizle dile gark olmuş varlıklar olduğumuzdan, her şeyimiz dil oluvermiştir. Kısacası dilden başka bir şey değiliz. Hatta insan, nerdeyse dil ile eşitlenmiş gibidir. İnsanın hakikati dilde görünür olmaktadır. Yani kişi, dilinin altında gizlidir ve dile gelmedikçe ne makamı ne hüneri ne de fesatlığı anlaşılabilir. Siz bir kelime söyleyin, ben de size kim olduğunuzu söyleyeyim. İnsanların şahsiyeti, bir kelimeyle bile ortaya çıkabilmektedir. Dilin özelliği nedir? Ben burada yeni keşfedilen bir özelliğe değinmek istiyorum. Çünkü bu özellik pek az dikkate alınmıştır. Yoksa sözlerim yeni değildir; sadece birazdan söyleyeceğim özelliğe gereken alâka ve özen gösterilmemiştir: Bizler zaman ve mekânın zincirleriyle kuşatılmışız. Bendeniz, zât-ı âliniz ve yeryüzündeki diğer tüm insanlar ezelden ebediyete dek bu kuşatılmışlıkla iç içedir. Biz zamanda ve mekândayız. Öyle değil mi? Bizim zamanın dışına çıkabilmemiz mümkün müdür? Ya mekândan lâ-mekâna çıkmamız? Hayır, mümkün değildir. Nereye gidersek gidelim, yine de mekânın içinde olmaya devam ederiz. Keza yaşadığımız müddetçe de zamandayızdır. Zamanın dışına çıkabileceğiniz sadece bir yer vardır: Üstelik bunun için bir yolculuk yapmanıza ya da örneğin Mars’a gitmenize de gerek yok. Bu nasıl olur? Dil ile. Konuştuğunuzda, zamanın dışına çıkarsınız. “Niçin?” diye sorun hele. Siz zamanın içinde olabilirsiniz, ancak zamansal olmayan şeylerden söz ettiğinizde, zamanı aşmış ve onun dışına çıkmış olursunuz. Sonuç olarak siz dil(iniz) vasıtasıyla Allah hakkında konuşabilir misiniz, konuşamaz mısınız? Konuşabilirsiniz. Peki, Allah zamanda mıdır? Hayır. Zamansal mıdır? Hayır. İşte, sizin Allah hakkındaki bu konuşmanız zamansal değildir. Benim dilim, kendim, bedenim ve tabiatım zamandadır. Ancak Allah söz konusu olduğunda, kelimelerden murâd ettiğim anlamlar zamansal değildir. Çünkü Allah zamanda değildir.
Lârîcânî: Bu dil, aynı zamanda düşüncenin bir dalgasıdır.
Dînânî: Düşüncenin kendisi de zamanda değildir. Örneğin cennet ve cehennem, küllî akıllar, oldukça yüce makullerin anlamları ve melekler hakkında konuştuğunuzu varsayalım. Melekler zamanda mıdır, yoksa zaman ötesinde mi? Zaman ötesinde. Bunlardan bahsetmeye başlamanızla birlikte zamanın ötesine geçebilmeniz mümkündür. Ancak konuşmadığınız müddetçe de zamanı ve mekânı aşabilmeniz mümkün değildir. Ebediyete kadar da yaşasanız, tüm dünyayı ayaklarınızın altına da alsanız, söz söylemedikçe zamanı ve mekânı aşamazsınız. Zamanın ötesine söz ve dil ile geçersiniz. Hatta bu durum, zamanla da sınırlı kalmaz ve mekânın da ötesine geçersiniz. Siz Allah’tan söz ettiğinizde ve – örneğin ulûhiyetin anlamı hakkında konuştuğunuzda, zamansal olmakla birlikte, aynı zamanda zamanın da ötesine geçebilen bir varlık olursunuz. Ben ve siz, zamansalız. Ancak dil ve söz vasıtasıyla zamansızlığa ve imkânsızlığa uzanabiliriz.
Lârîcânî: O halde yakarış ve dil, zamanın ve mekânın ötesine bir uçuştur.
