İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (21): Ramazan Bayramına Niçin Fıtır Bayramı Denmiştir?
- Medyasafak.net
- EHL-İ BEYT OKULU
- 29.03.2024
İnsanın fıtratı demek olan “akl”ın bir kapasitesi vardır. Aklın aslı ve özü, melekût âlemindedir. Melekût âlemdeki ilâhî akıl, hiçbir zaman hiçbir şeyle kirlenmez. Keza melekler âlemi de bu şekildedir. O akıl bu zaman, mekân ve tabiat âlemine indiğinde zamanın, mekânın, şehvetlerin ve heveslerin hüküm sürdüğü bir âlemi tecrübe etmiş ve doğal olarak bunlarla karışmış olur.
Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.
Kıymetli dostlarımızı, aziz izleyicilerimizi ve Marifet programını samimiyetle takip eden değerli takipçilerimizi saygıyla selâmlıyor, hepinizin Fıtır Bayramı’nı tüm en içten dileklerimizle tebrik ediyoruz.
Bu münasebetle, El-Kelimâtu’l-Meknûne’den, Fıtır Bayramı ile ilgili bir pasaj seçtik. Feyz, konuyla ilgili olarak şunları söylüyor:
“Fıtır Bayramı, fıtratın hoşuna giden (tabiatına uyan) bilgiden bir nasiptir. Bu, bir Müslümanın Ramazan ayında gerçekleştirdiği taharet ve ibadetlerle hâsıl olur. Emîru’l-mü’minîn’in de (a.s) buyurduğu gibi, ‘İlim iki türlüdür: Matbû (fıtratta, insan tabiatında olan) ve mesmû‘ (duymaya, öğrenmeye dayalı). Eğer matbû olmazsa, mesmû‘ fayda etmez.”
Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.
Bayram münasebetiyle çok güzel bir pasaj seçtiniz. Ve ne mutlu Feyz-i Kâşânî’ye ki, bu konuyu dahi es geçmemiş… O, “fıtr” sözcüğünden dolayı bu konuyu ele alıyor. Bu nedenle bizim de bu sözcük üzerinde durmamız gerekir. Fıtr, fıtrat ve tabiat sözcüklerinin anlamları yaklaşık olarak aynıdır. Örneğin bir şeyin “fıtrî” olduğundan söz ettiğinizde, onun fıtrat ve tabiatla uyumlu veya bunların bir gereği olduğunu imlemiş olursunuz. Buradaki sorumuz, Fıtır Bayramı’na niçin “fıtır” dendiği… Bunun cevabı, insanın bir ay boyunca kendini yemeden, içmeden ve nefsanî iştahlardan tutmasıdır (=imsak). Yani cismanî ve şehevî isteklerden kendini alıkoymasıdır. İnsan bunlardan uzaklaştığında, gerçekte bir anlamıyla kendisini hayvaniyetten alıkoymuştur. O bu bir ay boyunca hayvanî eserleri –ki yemek, içmek, nefsanî ihtiyaçları gidermek hayvaniyetin getirdiği/gerektirdiği eylemlerdir– kendisinden uzaklaştırmaktadır. Saymış olduğumuz bu niteliklerden uzaklaştığında, adeta kendi fıtratına geri dönmüş olur. Onun konuşan/düşünen hayvan olduğu doğrudur; ancak aslolan hayvaniyeti midir, yoksa nutku mudur?
Lârîcânî: Nutkudur.
Dînânî: Hayvanlarda olan hemen her şey insanda da mevcuttur. Ancak insanda, onlarda olmayan bazı şeyler mevcuttur. Bunlar akıl, istidlâl, idrak ve bilgiden kaynaklı bir imandır. Elbette ki hayvanların da bir şekilde Hakk’ı tesbih ettikleri doğrudur. Ancak bu tesbih, bilinçlice ve akıllıca mı yapılır, yoksa doğal bir şekilde mi? Doğal bir şekilde… Dolayısıyla nutuk, düşünce, bilinç, idrak, iman, istidlâl, tümellerin idraki, mantık vd. sadece insana özgü hasletlerdir. Bunların sonucu da istidlâlli ve akılcı bir iman olacaktır.
İnsanın bu bir ay boyunca yemeyip içmeyip kendini nefsanî isteklerden uzaklaştırması, fıtratının uyanmasına vesile olmuştur. O böylece daha da can bulmuş oldu. Tabii ki bundan öncesinde de böyleydi… Ancak şimdi, fıtratının üstündeki perdeleri kaldırmış oldu. Fıtrat böylece görünür oluyor. Fıtır Bayramı, fıtratın perdeleri yarıp tekrar zuhur edişinin bayramıdır.
