ÖZEL: Kerbelâ Olayı’nda Osmanî Düşüncenin Tezahürleri

ÖZEL: Kerbelâ Olayı’nda Osmanî Düşüncenin Tezahürleri
"Bu makalede, tarihsel kanıtlara ve örneklere dayanılarak, Yezid ordusu askerlerinin Osmaniyye düşüncesinin hâkimiyeti altında oldukları gösterilmiş ve Kufeli olmalarından dolayı onların zorunlu olarak Şiî olmaları gerektiği görüşünün tarihsel bir safsatadan ibaret olduğu ortaya konulmuştur."

 

 

Kerbelâ Olayı’nda Osmanî Düşüncenin Tezahürleri[1]

 

Muhammed Rıza Hidayetpenâh

 

Özet

İmam Hüseyin’in (a.s.) karşısında saf bağlayan ve onun kıyamının bastırılmasında farklı şekillerde rol oynayan askerî güçlerin siyasî-mezhebî düşüncesinin tespiti, Şiîlik tarihinin en hassas döneminin doğru ve net bir şekilde anlaşılması açısından oldukça önemlidir. Bu makalede, tarihsel kanıtlara ve örneklere dayanılarak, bu askerî güçlerin Osmaniyye düşüncesinin hâkimiyeti altında oldukları gösterilmiş ve Kufeli olmalarından dolayı onların zorunlu olarak Şiî olmaları gerektiği görüşünün tarihsel bir safsatadan ibaret olduğu ortaya konulmuştur. Kimi araştırmacıların yazılarında ve konuşmalarında dile getirilen bu görüşe göre, Kerbelâ Olayı’nın yaşanmasına sebebiyet veren başlıca etken bizzat Şiîler veya onların ifadesiyle Râfizîlerdir. Bu bağlamda onlar, Âşûrâ Günü’nde tertiplenen yas merasimlerini de sorgulamışlardır. Bu yazıda, önce Osmanî kavramı tanımlanarak Osmanî düşünceye mensubiyetin kriterleri belirginleştirilmiş, ardından bu düşüncenin Kufe’de ne şekilde teşekkül ettiği ele alınarak Kerbelâ’da İmam Hüseyin’e (a.s.) karşı koyan askerlerin konuşmalarında nasıl tezahür ettiği gösterilmiştir.

 

Giriş

Yaşatılanlar açısından İslam tarihinin en feci, öğretici olması açısından ise en değerli hadisesi olan Kerbelâ Olayı, Şiî ve Sünnî araştırmacıların olduğu kadar gayrimüslim araştırmacıların da ilgisini çekmiş ve her bir araştırmacı bu olayı belli bir bakış açısından ele alıp tahlil etmiştir. Bununla birlikte, bu olayın, hassas olmasından ötürü veya herkesçe bilindiği düşünüldüğü için henüz yeterince incelenmemiş bazı veçheleri bulunmaktadır. Bunların başında, İmam Hüseyin’in (a.s.) kıyamını bastırmak amacıyla onun karşısında duran ve hem Kufe’de hem de Kerbelâ’da Emevîlere yardım eden Iraklı güçlerin siyasî-mezhebî düşüncesinin tam olarak ne olduğu meselesi gelmektedir.

Bu konuyu bir mesele haline getiren husus, Kufe şehrinin tarihsel olarak, Şiî düşüncenin beşiği ve Şiîlerin yerleşim merkezi kabul edilmesidir. Kerbelâ Olayı’nın böyle bir geçmişe sahip bir coğrafyada meydana gelmesi, İmam Hüseyin’in (a.s.) hareketinin tahlilini daha da karmaşık bir hale getirmiş ve bu da, Kerbelâ Olayı’nın tamamının veya büyük bir kısmının gerçekliğini bulanıklaştırmak ve aktörleri ile işbirlikçilerinin gerçek yüzünün ortaya çıkmasını engellemek amacıyla, bilinçli veya bilinçsiz olarak, hep bu olayın görünen veçhesinin ele alınmasına neden olmuştur.

Muarız askerî güçlerin fikrî ve siyasî çizgisinin tam olarak anlaşılmasını engelleyen iki önemli unsur bulunmaktadır. Bunların ilki, geniş çaplı Emevî propagandası ve sansürü; ikincisi, olayın Şiî coğrafyasında meydana gelmiş olmasıdır. Bu iki unsur, muarız askerî grupların oynadıkları rollerin anlaşılmasını engellemiştir. Zira, eğer bu olay Şam veya Basra gibi Emevîlerin ve Osmanîlerin yoğun oldukları şehirlerde gerçekleşmiş olsaydı, muarız askerî grupların rolleri tarih kaynaklarında daha açık bir şekilde kayda geçirilirdi.

Bu iki engelin dikkate alınmaması, kimilerini hayrete düşürüp ne yapacağını bilmez bir hale getirirken bir başka açıdan Şiîlik karşıtlarının elinde bir sorgulama aracına dönüşmüş ve karşıtlarınca Şiîlere şöyle bir eleştiri yöneltilmiştir: “Siz Âşûrâ Günü’nde yas tutarak kimi kınıyor ve eleştiriyorsunuz? İmam Hüseyin’i davet edip Kerbelâ’da şehid eden sizinle hemfikir olanlar değil miydi?”[2]

Kufe Şiîliğine dair bu ve buna benzer hatalı çıkarımların temelinde, İmam Hüseyin’in (a.s.) kıyamına karşı çıkanların siyasî-mezhebî düşüncelerinin yeterince araştırılmaması yatmaktadır. Bu makalede, araştırmacıların dikkatini bu konuya çekmek amacıyla, Kerbelâ Olayı’ndaki muarız güçlerin siyasî-mezhebî düşünceleri genel hatlarıyla incelenmeye çalışılacaktır.