Dînânî: Bu yakarışın dille olması gerektiğine de özellikle vurgu yaptım. Kimilerinin düşünce yoluyla yakarması mümkündür. Ancak bunun dille olması gerektiği vurgulanmıştır. Bu dualarının kelimelerinin “dile dökülmesi” gerekir. “Ey Rabbim!” dediğiniz anda, zamanın dışına çıkmışsınız demektir. Fârâbî, “Yâ Vâcibe’l-Vücûd” dediğinde, zaman ve mekânın içindeki Zorunlu Varlık’a mı sesleniyor? O, zamanı yaratandır. “Yâ Kadîmen lem yezel” dediğinde, zamanın da üstünde olan bir varlığa sesleniyor ve aynı zamanda kendisi de zaman ve mekânı aşmış oluyor. Tam da burada bize “Allah zamanda mıdır?” diye bir soru sorulabilir. Biz de “zamanda değildir” cevabını veririz. Belki bunun bir seviye üstü de sorulabilir: “Allah âlemde midir yoksa âlemin dışında ve ötesinde midir?” Bu, oldukça zor bir sorudur.
Lârîcânî: “Hem âlemde hem de âlemin dışındadır” deriz.
Dînânî: Bu ise tenâkuz (çelişki) olmuş oldu. Aslında bu soruya rahatlıkla cevap verilebilir: “Allah ne âlemdedir ne de âlemin dışındadır.” Bunu derken çelişkili bir şey mi söylemiş oldum? Hayır. Eğer âlemde olursa, sınırlanmış olur. Yine “Âlemin dışındadır” dersek, bu da O’nun sınırlanmasına kapı aralar. Peki, nerededir? El-cevap: O, müteâlîdir (aşkındır). “Müteâlî” ne demektir? Dikkatinizi çekerim, “müteâlî” (aşkın) olmak, bir şeyin dışında olmak demek değildir. “Teâlî” ve “dışında”lık sözcüklerinin anlamları arasında birtakım farklılıklar mevcuttur. Örneğin, önümüzdeki şu masayı buradan dışarı çıkardığınızda, o artık bu odanın/stüdyonun dışındadır. Ancak dışarı çıkarılmasıyla birlikte müteâlî mi olmuştur? Hayır. Eğer bu odanın içinde olursa, sınırlanmıştır; çünkü buranın dışında olmamış olmaktadır. Dışarı çıkardığımız takdirde de hâlâ sınırlanmış olur mu? Yine, sınırlanır; çünkü bu kez de burada değildir. Burada olsa dışarıda değildir, dışarıda olursa burada değildir ve sözü geçen her iki durumda da sınırlanmıştır. Peki, müteâlî olursa ne olur? Örneğin, Cebrail veya akl-ı küll’ü nazara alalım: Bunlar nerededir? Her yerde. “Müteâlî” olmak, bir şeyin içinde ya da dışında olmaktan farklı bir durumdur. Allah, müteâlîdir. Yani, “Yâ Kadîmen lem yezel.” Hem her yerde mevcuttur hem de kendisini göstermemektedir.
Lârîcânî: Üstâd, hakîm Fârâbî’nin duasının üçüncü özelliği de, duada geçen felsefî ıstılahların hemen akabinde söylediği “en te‘sumenî an zelel” kısmıdır. Burada baştan aşağı teslim olmuş bir filozof görüyoruz. Zât-ı âlinizin de belirttiği gibi, bu huşu bana göre sadakat ve ihlâstan müteşekkil bir karakteri ortaya çıkarmaktadır. “Ben, bir filozofum, hakîmim, müellifim, musikîşinâsım” vs. demiyor. Kendisini baştan ayağı Allah’ın ismet ve himaye perdesinde görüyor. Bu çok lâtif bir nokta.