Lârîcânî: Burada akla şöyle zarif bir soru geliyor üstat: Feyz’in ifadesiyle, “matbû‘una erişen” bu fıtrat, yeniden şehvetlere ve günahlara dalıyor mu?
Dînânî: İnsanın fıtratı demek olan “akl”ın bir kapasitesi vardır. Aklın aslı ve özü, melekût âlemindedir. Melekût âlemdeki ilâhî akıl, hiçbir zaman hiçbir şeyle kirlenmez. Keza melekler âlemi de bu şekildedir. O akıl bu zaman, mekân ve tabiat âlemine indiğinde zamanın, mekânın, şehvetlerin ve heveslerin hüküm sürdüğü bir âlemi tecrübe etmiş ve doğal olarak bunlarla karışmış olur. O gelmiş olduğu âlemdeyken tertemizdi. Buraya indiğinde birtakım şehvetler vd. onun üzerini perdeledi. Ramazan ayı bu perdelerin kalkması ve fıtratın kendini gösterebilmesi için bir fırsattır. Fıtır Bayramı, fıtratın paklığına yeniden kavuşmasının bayramıdır. Fıtrat böylece mütecelli olur. Ancak daha sonra yeniden hayatın içine dalar; yemeye, içmeye, zevk ü sefa sürmeye… Bu nedenle fıtratın üstünü yine bir toz bulutu kaplar… Bu, tabiat âleminde olmanın bir sonucudur. Melekût âlemindeki bir şey böylesine kirlenmez. Tabiat âleminin gereği bu toza toprağa bulanmaktır işte… Burada şehvetleri genel olarak “tüm isteklerimiz” anlamında ele almak mümkündür. İnsanın kaç isteği vardır? Çok sayıda, belki de sonsuz… Bu isteklerin hepsi makul müdür? Hayır. Her yaşa ve her koşula göre değişen bu rengârenk istekler, aklı etkilemez mi? Pek tabii etkiler. Ancak kişi, Ramazan ayıyla birlikte bunlardan temizlenip arınabilir. Feyz’in anlattığı da budur. O burada “matbû‘” sözcüğünü kullanarak, konuya bambaşka bir boyut katıyor; insanın sahip olduğu ilimlere dikkat çekiyor. Fıtrat ve tabiat konusundan ilmin türlerine geçiyor.
İnsanın iki tür bilgisi vardır: Matbû‘ ve mesmû‘… İzin verirseniz, bunları bir adlandırılalım. Mesmû‘, işitilen demektir. İlkokuldan yükseköğreniminize kadar, tüm okul hayatınız boyunca sadece “işitir, dinler” ve öğrenirsiniz. Bu ilimlere “kötüdür” demiyoruz, elbette ki… İnsan tabii ki bunları tahsil edecektir, etmelidir de. Ancak matbû‘ diye adlandırdığımız bir ilim türü de mevcut. Bu, sizin öğrenebileceğiniz şeyler anlamına gelir. Bir kara tahtanın ya da duvarın bunları öğrenebilme yetisi yoktur. Bunlar niçin öğrenemezler? Çünkü matbû‘ bir ilimleri yoktur. Matbû‘ ilminin olması, insanın bu şeylere fıtraten hazır olduğu anlamına gelir. Onun her yerden ve her şeyden bir şeyler öğrenebilmesi bu nedenledir. Diğer varlıkların insanî bir fıtratları olmadığından, işittikleriyle (mesmû‘ât) âlim de olamazlar. Eğer böyle olsaydı, söz gelimi bir okulun kapısının ve duvarının da âlim olması gerekirdi. Bu varlıkların matbû‘ ilimleri yoktur; matbû‘ ilimleri olmadığından, mesmû‘ ilimleri de yoktur. İnsanın fıtratı huzûrî bilgi olduğundan, o, duyduğu her şeyi öğrenir. Feyz, bizi bu sebeple mezkûr iki ilim arasında bir ayrıma götürüyor. Onun bundaki amacı mesmû‘ ilimleri hafife almak filan değil. Biraz önce de belirttiğimiz gibi, o da kendi yerinde değerli ve önemlidir. Mesmû‘ ilim nerede tahakkuk ediyor? İnsanın matbû‘ ilmi olan pak fıtratında… O bu tabiat sayesinde öğrenebiliyor. Bu nedenle hiçbir varlık insan gibi öğrenemez. Hayvanların öğrenmesi, içgüdüsel bir çerçevede tahakkuk eder. Bu nedenle onların sözgelimi, bilimsel ve felsefî keşifleri olmamıştır. Kendi hayatları için neyi nasıl yapmaları gerektiğini çok iyi bilirler. İnsanın o matbû‘ ilmi bu gibi şeylere hazır olduğundan –ki buna bilkuvve de diyebiliriz– birçok şeyi öğrenme yetisine ve kapasitesine sahiptir. Burada aslolan sözünü ettiğimiz bu hazırlık mıdır, yoksa öğrenilenler midir?