 

Osmaniyye Mezhebi

Osmaniyye siyasî bir terimdir ve bir fırka ismidir. Bu fırkanın ortaya çıkış süreci, tarihsel olarak, Osman’ın katledilmesi olayı ve sonrasındaki gelişmelerle bağlantılıdır. Ehl-i Sünnet âlimleri Müslümanların Osman’ın katlinden önce tek bir ümmet oldukları kanaatindedir. Sünnî ulemaya göre bu olaydan sonra Müslümanlar, Osman taraftarları (Osmaniyye) ve Ali taraftarları (Aleviyye) olmak üzere iki siyasî hizbe bölünmüşlerdir ve bu bölünme de İslam dünyasında birtakım istenmeyen hadiselerin yaşanmasına neden olmuştur.[3]

Osmaniyye, Osman’ın mazlumca öldürüldüğüne inanır. Onlar, İmam Ali’nin (a.s.) isyancı gruplarla gizlice işbirliği yaptığını veya bu gruplara önderlik ettiğini iddia ederler.[4] Bu konudaki en müsamahakâr görüşleri, İmam Ali’nin (a.s.) sessiz kalıp kenara çekildiği ve böylece isyancılarla söz birliği ettiği yönündedir. Netice itibariyle Osman taraftarları, isyana katılan bütün grupların mücrim oldukları, kısas edilmeleri gerektikleri ve İmam Ali’nin (a.s.) de bu cürme ortak olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlar, Şam ve Basra’daki bazı Müslümanların muhalefet edip biat etmemelerinden dolayı İmam Ali’nin hilafetini meşru kabul etmemişler ve onun hilafet yıllarını fitne dönemi olarak nitelemişlerdir. Fazilet açısından da Osman’ı Müminlerin Emiri Ali’den (a.s.) üstün görmüşlerdir.[5]

Bu düşünceye sahip olanlara Osmanî ve Osman Şiası (Şiatu Osman) denmiş ve bu akide, Ali’nin dini (dinu Ali) tabirinin karşısında Osman’ın dini (dinu Osman) olarak isimlendirilmiştir.

 

Osmanî Düşüncenin Tezahürleri

 

a) Siyasî-Askerî Meselelerdeki Tezahürleri

Osmanî düşüncenin Alevî düşünce karşısındaki ilk tezahürü, h. 36 [m. 656] yılında meydana gelen Cemel Savaşı’nda, siyasî-askerî alanda olmuştur.

Alevî hizbin galibiyeti ile sonuçlanan Cemel Savaşı, sonrasında bazı gelişmelere neden olmuştur. Bunların başında, Basralıların Osmanî düşünceye temayül göstermeleri gelmektedir. Zamanla Osmaniyye mezhebi Basra’da öylesine yaygınlaşmıştır ki, çok geçmeden bu şehir [Osmanîlerin merkezi] Şam’ın Irak topraklarında bulunan parçası olarak telakki edilmiştir.[6]

Cemel Savaşı’ndan bir yıl sonra meydana gelen ve Osmanî ordusunun nihaî yenilgisi ve Alevî ordusunun zayıflamasıyla neticelenen Sıffin Savaşı, Osmaniyye ile Aleviyye’nin arasını daha da açmış ve iki hizbi karşı karşıya getirmiştir.

İmam Hasan’ın (a.s.) barışından sonra Muâviye’nin iktidarı ele geçirmesiyle Osmaniyye en parlak dönemini yaşamış ve Basra ve Şam’ın yanı sıra Cezire’de,[7] Yemen’de,[8] Rey’de[9] ve hatta, aşağıda ayrı bir başlıkta ele alacağımız üzere, Kufe’de yayılmıştır. Şam, Basra ve Rey’de Osmanî düşünce, Nâsıbîlik olarak isimlendirilen müfrit bir kola sahip olmuştur.[10]

 

b) İtikadî Meselelerdeki Tezahürleri

Her siyasî-mezhebî akımda olduğu gibi Osmaniyye’nin de itidalli ve aşırıcı taraftarları vardı. Osmanîler, genellikle, İmam Ali’nin (a.s.) hilafetini kabul etmemişlerdir. İçlerinden mutedil olanlar, İmam Ali’den memnun ve hoşnut olmadıklarını dile getirirken aşırıcılar, işi Nâsıbîliğe vardırmış ve İmam Ali’ye ve Ehl-i Beyt’e (a.s.) küfür (sebb) ve lanet etmişlerdir.[11]

Osmanîler, Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed b. Hanbel dört halife inancını gündeme getirinceye değin, üç halife inancına sahip olmuşlar; sadece Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ı halife saymışlardır.[12]

 

Kufe’de Osmaniyye Mezhebi

Kufe’nin tarihî geçmişi, Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) Kufeliler arasında Şiî düşünceyi formüle etme yönündeki kültürel faaliyetleri ve ayrıca, çok sayıda Kufelinin Osman’ın evinin muhasarasında ve onun katlinde oynadıkları rol göz önüne alındığında, Kufe’de Osmanî mezhebinin teşekkül ettiğini kabul etmek, ilk bakışta zor olabilir. Fakat burada meydana gelen başka siyasî olaylar incelendiğinde, bunun hiç de sanıldığı kadar zor olmadığı anlaşılır.