Dînânî: Evet, tam da söylediğiniz gibi. Bunların tamamı, söyleyenin ihlâsını göstermektedir. Dua, sözlerin en hâlisidir. Burada Fârâbî’nin de ötesindeki – tabii ki o çok büyük bir filozoftur; yani bir anlamıyla felsefenin kurucusudur – bir gerçekliğe işaret etmek gerekir ki, o da insanın hiçbir zaman hatadan ari olmadığıdır. Fârâbî de bunu pekâlâ bilmektedir. Peygamber ve veliler dışında hiç kimse ismet iddiasında bulunamaz. Masum olmayan bir kimse, kendisini hiçbir zaman hatadan ari göremez. İnsan her an hata yapmaya meyyaldir. Belki de insanın azameti tam da buradadır. O, hata yapabilir. Masum dışında, hata yapması mümkün olmayan kim vardır? Bizim burada “masum” sözcüğünü de anlamlandırmamız gerekir. Masum, Allah’ın koruduğu kimse demektir: El-ma‘sûm men asamehu’llah. İnsan bir an bile kendi haline bırakılacak olsa, hatadan kendisini koruyamaz. Eğer Allah bizleri muhafaza etmezse, biz her an sürçer ve hata yaparız. Bir hakîm ve filozof olması hasebiyle Fârâbî de “en-te‘sumenî: beni koru” diyor. Peki, bunlar hangi hatalardır? Fârâbî’nin bu duayı kaleme aldığı sıradaki yaşını – hamd olsun ki ömrü uzun idi; hepsinden değil ama birçok filozofumuzdan daha uzun yaşamıştır ve bu duayı da gençlik döneminde kaleme almamıştır – ve o zamanlarda yaşlılık çağında olduğunu da göz önünde bulundurursak, onun burada “hata” sözcüğüyle, kesin olarak, şehevî ve nefsânî hataları kastetmediği açıktır. Neticede o, bu yaşındayken, hevâ ve hevesinin peşinde koşacak değildi. Bunun öncesinde mal ve servet yığan bir kimse de değildir. O her zaman zahitçe yaşamıştır. Seksen yıldan uzun bir zamana tekabül eden ömrü boyunca hiçbir zaman servet biriktirmemiştir. Elbette ki, “hata” derken birçok hatayı kastetmiştir. Ancak bu kelimeyle aslında daha çok, Allah’tan “düşüncede hata yapmamayı” dilemiştir. Bu filozof, Allah’tan, kendisini düşüncede hata yapmaktan korumasını istemiştir. Bu, oldukça önemlidir. Şimdi bana cevap verin: Düşüncede yanılmak mı daha tehlikelidir, amelde yanılmak mı?
Lârîcânî: Düşüncede yanılmak.
Dînânî: Evet. Kesinlikle öyledir. Bir kimsenin amelde hata yapması mümkündür ve bu da bir hatadır; hata olmadığını kesinlikle söylemiyoruz. Ancak neticede, telafi edilebilirdir ve tövbeyle çözülebilecek bir durumdur. Etkisi geçicidir. Bu amel, oluşabilecek tüm genel etkilerin sonsuza dek tek kaynağı olamaz. Fakat eğer bir kimse düşüncede yanılırsa; ilk olarak onun tüm ömrü hataya açık olacak ve bu ömrü hata üzerine inşa etmiş olacaktır. Oysa amelde hata yapmak, bugüne özgü bir şeydir ve kişi bundan sonra bir daha hata yapılmayabilir. İkinci olarak ise; Fârâbî gibi büyük bir şahsiyet, yanlış bir fikri ortaya atarsa, yalnızca kendisi yanılmış olmakla kalmaz, başkalarının da sonsuza dek yanılmasına sebep olur. Düşüncede yanılmak, bir insanın başına gelebilecek en kötü yanılgı türüdür. Ben amelde hatanın hata olmadığını söylemek istemiyorum. Bu sadece, düşüncede hatanın yanında oldukça naçizdir. Bu nedenle bizim, Allah’tan daima bilgelik istememiz gerekir. Fârâbî, Allah’tan para pul, makam ve şöhret değil, bilgelik istemektedir. Bilgelik nedir? Düşüncede hata yapmamaktır. Burada size, epeydir göz ardı edilen bir noktayı hatırlatmak istiyorum: Söyleyeceğimiz yeni değil; aksine oldukça geri planda kalmış şeylerdir: Bakınız, biz bilgiyi niçin isteriz? Hedeflerimize ulaşmak için, değil mi? Günümüz ve dahi dünümüz dünyasında – daha çok günümüz dünyasında – fertlere, bilgiyi ne için istedikleri sorulacak olsa, onlar bunu belli bir makama, göreve vd. gelebilmek için istediklerini söyleyeceklerdir. Günümüz dünyasında bilgi ne içindir? Eğer bu kimseler yeteri kadar iyi niyetli iseler, onu teknoloji ve halkın refahı gibi nedenlerden dolayı istediklerini belirteceklerdir. Akıl ve ilim bir şeylere ulaşmanın hep ilk adımını teşkil eder. Fakat bugün bu konuyla ilgili olarak yeni bir şey söylemek istiyorum: Bilgelik hiçbir zaman bir şeylerin ön koşulu değildir. Bilakis, bilgelik bir hedeftir. Bizzat bilgeliğin kendisi bir hedef ve kurtuluştur. Bilgelik, kurtuluş sebebi midir yoksa kurtuluşun kendisi mi bilgeliktir? Kendisi, bizatihi kurtuluştur. Eğer bilgelik, kurtuluşa vesile ise, bu durumda kurtuluşun kendisi bilgeliğin dışında ayrı bir şey midir? Bilgelik olmaksızın bir kurtuluş var mıdır? Buradan anlaşılıyor ki, bilgeliğin kendisi kurtuluştur. Bu oldukça zarif bir noktadır ve ne yazık ki buna pek az dikkat edilmiştir. Kurtuluş, bilgelik demektir; buraya dikkat ediniz. Bilgelik olmadan da bir kurtuluşun olabileceğinin örneğini gösterin. Hem dünyada hem de âhirette… Hatta âhirette bile, eğer bir kimse ahmak ve cahil ise, onun için kurtuluşun bir anlamı olabilir mi? Bu soru, dünya için de geçerlidir. Eğer bir insan cahil ise, onun eşekten bir farkı kalır mı? Dolayısıyla kurtuluşun, bilgeliğin kendisi olduğunu söylemekten çekinmeyin.
Lârîcânî: Sizin bilgelik varsayımınız, insanın daima “daha bilge” olmanın peşinde olduğuna dayalıydı.
Dînânî: Evet, bu doğrudur. Bilge insanın daha da bilge olması amaçlanmaktadır. “Daha bilge” olmak konusundaki söylediklerim doğrudur. Burada vurgulamak istediğim şey, bilgeliğin bir şeylerin ön koşulu olamayacağıdır. Kimileri, bilgeliği, bilgelik olmayan şeyler için istemektedir. Evet, çoğunlukla böyle düşünürler. Yani bilgeliği, bir şeylere ulaşmak için isterler. Peki, bu ulaştığınız şeyler bilgelik değilse, burada hedefe ulaşmaktan söz edebilir miyiz? Dolayısıyla, küçük öncül ve büyük öncülden şu sonuca ulaşmaktayız: Kurtuluş, bilgeliktir ve aynı zamanda “daha bilge” olmaktır. Yani ne kadar bilge olursanız, o kadar kurtuluşa ermiş olursunuz. Burada ilâhî bilgeliği kastediyoruz. “Rabbî zidnî ilmen: Rabbim ilmimi artır.”[4]
Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.), ilmin artması için dua etmekle kalmamış, aynı zamanda onu bir kurtuluş olarak görmüştür. Hatta başka bir yerde de, “hayretinin (tahayyür) artması için” dahi dua etmiştir. Tahayyür ne demektir? İzin verirseniz, anlamını açıklayayım: Bazıları hayretin şaşkınlık anlamına geldiğini sanır. Şaşkınlık sadece şaşkınlıktır. Hayret – bu söyleyeceğimiz anlam yenidir – ise iç âlemden dışarıya açılmak ve buradan da derhal iç âleme geri dönmektir. Bizler sürekli olarak iç âlemimizden dışarıyı gözlemler ve buradan tekrar iç âlemimize döneriz. Ne zamana kadar bunu yapmayı sürdürürüz? Sonsuza kadar. Hayretin bundan başka bir anlamı yoktur. Bu, tereddüt demek değildir. Tereddüdü birtakım aklî muhasebelerle izale etmek mümkündür. Eğer tereddütlere kapılırsanız, yapmanız gereken şey budur. O Hazret, Rabbinden, kendisinin hayretini artırmasını isterken ne demek istemektedir? İşte bunu… Hazret’in derunu (iç dünyası), Hakk Tebârek ve Teâlâ’nın tevhididir. Onun dışı (birun) ise risaletidir. Risalet içsel midir, yoksa dışsal mı? Risalet dışsal bir çağrıdır ve davet edilen de insandır. Risalet gayet insanî bir olgudur.