Lârîcânî: Hazırlıktır.
Dînânî: Evet. Çünkü bu hazırlık olmasaydı, insan hiçbir zaman öğrenemezdi. Tam da bu noktada Feyz’in söylediklerini biraz daha açmak istiyorum: İnsanın iki özelliği vardır: Biri gerçek olmak, diğeri ise olmaktır. Siz de varsınız, ben de varım ve diğer insanlar da varlar. Bizler doğduk ve dünyaya adım attık, öyle değil mi? Peki, dünyaya kendi isteğimizle mi geldik? Hayır. Örneğin, başka bir yerde değil de, İran’da doğduk. Bu bizim tercihimiz miydi? Hayır. Hem doğumumuz bizim elimizde değildi hem de doğduğumuz zaman ve mekân… Yüz yıl ya da bin yıl önce dünyaya gelebilir miydik? Hayır. Bizler sadece, doğmuş olduğumuz o zaman ve mekânda dünyaya gelebilirdik. Bunlar bizim gerçekliklerimizdir. Ancak şu an için konuşacak olursak; siz, ben ya da herhangi biri kendisini inşa edip gerçekleştirebilir mi? Bu onun elinde midir, yoksa tıpkı doğumu gibi elinde olmayan bir durum mudur? Aynı durum onun ölümü için de geçerlidir. Bu da tıpkı doğum gibi, zaman ve mekân vd. bakımından onun tercihine bırakılmış bir şey değildir. Ancak şahsiyeti, nasıl yaşayacağı, evreni nasıl gördüğü, başkalarına nasıl davrandığı gibi konular onun elindedir, öyle değil mi? Dolayısıyla bir “gerçeklikler” vardır, bir de “oluşlar”… Nasıl yaşayacağım, hangi kitapları okuyacağım, nasıl davranacağım, nasıl seçimler yapacağım benim elimdedir. Ancak “gerçekliklerimiz”e gelince, bazı filozoflar –örneğin Heidegger– bunu “fırlatılmışlık” sözcüğüyle ifade etmişlerdir. Mesela Heidegger bunun ayrıntılarına çok girmiyor ama genel itibariyle bununla, elimizde olmayan durum ve gerçeklikleri kastediyor.
Lârîcânî: Heidegger bu fırlatılmışlığın bitimsiz olduğunu söylüyor. Yani insan için bu konuda hep süregelen bir belirsizlik vardır.
Dînânî: Böyle dahi düşünüyor olsa, yolun geri kalanında birçok şey onun elinde midir, değil midir? Örneğin kendisini inşa edemez mi? Kendimi yine ben mi inşa ederim, yoksa bunu başkaları mı benim yerime yapar? Ne dünyaya gelişim benim elimdeydi ne de dünyadan ayrılışım benim elimde olacak… Bir şeyleri kendim mi seçmeliyim, yoksa başkaları mı benim adıma seçmeli? Eğer yeryüzündeki tüm insanlar benim için bir şey seçecek olsalar, burada son söz neticede yine bana ait olmayacak mı? İnsan her şeyi yapabilir ve her şeyi seçebilir. Burada şunu sormak isterim: İnsanın seçimsiz ve tercihsiz bir varlık olabileceği düşünülebilir mi? İnsan tercih yapmamayı isteyebilir mi? Hayır.
Lârîcânî: Bu bile bir seçimdir.
Dînânî: Evet, tebrik ederim, duymak istediğim cevap buydu. O bu durumda seçmemeyi ve bir tercihte bulunmamayı seçiyor. Eğer bir şeyi seçmek istemiyorsa, bunun için bir seçim yapmamayı seçmesi gerekir. Bu durumda seçim yapmaktan kurtulabileceğiniz bir yer kalıyor mu?
Lârîcânî: Bu kesinlikle bir zaruret.