 

Kufe’de Osmanî Düşüncenin Teşekkülü ve Yayılması

Kufe Şiîliği tek tip değildi; Kufeliler, ekseriyetle, siyasî Şiî idiler. İçlerinden nüfuz sahibi çok az kimse itikadî bir mezhep olarak Şiîliği benimsemişti. Siyasî Şiîler, siyasî gelişmelere veya baskılara, tehditlere ya da vaatlerle baştan çıkarılmaya bağlı olarak iktidarın resmî mezhebine (Emevî ve Mervanî hizbe) yakınlaşabiliyorlardı. Osman’a karşı isyan eden topluluklar arasında Kufeliler de vardı ve belki de bunlar, isyancıların çoğunluğu oluşturuyorlardı. Bununla birlikte bu durum, Kufe’de Osman taraftarlarının bulunmadığını anlamına gelmiyordu.[13]

Talha, Zübeyir ve Âişe’nin katıldığı, Mekke’de gerçekleşen meşveret toplantısında, hareketin hangi şehirden başlatılabileceğini dair öneriler sunulduğunda, Medine ve Şam konusunda uzlaşı sağlanamamış, Irak konusunda ise taraflar mutabık kalmıştı. Irak’ın seçilmesinin nedeni olarak, Basra’da Zübeyir’in ve Kufe’de Talha’nın çok sayıda taraftara sahip olması gösterilmiştir.[14] Ayrıca Kufe halkı, ilk aşamada, İmam Ali’nin (a.s.) düşmanlarından biri olan, Osmaniyye mezhebine meyilli Ebû Musa Eşarî’nin sözlerinden dolayı Cemel Savaşı’nda Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.) yardım gönderme konusunda tereddüt göstermişti. Temsilcilerin gönderilmesinin, Mâlik Eşter’in tehdidinin ve Ebû Musa’nın azledilmesinin ardından Kufe’den birkaç bin kişiden oluşan bir topluluk yardıma gönderilmiştir. Kufeliler, Sıffîn Savaşı’na daha kalabalık gruplar halinde katılmışlarsa da kaynaklarda onların muhalif güçlere de katıldıklarına dair rivayetler bulunmaktadır.[15]

Sıffîn Savaşı sonrasında yaşananların da Kufe halkı üzerinde etkisi olmuştur. Her savaşın doğal sonuçlarından olan ölümler, başsız kalan aileler ve maluliyetler, Kufe’de İmam Ali’ye (a.s.) karşı yürütülen propagandaların altyapısını oluşturmuştur. Bu propagandalarda İmam, bu vahim durumdan sorumlu tutulmuştur.[16] Bütün bunlar, dar görüşlü, tereddütlü, siyasî meselelere mesafeli duran ve dünyevî beklentileri olan insanların Osmanî mezhebine meyletmelerinde etkili olmuş olabilir.

Muâviye de, İmam Hasan’ı (a.s.) barış yapmaya zorladıktan ve Kufelilerden biat aldıktan sonra, Şiîlerin yaşadıkları şehirleri yavaş yavaş menfaatlerinin icap ettirdiği yöne doğru sevk etmek için geniş çaplı faaliyetlerde bulunmuştur. Bu meyanda, Şiîliğin merkezi ve coğrafî açıdan önemli bir konuma sahip olması itibariyle Kufe, Muâviye’nin öncelikli hedefi olmuş ve dolayısıyla, bu şehirde Şiî düşüncenin zayıflatılması daha fazla çabayı ve ilgiyi gerektirmiştir. Bu doğrultuda Muâviye, ilk etapta, Kufelilerden Müminlerin Emiri Ali’den (a.s.) beri olduklarını (beraat) ilan etmeleri şartıyla biat almış ve bu şehri Şiîlikten arındırıp orada Osmaniyye mezhebini yaygınlaştırmak için önemli girişimlerde bulunmuştur. Bu girişimler şunlardır:

1) Osmanî idarecilerin şehre atanması. Muâviye, evvelemirde Kufe’ye tamamen Osmanî eğilimlere sahip olup Alevî karşıtı olan, Abdullah b. Amr b. Âs, Mugire b. Şube, Ziyad b. Ebih, Dahhak b. Kays, Habib b. Mesleme Fihrî, Numan b. Beşir Ensarî, Ubeydullah b. Ziyad ve Bişr b. Mervân gibi idarecileri atamıştır.

2) Korkutma ve baştan çıkarma siyaseti. Öldürme ve ölünün bedenine eziyet etme (müsle),[17] işkence,[18] sürgün,[19] hapis,[20] beytülmalden alınan payı kesme ve ev yıkma,[21] bu dönemde Şiîlere mümkün olan en şiddetli biçimleriyle uygulanan cezalandırma yöntemleriydi. Bu dönem, Kufe Şiîleri için en zor ve en acı dönem olmuştur.