Lârîcânî: “Ey Resûlüm! Ulaştır (tebliğ et)!”[5]
Dînânî: Risalet, dışa dönüktür. Hazret, biraz önce açıkladığım gidiş-gelişli seyrin hiçbir yönünde “dışarıda” kalmamış, tekrar içine dönmüştür. Hazret, dış âleme açıldığında orada öylece kalmıyor, davet ettikten sonra tekrar derununa yöneliyor. Hareket noktası içeriden olduğunda, bu hareket Hakk’tan halka doğru bir seyir izler. Dışarısı ise insanların (halk) olduğu yönü ifade eder. Diğer bir deyişle; ben dış dünyada iç dünya(m)dan söz ettiğimde, Hakk ve halktan söz etmiş oluyorum. Derun, Hakk, dış dünya (birun) ise halktır. Düzenli olarak Hakk’tan halka, halktan da Hakk’a gitmek gerekir. Sürekli olarak Hakk’tan halka, halktan da Hakk’a mı gitmek gerekir, yoksa sadece halkta mı kalmalıyız?
Lârîcânî: Birinci seyri takip etmek gerekir.
Dînânî: Ne sürekli olarak Hakk’ta ne de sürekli olarak halkta kalmalı… Hayret bu seyrin kendisidir. “Rabbim, hayretimi artır”ı ben bu şekilde yorumluyorum.
Lârîcânî: Söyledikleriniz doğru. Çok da güzel yorumladınız. Mesele tam da bu şekilde zaten. Hayret içinde hayret, insanın vücûdî (varlıksal) boyutunun bir tezahürüdür.
Dînânî: Bilgeliğin bizzat kendisinin bir ön koşul değil de, kurtuluşun kendisi olmasına da ayrıca dikkat ediniz. Dünyevî bir bilgelik bir ön koşuldur. Fakat ilâhî bilgelik, başlı başına bir kurtuluştur ve ön koşul değildir. Bilgelikten daha üstün olabilecek ve onu kendi kontrolü altına alabilecek bir şey var mıdır? Bilgelik olmaksızın diğer şeylerin bir anlamı var mıdır?
Lârîcânî: Bilgelik olmaksızın bunların hiçbir faydası yoktur. O, “yehdillahu li nûrihi men yeşâ”dır (Allah’ın dilediğini yönelttiği nurudur).[6] Fârâbî’nin çok güzel bir cümlesi daha var ki, eğer buna değinmezsek, bir şeyler eksik kalmış olur: O, irfânın kemâlini, istememeyi istemekte görüyor ve “Benim için, seni razı edecek arzular yarat” diyor. Yani bu arzular beni değil, Sen’i razı etmelidir.
Dînânî: Benim istediklerim, Sen’in istediklerin olmalıdır.
Lârîcânî: Bizim istediklerimizin olmasında bir erdem ve fayda yoktur ki…
Dînânî: Bu sözler ne anlama geliyor biliyor musunuz? Benim Sen’den [O’ndan] başka bir şey istememem anlamına... “Sen’in istediğin şeyleri benim arzularım kıl” ile “Senin istediklerinden başkasını istemeyeyim” şeklindeki sözleri bir araya getirin. Bunların anlamlarının, benim O’ndan başkasını istememem olduğunu göreceksiniz. Allah’tan başka istenebilecek, istenmeye değer ne var ki?! Allah’ı isteyen bir kimse, O’nun karşısında artık neyi arzulayabilir? Allah’ı istemek, başka şeyleri istememektir.