Dînânî: Evet, “ihtiyârın zarureti” diye bir bâb bile mevcut kitaplarımızda. İnsanın, yapmaktan kendini alıkoyamayacağı tek şey, seçmektir. Üstelik bunu zâtı itibariyle yapar. Bir şeyi seçmeyecekse dahi, seçim yapmamayı seçmek zorundadır. Bu durumda yapmamız gereken, kendimizi inşa etmek midir, yoksa bu işi başkalarına bırakmak mıdır?
Lârîcânî: Kendisini inşa edemeyeni başkaları da inşa edemez.
Dînânî: Evet, her halükârda bu işi kendimiz yapmalıyız. Bu konu gerçekten çok önemli… Buna önce kendimiz karar vermeliyiz. Kendimizi en güzel şekilde inşa etmek, yine bizim elimizdedir.
Lârîcânî: Üstat burada şöyle bir soru sormak istiyorum: Evet, insanın bir seçme hakkının olmadığı, olmayacağı düşünülemez. Biraz önce matbû‘ ilim –ki bu, insanın zâtî özelliklerindendi– olmadıkça mesmû‘ ilimlerin de oluşamayacağını söylemiştiniz. O halde, bizler gerçekte ezelden bizlerde olan şeyleri istiyoruz ve bu bağlamda mutlak meçhulün (bilinmezin) peşinden gitmiyoruz. Bu durumun ihtiyârla bağlantısı nasıldır?
Dînânî: Yani ihtiyâr ile matbû‘ ilim arasındaki ilişkiyi mi soruyorsunuz? Matbû‘ ilim, insanın huzûrî fıtratıdır. Bu ilme sahip olduğunuz için ihtiyâr sahibisiniz.
Lârîcânî: Bu durumda ihtiyâr, matbû’ ilimlerimizden mi olmakta?
Dînânî: Evet, kesinlikle. İnsan bizatihi muhtârdır. İhtiyâr size sonradan mı verilmiştir, yoksa sizin zatî bir özelliğiniz midir? O sizin zatî özelliğinizdir. Birinin size ihtiyârı vermesini beklemeyin; ona zaten sahipsiniz. İhtiyârı size sonradan verebileceğini iddia edenlerin kendileri dahi muhtârdırlar. Mesela devletler “Şunları yapın, şunları yapmayın, ya da şöyle bir sürücü olun” gibi kanunlar vazederler. Size verilen bu ihtiyârı kullanırsınız, öyle değil mi? Başkaları size ne kadar imkân sunarsa sunsun, sonuç olarak seçim yapacak olan yine sizden başkası değildir. Size birileri “kullanmamanız için” ihtiyâr verse, bunun bir anlamı ve faydası olabilir mi? Hayır.
Lârîcânî: Cebr ve ihtiyâr sorununu da çözen bir açıklama oldu.
Dînânî: İnsan zâtı hasebiyle muhtârdır. Biraz önceki sorunuza dönelim. Gerçekten çok güzel bir soruydu. Zatî bir ihtiyârın ne kadar değerli bir şey olduğunu biliyor musunuz? Yeryüzünün tüm nimetlerini size sunsalar, buna karşılık ihtiyârınızı elinizden alsalar, böyle bir alışverişin içine girer misiniz?
Lârîcânî: Bu, zâtî bir şey olduğu için benden hiçbir şekilde alınamaz.
Dînânî: Faraza, böyle bir şey oldu diyelim…
Lârîcânî: Eğer sadece bir varsayımsa, şöyle cevaplayayım: Böyle bir şeye kesinlikle razı gelmezdim.
Dînânî: Buradan onun ne kadar değerli olduğunu anlamamız gerekir. O halde ihtiyâr mı daha değerlidir, yeryüzündeki nimetler mi? Kesinlikle ihtiyâr. Ve bunu size bahşeden Allah’tır.
Lârîcânî: İhtiyâr bilginin ve bilincin cevheridir.
Dînânî: Burada ihtiyârın öneminden mütevellit, yeni bir soru gündeme gelmekte… Bu konuda derinleştikçe, yeni kapılar açılmaya devam eder. Eşâire ile Mutezile arasındaki ihtilâfın kökeni buradadır. İhtiyâr gerçekten de çok önemli bir konu. O, insanî zâtın cevheridir. İhtiyâr mı daha önemlidir, bilinç mi?
Lârîcânî: Bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir.