3) Kufe’deki Osmanîlerin himaye edilmesi ve güçlendirilmesi. Şiîler öldürülür, sürgün edilir ve hapse atılırken Osmanî mezhebinden olup Osman’ı sevenler ve onun faziletlerini yayanlar, Emevîlere bağlı idarecilerce himaye edilmişlerdir. Bu dönemde Osmanîlere yüklü miktarlarda maaş bağlandığı da bilinmektedir.[22] Muâviye, Mugire’ye yazdığı mektupta, ona Kufeli Osmanîleri gözetmesini ve himaye etmesini ısrarla tavsiye etmiştir.[23]

Muâviye’nin hicrî 40’lı ve 50’li yıllarda [miladî 660’lı ve 670’li yıllarda] Kufe’de Şiîliğin kökünü kazıma ve oraya Osmanî mezhebini yerleştirme siyaseti, dar görüşlüleri ve müteredditleri veya Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) siyasetinden memnun olmayanları veyahut bundan zarar görenleri ve ayrıca, siyasî meselelere uzak duran birçok insanı, siyasî görüşünü ve mezhebini değiştirmeye zorlamış ve onları Osmanî olmaya sevk etmiştir. Bunlar arasında savaşlarda Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.) refakat edenler de bulunuyordu. İçlerinden bir kısmı, geçmişte yaptıklarından pişmanlık duymuşlardır.[24]

Kufe’de kimi mahallelerin ve kabilelerin topluca Osmanî mezhebine geçmeleri bu siyasî gelişmelerden sonra olmuştur.[25] Mugire’nin Muâviye’ye Yezid’i veliaht tayin etmesini önerirken, kendinden emin bir şekilde ona, “Ziyad Basra’yı razı eder, ben de Kufe’yi,” diyebilmesinin nedeni de Kufe’de yeni ortaya çıkan bu güce duyduğu güvendir.[26] Şam ve Irak’ın Medine’den önce Yezid’e biat etmesinin nedeni de budur.[27]

Mahalle ve kabilelerin yanında aileler arasında da bu siyasî görüş ayrılığına rastlanabiliyordu.[28] Osmaniyye mezhebi Kufe’de öylesine güçlü bir biçimde varlık göstermeye başlamıştı ki Abdullah b. Muti, Abdullah b. Zübeyr tarafından Kufe’ye vali atandığında, Kufelileri razı etmek maksadıyla Sâib b. Mâlik’e Ömer ve Osman’ın yöntemini icra edeceğini vaat etmişti.[29] Sâib, Osman’ın yöntemini reddetmiş, Ömer’in yönteminin zararının daha az olacağını söylemiş ve neticede Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) yöntemini talep etmişse de Abdullah b. Muti’nin böyle bir vaatte bulunması, bu iki siyasî-mezhebî hizbin Kufeliler üzerindeki nüfuzunu ve hâkimiyetinin göstermesi açısından önemlidir. Hatta bu vaadin, Kufe’de Osmaniyye’nin daha baskın olduğunu işaret ettiği de söylenebilir.

 

Osmaniyye Mezhebinin Karakteristik Özellikleri

Mezhepler tarihçilerinin tanımlarına ilaveten Osmanî olmanın ölçütleri ve işaretleri nelerdir? Osmanîlerin faaliyetleri çerçevesinde bu işaretleri görünür hale getirdiğimizde, bu düşüncenin Kerbelâ Olayı’ndaki tezahürleri daha iyi bir şekilde anlaşılabilir.

Bu işaretleri görünür hale getirip tanımanın çeşitli yolları bulunursa da biz burada, Osmanîlerin faaliyetlerine ve Osmanîler hakkında aktarılan rivayetlere odaklanacağız. Bu rivayetlerin bir özeti aşağıda listelenmiştir:

1) Osman’ı Müminlerin Emiri Ali’den (a.s.) üstün görmek. Bu, daha önce de ifade edildiği gibi, Osmanî mezhebine mensup her şahsın kabul etmesi gereken temel inançtır.[30]

2) Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.) biat etmemek. Osmanîler İmam Ali’nin hilafetini resmen tanımamış ve onun hilafet dönemini “fitne dönemi” olarak nitelemişlerdir. Bununla birlikte, sözgelimi Talha ve Zübeyir gibi, içlerinden önce İmam Ali’ye biat edip sonra biatlerini bozanlar da olmuştur.

3) Cemel, Sıffîn ve Nehrevân savaşlarında Müminlerin Emiri Ali (a.s.) ile birlikte hareket etmemek. Rivayetlerde, Zeyd b. Sâbit ve Kays b. Hâzım gibi birçok Osmanî’nin bu şekilde davrandığı belirtilmiştir.[31] Siyasî hayatlarında bu şekilde davrandıkları belirtilen kimseler, her ne kadar rivayetlerde Osmanî olarak nitelenmemiş olsalar da, tavırları Osmanî olarak değerlendirilebileceklerini göstermektedir.

4) Sıffîn’de Muâviye’ye yardım ve refakat etmek. Muâviye, mazlum bir şekilde katledilen halifenin intikamının alınması sloganıyla ortaya çıkmış ve bütün Şamlıları etrafına toplayıp Sıffîn’e getirmişti. Eymen b. Harim Esedî’nin bir şiirinde, Muâviye’nin yanında eli kılıçlı seksen bin kişinin bulunduğu ve bunların “Osman’ın dini”ne (dinu Osman) mensup oldukları geçmektedir.[32] Tarihçilerin Sıffîn’de Muâviye’ye refakat edenlerin biyografilerini yazarken onların Osmanî olduklarını belirtmelerinin nedeni de bu olsa gerektir.

5) Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.) düşmanlık besleyip ona ve ayrıca Ehl-i Beyt’e (a.s.) küfür (sebb) ve lanet edip onlardan teberra etmek. Küfür ve lanet Osmaniyye mezhebinin aşırıcı kolunun bir uygulamasıdır. Bu kola Muâviye rehberlik etmiştir. Emevîler ve Mervanîler bu kolun en bilinen temsilcileridir. Osmaniyye mezhebine mensup birçok kişi bu uygulamayla ilişkilendirilmiştir.[33] Bu gibi kimseler, Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.), evladına ve dostlarına besledikleri düşmanlığı izhar etmek amacıyla küfür ve lanet ederken bilhassa “yalancı” (Kezzâb) ve “Toprağın Babası” (Ebû Turâb) tabirlerini kullanmışlardır. Örneğin İbn Ziyâd, Kerbelâ Olayı’ndan sonra İmam Ali’yi ve İmam Hüseyin’i kendince küçük düşürmek isterken bu iki imamdan “yalancı oğlu yalancı” diye bahsetmiştir.[34]

6) Müminlerin Emiri Ali (a.s.) hakkında rivayet ve yalan haber uydurmak. İmam Ali karşıtı rivayetlerin büyük çoğunluğu, Muâviye’nin siyasî genelgesinden sonra, onun döneminde üretilmiş ve yayılmıştır.[35] Buna karşın diğer yandan Osman hakkında fazilet imal edilmiştir. Nihayetinde bu iş öyle bir noktaya varmıştır ki sonunda Muâviye bundan rahatsız olmuş ve buna son verilmesini emretmiştir.[36] Muâviye ve Emevîler, sahabenin ve tâbiînin dinî ve kültürel imajını siyasî bir araç olarak kullanmışlardır. Halifeler hakkında fazilet imal ederek, onları sayısız fazilete sahip Müminlerin Emiri Ali (a.s.) ile karşı karşıya getirmiş ve fazilet yarıştırmışlardır. Sözgelimi Muâviye, meşhur sahabî Semüre b. Cündeb’den “Dünya hayatına dair konuşması senin hoşuna giden, pek azılı düşman iken, kalbinde olana Allah'ı şahid tutan, işbaşına geçince, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeğe çabalayan insanlar vardır. Allah bozgunculuğu sevmez”[37] ayetinin İmam Ali (a.s.), “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder” ayetinin ise İbn Mülcem hakkında nazil olduğunu söylemesini istemiş, tereddüt gösterince dört yüz dirhem ödeyerek İbn Cündeb’i bu yalanı söylemeye razı etmiştir.[38] Aynı şekilde, Kufeli nesep âlimi Avâne b. Hakem de Emevîlerin istekleri doğrultusunda rivayet uydurmuştur. İbn Hakem, İbn Nedim’in el-Fihrist’inde sözünü ettiği, Sîretü Muâviye ve Benî Ümeyye başlıklı bir kitap da kaleme almıştır.[39]

7) Emevîlerin siyasî terminolojisi. Müminlerin Emiri Ali’den (a.s.) “Ebû Turâb” ve Şiîlerinden “Turâbiyye” diye bahsetmek, Emevîlerin siyasî terminolojisinin tipik bir özelliğidir. Sadece Osmanîler ve onların başında da Emevîler ve Mervânîler bu terimleri kullanmışlardır. Kaynaklarda, İmam Ali’nin düşmanı olan Hâricîlerin bile bu tabirleri kullandıklarına rastlanmamıştır.

8) Emevîler ve Mervânîler tarafından idarî ve askerî makamlara getirilmeyi kabul etmek. Her yönetim memurlarını siyasetlerini benimseyen kişiler arasından seçer. Ne Muâviye siyasî ve askerî makamları Şiîleri atayabilirdi, ne de Şiîler bu makamları kabul edip Emevî ve Mervânî idarecilerine yardımcı olur, onların bekasına katkıda bulunurdu. Dolayısıyla, güvensizlik ve uzaklaşma her iki taraftan kaynaklanıyordu.

9) Emevîlerle ve Osmanîlerle anlaşmalı olmak. Araplar arasında anlaşmalar, çeşitli şekillerde yapılırdı ve bunların başında, dayanışma (hilf) ve hükmî akrabalık (velâ) anlaşmaları gelirdi. Doğal olarak hilf ve velâ yoluyla karşılıklı anlaşma yapan hulefâ ve mevâlî, siyasî açıdan da aynı istikamette hareket ederdi. Nitekim, “Bir kavimle velâ anlaşması yapan kimse (mevlâ) onlardandır” sözü de bu birlikteliğe işaret etmektedir.

10) Şiî hareketlerin bastırılmasına ve Şiîlerin, özellikle de İmamî Şiîlerin öldürülmesinde işbirliği yapmak. Kaynaklarda Osmaniyye mezhebine mensup oldukları belirtilen çok sayıda kişi, Şiî kıyamların bastırılmasında ve Şiîlerin öldürülmesinde rol almışlardır. Bunlar arasında, Hucr [b. Adiy] aleyhine tanıklık yapan ve böylece Hucr’un ve arkadaşlarının şehid edilmesine neden olanlar da bulunmaktadır. Muâviye, Âişe kendisine Hucr’un ve arkadaşlarının şehid edilmesi konusunda karşı çıktığında o, “Hucr’u ve arkadaşlarını onlar aleyhine tanıklık edenler öldürmüştür,” diyerek kendini savunmuştur.[40] Hucr da şehid edilirken şöyle demiştir: “Allah’ım! Ümmetime karşı senden yardım istiyorum. Kufeliler bizim aleyhimize tanıklık ettiler, Şamlılar bizi öldürdüler.”[41]

 

Müslim’in Kıyamının Bastırılmasında Osmanî Düşüncesinin Tezahürü

Müslim faaliyetlerine başladığında ve İbn Ziyâd’a karşı kıyam ettiğinde, Kufe’deki Osmaniyye temsilcilerinin derhal etkin roller üstlenerek ortaya çıktıklarına tanık oluruz.