Lârîcânî: Ne kadar da güzel!
Dînânî: Bu dua gerçekten de çok derin!
Lârîcânî: O bu ifadelerle müteellihleri, mütekellimleri ve filozofları, O’ndan başkasını istememek konusunda birleştirmektedir. Yani O’nun bizim için istediklerini isteyebilecek bir noktaya ulaşmamız gerektiğine vurgu yapıyor.
Dînânî: Benim isteklerim, Allah’ın benim için istediği şeyler olmalıdır. Yani ben Allah’ın istediği dışında bir şey istememeliyim. Kısacası Allah’tan başkasını arzulamamalıyım. Özeti, budur.
Lârîcânî: Mevlânâ da çok güzel söylüyor:
Ey akılları veren, feryâdımıza yetiş
Çünkü Sen vermedikçe, hiç kimse isteyemez…
Dînânî: “Sen istemedikçe kim ne isteyebilir ki?” İşte, Fârâbî’nin duası… Eğer Sen istersen ben de isterim. Yani ben kimim ki, bir dileğim olsun… Tüm kâinatın istekleri, Hakk Teâlâ’nın isteğinin ışığı/iradesi altındadır. Yoksa Hakk’ın isteğinin dışındaki şeyleri mi istemeliyiz? Asla. Tevhidin bu dualara nasıl da hâkim olduğuna bir bakın!
Lârîcânî:
Hem talep Sen’dendir hem de bu güzellik
Bizler kimiz ki? Evvel olan da Sen’sin, Âhir olan da…
Dînânî:
Hem dua Sen’dendir hem de icabet…
Hem eminlik Sen’dendir hem de yücelik…
Tevhid, budur.
Lârîcânî: Tevhid içre tevhid…
Dînânî: Mevlânâ bir ârifti. Onun bu denli güzel sözler söyleyebilmesi de bundandır. Bir filozof olan Fârâbî de böyle bir dua etmiştir. O, ilâhî ve müteellih bir filozoftur. Müteellih filozoflar, âriflere oldukça yakındırlar. Hatta birdirler.
Lârîcânî: Bu programın ve zât-ı âlinizin özelliklerinden biri – sizin de daima vurguladığınız gibi – pek çok zevke hitap eden ve hikmet ehli tüm büyüklerimizin – özellikle nazar sahiplerinin – sözlerini ön plana çıkarmaktır. Bizim hakîmlerimiz ile hakiki âriflerimiz arasında hiçbir fark yoktur. Örneğin Mollâ Sadrâ’nın veya İbn Sînâ’nın ârif olmaması gibi bir durum söz konusu olabilir mi?
Dînânî: Aynı şekilde Mevlânâ’nın da hakîm olmaması mümkün olabilir mi? Onun her beyti bir hikmettir.
Lârîcânî: Hamd olsun ki, bu büyüklerin bereketi, sizin uzun yıllardır süregelen tecrübeniz ve bu programın devamında büyük pay sahibi olan kadirşinâs halkımız gibi etkenler, sözünü ettiğimiz bu hikmetin aktarılmasında oldukça etkili olmaktadır.
Çok güzeldi, üstad. Bir sonraki programımızda tekrar görüşmek dileğiyle, muhterem üstadımızla birlikte tüm güzel dostlarımızı Allah’a emanet ediyoruz.
Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtüh.
Çeviri: Aliye Söğüt
Medya Şafak
www.youtube.com/watch?v=gxezrM4zTng
[1] “Ey Zorunlu Varlık, Ey Sebeplerin Sebebi, ezelî ve ebedî olan Allah’ım! Beni yanılgılardan korumanı, bana senin razı olacağın ameli (benim için) emel yapmanı istiyorum.”
[2] Bakara Sûresi, 156. âyet
[3] Hadîd Sûresi, 3. âyet
[4] Tâ-Hâ Sûresi, 113-114. âyetler
[5] Mâide Sûresi, 67. âyet
[6] Nûr Sûresi, 35. âyet