Dînânî: Bir an için ayrı olduklarını varsayalım: Burada bu ikisini karşılaştırmamızı istiyorum. Evet, söylediğiniz pratikte doğru. Bunlar birbirinden ayrılamazlar. Mesela siz “çiftliği” dört sayısından ayıramazsınız. Ancak sayı ile çiftlik kavramlarını birbirinden ayırabilirsiniz. Burada zihinsel bir ayrıştırma yaparsınız. Bu gibi analitik sorular hep belli bir varsayıma dayalıdır. Dolayısıyla bazen şeyleri varsayımla da olsa analiz edebilmemiz gerekir. Felsefî meselelerin büyük bir kısmı analitiktir (tahlilî). Tahlil, zihnin ayrıştırması demektir. Bu, fiziksel (tefkikî) bir ayrışma olmadığından bıçak gibi kesici âletlerle yapamazsınız bu ayrımı… Siz dörtten çift sayı olma özelliğini ancak zihninizde alabilirsiniz. Bunu fiziksel olarak bıçakla vd. yapabilmeniz mümkün değildir. Ancak zihniniz bunu yapabilir. Çift sayı olma özelliğinin söz gelimi altıda da, sekizde de, onda da olduğunu çıkarsar. Bunun sadece dört sayısına ait bir özellik olmadığını kavrar. Dolayısıyla çift sayı olma dört sayısının ayrılmaz bir özelliği olsa da, sadece dört sayısına özgü bir durum değildir. İşte bu tahlilleri yapan, zihninizdir. Biz bunları sadece zihinde ayırabiliriz. İhtiyâr ile bilinç sorumuza dönersek… Evet, bunların da birbirinden ayrılmadıkları doğru… İhtiyâr bilincin bir sonucudur. Aynı şekilde her bilinç de, belli bir seçimde bulunur (ihtiyâr eder). Her bilincin bir seçim yapabilme gücü vardır. Bunları bıçakla da vd. birbirinden ayıramazsınız. Fakat aklî ve zihinsel bir tahlilde bunları iki şey farz etmem mümkündür. O halde bunlardan hangisi diğerinden daha önemlidir?
Lârîcânî: Bana göre ihtiyâr.
Dînânî: Bu durumda bilinç olmaksızın ihtiyârın ne anlamı olacak?
Lârîcânî: Eğer ihtiyâr olmazsa bilinci nasıl seçeceğim?
Dînânî: Siz önce ihtiyâr edip, sonra mı bilinçli oluyorsunuz, yoksa tercihlerinizi bilinçlice mi yapıyorsunuz? Evet, gördüğünüz gibi, konu zor ve karmaşık.
Lârîcânî: Tercihlerimi bilinçlice yapıyorum.
Dînânî: Evet, doğru cevap buydu. Sonuçta bilinç olmaksızın, ihtiyârın kime ne faydası olabilir ki? Burada genelde Eşâire’nin, özelde bazı şahısların yanılmasının sebebi buydu. Bunlar bir şeylere yeterince dikkat etmediler.
Lârîcânî: Eğer dikkat etselerdi, bu konu bu kadar dallanıp budaklanmayacaktı.
Dînânî: Maalesef ki öyle. Kısacası ihtiyâr, bilinçle bağlantılıdır ve onun sayesinde bir anlam kazanabilir. İhtiyârınızla bilinçli olabildiğiniz de doğru… Ancak neticede siz bir tercihin peşinden belli bir bilinçle gidersiniz. Günlük hayatta yaptığımız birçok şeyin (kitap okumak, gezmek vd.) ihtiyârla gerçekleştirildiği doğrudur. Burada sorduğum, ihtiyâr ettiğimiz şeyin peşinden gittiğimizde buna bir bilincin eşlik edip etmediğiydi. Dolayısıyla öncelik bilincindir; ihtiyâr bundan sonra gelir. O ihtiyâr ettiğinizden de daha üstün bir şeyi yine bilinç sayesinde ihtiyâr edebilirsiniz. Neyi tercih ederseniz edin, bu tercih ettiğiniz şeyden daha üstününü de yine bilinçle (bilinç sayesinde) seçebilirsiniz.
Lârîcânî: Bu bilince “Mutlak Varlık” diyebilir miyiz?
Dînânî: Bu da ayrı bir bâb. Bazıları varlığın bilince eş olduğunu düşünmüştür.