Müslim’in kıyamının önünü almak ve insanları Müslim’den uzaklaştırmakla görevlendirilenlerin faaliyetlerini siyasî açıdan incelediğimizde, onların Osmanî düşünceye sahip olduklarını ve Emevî hizbini desteklediklerini; buna ilaveten Şiî karşıtı, hatta Nâsıbî bir geçmişe sahip olduklarını görürüz. Sözgelimi Kesir b. Şihâb bunlardan birisidir. O, Kufelilere hitaben yaptığı konuşmada Yezid’i “Müminlerin Emiri” unvanıyla nitelemiştir. Kufe eşrafı içerisinde hiç kimse, Şiîleri Müslim’den uzaklaştırmak gayesiyle Şiîler aleyhine onun kadar çalışmamıştır.

Müslim Kufe’ye girer girmez Osmanîler Kufe valisi Numan’ın ihmalkârlığını ve zaafını Yezid’e rapor etmişlerdir. Bu Osmanîler arasında, Velid’in kardeşi olup kendisi de bir Emevî olan Umâre b. Ukbe b. Ebî Muit, Ömer b. Sa’d ve Emevîlerin anlaşmalısı olan (halîf) Abdullah b. Müslim b. Said Hadramî bulunuyordu. Osmanî ve Emevî taraftarı oldukları tartışmasız olan bu kişiler, Yezid’e yazdıkları mektupta bu eğilimlerini ikrar etmiş,[42] ona Kufe’nin durumunu haber vermiş ve ondan Numan’ın yerine başkasının Kufe’ye vali tayin edilmesini talep etmişlerdir. Yezid de Ubeydullah’a yazdığı mektupta, bu kişilerden ve kendisine mektup yazan başkalarından “taraftarlarım” (Şiîlerim) diye bahsetmiştir.[43] Tarihçilerin Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.) düşmanlık beslediğini ve onun hakkında kötü konuştuğunu bildirdiği Osmanî mezhebinden Numan’ın yerine Ubeydullah’ın Kufe valisi atanmasını istemelerinden, bu kişilerin Osmaniyye’nin aşırıcı kolunu temsil ettikleri anlaşılmaktadır.[44] Bu mektuplar ve ardından Numan’ın yerine İbn Ziyad’ın atanması, Şiî harekete indirilmiş ağır bir darbeydi.

Hâni b. Urve tutuklanıp İbn Ziyad tarafından işkence edildikten sonra hapse atıldığında, kız kardeşi Rava Hâni ile evli olan Amr b. Haccâc Zübeydî, Mezhic kabilesinden kalabalık bir toplulukla birlikte İbn Ziyad’ın sarayını kuşatmıştır. Amr bu kuşatma sırasında yaptığı konuşmada, ilk iş olarak, kendisinin ve beraberindekilerin siyasî çizgisini Müslim’in ve Şiîlerinkinden ayırmış ve İbn Ziyad’a hitaben şunları söylemiştir: “Mezhic’in yiğitlerinden ve ileri gelenlerinden biri olan ben Amr b. Haccâc ve beraberimdekiler, kendilerini halifeye itaatten ve cemaatten ayırmamışlardır.”

Bu ifadeler halifenin hâkimiyetini kabul edenler için kullanılmıştır. Buna mukabil, muhalifler hakkında, “itaatten ve cemaatten çıktı” tabiri kullanılmış ve bu nedenle muhalifler “haricî” olarak nitelendirilmiştir. İlerleyen satırlarda Amr b. Haccâc’ın Kerbelâ’da, kendisi ve emri altındaki Kufeliler bağlamında, çok daha açık bir biçimde bu hususu dile getirdiğini göreceğiz. Müslim’in kıyamı esnasında komutanlarını tayin ederken Esed kabilesinden Müslim b. Avsece’yi dördüncü kolun komutanı olarak Esed ve Mezhic kabilelerinin başına atayıp Amr b. Haccâc’ın adını hiç anmamış olması, onun Osmaniyye’den olduğunun kanıtıdır. Nitekim Amr, bu esnada, Hükümet Konağı’nda (Dârü’l-imâre) İbn Ziyad ile birlikteydi. Mezhiclilerin hakem olayında (tahkim) da rol oynamış olmaları, bu kabilenin Osmanîliğe temayüle yatkın olduğunu gösteren bir başka kanıttır. Onlar, siyasî olarak Osman taraftarı ve Ali karşıtı olduğu bilinen Ebû Musa Eşarî’nin hakem seçilmesinde ısrar etmişlerdir.[45] Buna ilaveten, İbn Ziyad zamanında Mezhic ve Esed kabilelerinin reisinin Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.) düşmanlığı ve Şiî karşıtı tutumu tarihçilerce kayda geçirilen Ebû Musa’nın oğlu Ebû Bürde idi.[46]

Muhtar, Müslim kıyam ettiğinde ona katılmak istemiştir. Hâni b. Ebî Hayye el-Vedâî, Amr b. Harîs’e durumu haber verince o, Abdurrahman b. Ebî Umeyr Sekafî ve Zâide b. Kudâme b. Mesud’u Muhtar’ı tutuklamakla görevlendirmiştir. Adı geçen bu kişiler, rivayetlerin de ortaya koyduğu üzere, Osmanî idiler.[47] Bilhassa Abdurrahman, Osman’ın intikamını aldığı iddiasıyla Amr b. Hamık Huzâî’nin başını bedeninden ayırmış ve kesik başı Muâviye’ye göndermiştir.[48]