Lârîcânî: Evet, konumuz Fıtır Bayramı idi. Eğer insan kendi fıtrat okyanusuna dalacak olsa, bunun ne kadar sonsuz bir şey olduğunu görebilir. Gerçekte bilinç, ihtiyâr, matbû‘ ilim, mesmû‘ ilim gibi şeylerin hepsi bir yörüngede hareket etmektedir ki, bu yörünge de Allah’tır. Mevlânâ’nın ifadesiyle, “Hepimiz o içkinin sarhoşlarıydık.” Sizin de belirttiğiniz gibi, bunları zihinsel olarak tahlil edebilmemiz gerekir.
Dînânî: Evet, bunların hepsi birdir. Fakat tahlilde birbirlerinden ayrıştırılabilirler.
Lârîcânî: Bunların hepsi içimize ekilmiş adeta.
Dînânî: Evet, biraz önce de söylediğim gibi, bunlar bu nedenle matbû‘dur. Matbû‘ ilim insanın hazırlığı, insanî huzûrun makamıdır. Bizler bu matbû‘ ilim ve huzûr makamı sayesinde mesmû‘ ilimleri tahsil edebiliriz. İhtiyâr yerini burada bulur. Bunların her ikisi de önemlidir. Bu söylediklerimi şu şekilde açıklayabiliriz: Hepimiz belli bir yaştayız ve doğumumuzun üzerinden epey zaman geçti, öyle değil mi? Doğduğunuz andan şimdiye dek içinde bulunduğunuz gerçeklikler sizi bir şekilde etkilemiştir. Bu süreçte gittiğiniz okul, gördüğünüz eğitim gördünüz, edindiğiniz arkadaşlar, anneniz ve babanız vd. bunların hepsi sizi değişik boyutlarda ve ölçülerde etkilemiştir mutlaka. Bizler bir anlamda geçmişimizin bir ürünüyüz. Peki, bu geçmişi değiştirmemiz mümkün mü? Hayır, geçmiş geçmiştir. Burada ihtiyârın önemini vurgulamak istiyorum. Bizler geçmişi değiştiremeyiz. Bir saniye öncemiz bile elimizden kayıp gitmiştir ve artık bizim ihtiyârımızda değildir. Hiç kuşkusuz, geçmiş bizim üzerimizde bir şekilde etkilidir. Burada sorum şu: Geçmişin bir ürünü olduğumu kabul etmekle birlikte, onun kölesi olmayı ya da olmamayı belirleyen/seçen yine ben değil miyim?
Lârîcânî: Geçmişin kölesi olmamayı başarabiliriz.
Dînânî: Geçmiş bizleri etkiledi, inşa etti ve bitti gitti, bu kadar… Bu bizim ona köle olmamızı mı gerektirir? Sonuçta ona köle olmamayı başarabilirim. Bizi etkilese de, bu etkinin altında kalmamak bir yerde bizim ona izin verip vermememize bağlı değil mi? Biz izin vermezsek, böyle bir şey olmaz.
Lârîcânî: Aslında söylemek istediğim buydu. Matbû‘ ilme ait şeyler zaman ve mekânda mahsur kalamaz. Bu açıdan basittirler.
Dînânî: Biraz önce de belirttiğimiz gibi, matbû‘ dediğimiz şey, fıtratın kendisidir. Ve onun hazırlığını ifade eder. İnsanda doğduğu andan itibaren bu matbû‘ vardır. Bu onun zâtıdır. Matbû‘, mesmû‘ olanı alır. Böyle olmasaydı, hiçbir şey öğrenilemezdi. Çocuk anne kucağından itibaren öğrenmeye başlar ve yaşlanana kadar bu istidadını korur. Kişinin matbû‘u da mesmû‘unu etkiler. Bu ikisi insanı bu şekilde inşa ederler. Bir insan yüz yıl yaşayabilir. Bu ömrün tamamını küfür içinde geçirdiğini varsayın. Kişi ömrünün son demlerinde bir anlığına küfrü terk edip imana gelebilir mi, gelemez mi? Gelebilir. Dolayısıyla o, gidişatını her an değiştirebilecek kudrettedir. Elbette ki bu örneğin tersi de mümkündür. Eğer yüz yıl boyunca mü’min kalmış, ancak son anda küfre dönmüş biri, imanla geçirdiği o yılları bir kenara itmiş ve heba etmiş olmaz mı? İşte ihtiyârın gücünü bu örneklerden dahi anlayabilirsiniz. Biraz önce söylemek istediklerim bunlardı. Bizler geçmişteki şeylerin tesiri altında kalsak da, şimdimizi ve geleceğimizi değiştirebilecek bir kudrete her zaman sahibizdir. Bundandır ki, istediğimiz her an, o ömrü sıfırlayabilir ve bambaşka bir kulvarda yeni bir başlangıç yapabiliriz. Geçmişindeki her şeyi bir kenara iten nice insan var tarihte. Bir şeylere yeterince dikkat etmeyen insanların hayatında bu gibi değişikliklere rastlamazsınız elbette. Ancak bazıları çok çetin dönemeçlerden geçmiş, kendisini önceki konumundan çok farklı konumlara getiren kararlar alabilmiştir. Bunlar büyük âlimlerimizin hayatlarında bile vuku bulmuştur. Batı’da bu son derece normal bir durumdur. Batı’da Wittgenstein için I. Wittgenstein ve II. Wittgenstein tabirleri kullanılır. Hâlbuki bununla kastettikleri iki farklı kişi değil.