İbn Ziyad’ın askerî gücünü oluşturan efradın ve Müslim karşıtlarının Osmanî düşünceye sahip oldukları başka rivayetlerde aktarılan diyaloglardan da anlaşılmaktadır. Bu bağlamda Müslim b. Akîl ile Müslim b. Amr Bâhilî arasında geçen diyaloğu örnek verebiliriz. Tutuklayıp Hükümet Konağı’na götürdüklerinde Müslim susadığını söylemiş ve su istemişti. Müslim b. Amr ona, “Cehennemin kaynar suyunu (cahim) tadıncaya dek bu sudan içemeyeceksin!” demiştir. Müslim ona kim olduğunu sorduğunda kendisini şu şekilde tanıtmıştır: “Ben, sen onu inkâr ederken hakkı tanıyan, sen onu aldatırken imamının hayrını isteyen, sen ona itaatsizlik edip karşı çıkarken imamını dinleyen ve ona itaat eden kimseyim. Ben, Müslim b. Amr Bâhilî’yim.”

Müslim, onun bu sözlerine, beliğ bir dille, şöyle cevap vermiştir: “Ey Bâhilî’nin oğlu! Anan yasına otursun! Sen cehennemin kaynar suyunu içmeye ve onun ateşinde ebediyen kalmaya benden daha layıksın. Çünkü sen, Ebû Süfyan ailesine (Âl-i Ebî Süfyân) tâbi olmayı Muhammed ailesine (Âl-i Muhammed) tâbi olmaya tercih ettin.”[49] Onun bu sözü, İmam Hüseyin’in (a.s.) Âşûrâ Günü yaptığı konuşmada söylediği şu söze benzemektedir: “Ey Ebû Süfyan ailesinin taraftarları! Dininiz yoksa, ahiretten de korkmuyorsanız, en azından dünyada özgür insanlar olarak yaşayın!”[50]

Bu diyalogda Müslim b. Amr tarafından sarf edilen sözlerde dile getirilen görüşün Osmanî düşünceden beslendiğini ve yalnızca bu düşünceyi benimseyenler tarafından söylenebileceğini gösteren önemli hususlar bulunmaktadır:

1) Şiîleri sudan mahrum etmek ve tutukladıktan sonra onları susuz bırakıp öldürmek, Osmanîlerin Osman’ın katlinden sonra edindikleri siyasî bir tutumdur. Bu konuya, Kerbelâ’da sudan mahrum bırakma konusunda tekrar döneceğiz. Bu bakımdan, Müslim b. Amr’ın Müslim b. Akîl’e söylediği sözlerdeki siyasî tarafgirlik onun Osmanî olduğunun kanıtıdır.

2) İmam Hüseyin’in (a.s.) temsilcisini cehennemlik addetmek, kişinin kendi siyasî-mezhebî çizgisini İmam Hüseyin’in ve Şiîlerinin çizgisinden ayrı gördüğünü beyan etmesi anlamına gelmektedir.

3) Bu diyalogda Müslim b. Amr, Yezid’i “imam” olarak nitelemiştir ki bu da onun Emevî hizbinden olduğunu ortaya koymaktadır. Bu nitelemeyi Şiîlerin İmam Hüseyin’e (a.s.) yazdıkları mektupta geçen “Bizim için başka imam yoktur” sözüyle karşılaştırdığımızda, bu nitelemeyi yapan kişinin Osmanî düşünceye sahip olduğu açıklık kazanır.

4) Zamanın yöneticisine karşı kıyam etmenin mahkûm edilmesi ve bunun dinden çıkmakla bir tutulması düşüncesi, Emevîler tarafından propagandası yapılan siyasî bir görüştür. Bu konuya, Amr b. Haccâc’ın Kerbelâ’daki sözlerini ele alırken tekrar döneceğiz.

5) Müslim b. Akîl, Müslim b. Amr Bâhilî’nin Ebû Süfyan ailesinin taraftarı olduğunu açıkça dile getirmiştir.

 

Mektuplar

İmam Hüseyin’e (a.s.) gönderilen mektuplarda da Osmanî düşüncenin izlerine rastlanmaktadır. Bir başka ifadeyle, Kufe eşrafından Şebes b. Rib’î, Haccâr b. Ebcer, Esmâ b. Hârice, Amr b. Haccâc Zübeydî gibi eşhasın isimlerinin İmam Hüseyin’e (a.s.) mektup yazan Süleyman b. Sard, Müslim b. Avsece ve Habib b. Muzâhir’in isimlerinin yanında yer alması nasıl yorumlanabilir? Bu iki grubu, Kufe’deki tek bir siyasî hizbin mensupları olarak değerlendirmek mümkün müdür?

Görünüşe bakılırsa bu konu üzerinde henüz yeterince durulmamıştır. Bu konunun açıklığa kavuşturulması, mektupların yazarlarının, mektupların metinlerinin ve İmam Hüseyin’in (a.s.) mektup yazanlara karşı tavrının incelenmesine bağlıdır.

 

a) Mektupların yazarları

Mektupların yazarlarının siyasî tutumlarına dair rivayetler, yazarların aynı siyasî ve mezhebî görüşe sahip olmadıklarını göstermektedir.