Lârîcânî: Adeta ikinci bir doğumla yeniden hayat bulur gibi…
Dînânî: Bunun İslâm dünyasındaki örneği de Gazzâlî’dir. Bildiğimiz kadarıyla en az üç farklı dönemeçten geçmiş bir Gazzâlî var karşımızda…
Lârîcânî: Belki de dört Gazzâlî var.
Dînânî: Artık o kadarını bilmiyoruz. O pek de uzun diyemeyeceğimiz bir ömür zarfında adeta üç farklı Gazzâlî olup çıkmıştır. I. Gazzâlî tam bir Eş‘ârî idi. O, Bağdat Nizamiye medresesinde tahsil görmüştü. II. Gazzâlî felsefeye yönelmiş, felsefî araştırmalar yapmaya koyulmuştu. Bu dönemindeki eserlerinden biri, Mekâsıdu’l-Felâsife’dir. Felsefelere reddiyeler yazdığı doğrudur, ancak ilginç bir şekilde bazı yerlerde de onu müdafaa etmiştir. Bu Gazzâlî I. Gazzâlî’den yerden göğe kadar farklıdır; sanki başka bir şahıs gibidir. Bir de kendini çöllere vurduğu bir on yıl var. III. döneminde bir ârifin etkisinde kalıyor ve tam anlamıyla ârif oluyor. Artık burada ne Eş‘arî’dir ne de filozof… Kısacası bu gibi değişimler hemen herkesin hayatında vuku bulabilir. Düşünce tarihine baktığınızda bunun sayısız örneklerine denk gelirsiniz. Bunların hepsinin ihtiyâr ile gerçekleştiğini bilelim. Yine ilk soruma dönecek olursam, böylesi bir ihtiyârın bilinçsizce olduğunu söylemek mümkün mü? Bu örneklerle birlikte aslolanın ihtiyâr değil, bilinç olduğuna dikkat edelim. İhtiyâr bilinçten doğar. Eğer bir insan, bilincin başat rolünü keşfeder ve ona ehemmiyet verirse, Allah’ın izniyle bir problemle karşılaşmaz. Eğer bir zorluk meydana gelmişse, bunun vehimlere uymaktan kaynaklandığından kesinlikle emin olun. Bu birçoğumuzun başına gelebilir. Vehim, kişinin bâtıl bir fikir ya da hayâl sebebiyle bir şeyin hak olduğunu sanmasıdır. Eğer insan bâtıl bir tevehhüm içinde bir ömür geçirirse, ne olur? Vehimlere aldanmamak ve onlarla başa çıkabilmek için ne yapmak gerekir? Bilinçten başka bir yol var mı? Hayır. Bilinçli olmak, akılcı olmak demektir. Böylelikle hiçbir zaman vehimlere aldanmazsınız. Eğer bilinci öncelemez ve ona hak ettiği önemi vermezseniz, bundan sonrası artık bilinç yerine vehimlerin öncelenmesi ve önemsenmesi olacaktır. Bu aşamadan sonra artık ne yapsanız onlardan kurtulamazsınız. Etrafınıza bir bakın: Vehimlere müptelâ olmuş nice kimseler göreceksiniz. Vehmin çukuruna düşen, orda sonsuza dek kalır. Buradan kurtulmanın bilinçten başka bir yolu yoktur. O halde bilinci ne kadar öncelikli tutmamız ve önemli bulmamız gerektiğini buradan anlayabiliriz.
Lârîcânî: Feyz’in sıkça vurguladığı bir başka husus şu: İnsan, güzeli elinde tutmak ve korumak için diğer her şeyden fazla çaba gösterir. Yani bir aylık bir riyazetin (oruç vd.) ardından nuranîleşen bu fıtratı korumak için ikinci bir riyazet gerekli gibidir. Çok güzel bir noktaya işaret etmiş gerçekten. Mesela ihtiyârın, sahip olduğu tüm o azamete rağmen şöyle bir handikapı da mevcut: Eğer kendisinden gereğince istifade etmezse, kişiyi baş aşağı götürebilir.
Dînânî: İnsan doğduğu sırada temiz bir fıtrata mı sahiptir, yoksa kirli bir fıtrata mı?
Lârîcânî: Temiz bir fıtrata sahip.
Dînânî: Peki, bu niçin kirlenmekte? Kirli bir ortam sebebiyle. Böyle bir yer, temiz bir fıtratı kirletir. Bu kirliliğin ortadan kalktığını düşünelim. Kişi oruç tutuyor, kendini murakabe altında tutuyor vd. Bunların sonucu olarak fıtrat arınıyor. Bu fıtrat bir daha kirlenmemek üzere mi temizleniyor, yoksa onun tekrardan kirlenme ihtimali var mıdır? Tekrar kirlenme ihtimali vardır. Üstelik bu ihtimal, her an vuku bulabilir. Bu kirlenme ihtimali kişiyi ne ölçüde değiştirebilir?
Lârîcânî: Sonsuz.
Dînânî: İnsan bu dünyada kaldığı sürece, durum bu şekilde olacaktır. Bu dünyada yaşamını sürdürdüğü müddetçe bu kirliliğe daima maruz kalacak veya en azından böyle bir ihtimal söz konusu olacaktır. Dolayısıyla kişi kendisini arındırmaktan hiçbir zaman vazgeçmemeli ve fıtratını kirletmemeye azmetmelidir. Geçmişteki insanlar da bu tehlike ile sürekli olarak yüz yüzeydiler. Ancak günümüzde iletişim seçeneklerinin/olanaklarının genişlemesiyle birlikte bu ihtimal geçmişe nazaran daha çok artmıştır. Bunun sebebi, ilişkilerin boyut değiştirmesi ve bunu sağlayacak imkânların artmasıdır. Bu olanakların arttığı nispette, fıtratın kirlenme ihtimali de artmıştır. Geçmişte ilişkiler daha bir mesafeliydi –mutlak anlamda iyi olduğunu söylemek istemiyorum tabii ki– ve bu ihtimal çok daha düşüktü. Bilinçli bir kimsenin burada yapacağı nedir? Bu olanakları iyi ve faydalı alanlarda kullanmaktır. Bunun yolu da aklî muhasebelerden ve bilinçten geçer.
Lârîcânî: Feyz şöyle devam ediyor:
“Pak kimseler –diğerlerine nazaran– Şeytan’ın odağında daha çok yer alırlar. O, pak nefisleri hedef alır, onlarda bir aldanış meydana getirir ve böylece kıblelerini dünyaya döndürür. İnsanın kıblesi değiştiğinde, kendi kendine Şeytan’ın peşinden gitmeye başlar.”
Dînânî: Kıblesi Allah’tan Şeytan’a dönüyor. Eskiden ilâhî bir kıblesi vardı, şimdi Şeytanî bir kıblesi oldu. Şeytan daima tuzağa düşürmek için çabalar. İnsan uyur ancak Şeytan uyumaz. Eğer akıl âlemine ulaşmaya çalışırsanız, Şeytan buraya nüfuz edemez ve sizi aldatamaz.
Lârîcânî: Bu gerçekten de önemli bir nokta. İnsan bir anda kıblesinin dünya olduğunu görüveriyor. Servet, mal, mülk, para, pul, makam peşinde koşuyor.
Dînânî: Neye yöneliyorsanız kıbleniz orasıdır/odur. Bana neye yöneldiğini söyle, ben de sana kıblenin neresi olduğunu söyleyeyim.
Lârîcânî: Sonrasında Feyz şunu ekliyor:
“Kişi ancak Allah’a ulaştığında emniyette olabilecektir.”
Dînânî: Allah’ın dergâhından başka hiçbir yer emin değildir. O, mutlak emniyettir.
Lârîcânî: Kesinlikle, öyle. Açıklamalarınız yine çok güzeldi üstat, istifade ettik. Bir sonraki programımızda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinize Allahaısmarladık diyoruz.
Çeviri: Aliye Söğüt
Medya Şafak
https://philosophyar.net/marefat/15-june-2018/