Tarih rivayetleri, siyasî ve mezhebî açıdan Süleyman ve takipçilerini Kufe eşrafıyla aynı hizbin içerisine yerleştiremeyeceğimizi göstermektedir. Zira İmam Hüseyin’e (a.s.) yazdıkları mektupta Süleyman, Müseyyeb b. Necebe, Habib b. Muzâhir, Rufâe b. Şeddâd ve Abdullah b. Vâl kendilerini şöyle tanıtmışlardır: “Müminlerden Şiî bir cemaat.” Daha sonra yazdıkları mektupta da aynı ifade bu kez mektubun hemen başında kullanılmıştır.[51] Kufe eşrafının mektubuna gelince; öncelikle kaynaklarda onların Habib b. Muzâhir, Müslim b. Avsece, Abbas b Şebîb Şâkirî gibi Kerbelâ’da bulunan ve orada şehid olanlar gibi, Süleyman’ın evinde bulunduklarına veya Kufelilerin mektubunu İmam Hüseyin’e (a.s.) ulaştıran Abdullah b. Vâl[52] gibi Tevvâbîn’den veyahut Müseyyeb b. Necebe’nin[53] ve Rufâe b. Şeddâd[54] ve Abbas (Ayyâş) b. Cade Cedelî[55] gibi Muhtâr’ın arkadaşlarından olduklarına dair bir bilgi bulunmamaktadır. Dolayısıyla, Şiîlerin ileri gelenlerinin Süleyman’ın evinde toplandığını göz önüne aldığımızda, Kufe’nin ileri gelenleri olan bu efradın da onlara katılmış olmaları ve onların yazıp imzaladıkları mektubu imzalamış olmaları gerekirdi. Bu, sözü edilen ileri gelenlerin temsil ettiği topluluğun Süleyman’ın içerisinde yer aldığı cemaatten farklı olduğunun kanıtıdır.

İkinci olarak, ileri gelenler İmam Hüseyin’e (a.s.) mektup yazan son kişilerdir. Üzerinde durulması gereken bu gecikme, mektubun metninin de gösterdiği üzere, bu topluluğun İmam Hüseyin’in Kufe’ye hareket ettiğine inanmadığını göstermektedir. Amr b. Sa’d’ın Kerbelâ’ya gönderilen Kufe ordusunun sorumluluğunu almaktan kaçınırken yaptığı konuşmada sadece Kufe eşrafının adını anması da bunu göstermektedir; zira Süleyman, sahabî olması ve geçmişteki faaliyetleri bakımından Amr b. Sa’d’ın ve Kufelilerin tanımadığı bir şahsiyet değildi.

Kufe eşrafı, henüz İbn Ziyad’ın tehditleri ve baştan çıkarmaları söz konusu değilken de İmam Hüseyin’in resmî temsilcisine, yani Müslim b. Akîl’e biat etmeye yanaşmamışlardır; oysa Şiîler ona hemen biat etmişlerdir. Üçüncü olarak, Kufe eşrafı kendilerini gizlemiş, mektuba isimlerini yazmamışlardır.

Mektupların topluluklar halinde yazıldığı göz önüne alındığında, Kufe eşrafının Şiî ileri gelenleriyle birlikte toplu bir mektup yazmamalarının ve bu topluluklardan biriyle bir araya gelmemelerinin fazla bir önemi olmadığı iddia edilebilir. Ancak bu iddia, şu hususlar göz önüne alındığında kabul edilebilir değildir:

Öncelikle, böyle bir iddia doğru kabul edildiğinde siyasî açıdan şu soru gündeme gelir: Niçin Şiî olduklarında hiç şüphe bulunmayan Şiî ileri gelenleri ayrı ayrı mektup yazmadılar?

İkinci olarak, Kufe eşrafı niçin mektuba isimlerini yazmadılar? Oysa, mektup yazan kişinin adını mektuba yazması bir kuraldır. Bu, şartlar gereği bir ihtiyat veya gizlilik olarak değerlendirilirse, bu durumda Şiîlerin ileri gelenlerinin niçin bu şekilde davranmadıkları sorulur. Buna ilaveten, büyük bir işe davete girişildiğinde, kimliğin gizlenmesi, bilhassa da Kufelilerin güvenilir olmadıkları ve İmam Hüseyin’in mektuplara cevap vermekten kaçındığı göz önüne alındığında, pek de ihtiyat olarak değerlendirilemez. Nitekim İmam Hüseyin de mektupları kendisine getiren ulağa onları kimlerin yazdığını sormuştur.[56]

Onlar, isimlerini gizleyerek, davetin iki muhtemel sonucuna karşı kendilerini güvence altına almışlardır: İmam Hüseyin (a.s.) Kufe’ye gelmiş ve zafer kazanmış olsaydı, İmam’ın ve Kufelilerin eleştiri oklarından kurtulmuş olacaklardı. Kıyamın yenilgiyle sonuçlanması durumunda ise, arkalarında Emevî idarecilerinin kendilerine suç isnat edebilecekleri bir kanıt bırakmamış olacaklardı. İmam Hüseyin’in Kerbelâ’da bu efrada, “Mektup yazanlar sizler değil miydiniz?” diye sormasının nedeni belki de budur. Tabii ki onlar bunu inkâr etmişlerdir. İmam Hüseyin de mektubu çıkarıp göstermemiştir; çünkü göstermiş olsaydı da isimsiz bir mektubu kolayca inkâr edebilirlerdi.

Üçüncü olarak, Kufe eşrafı olarak sahip oldukları üstün konuma rağmen niçin İmam Hüseyin’e (a.s.) mektup yazan son kişiler oldular? Bütün bu sorular bizi, Kufe eşrafını siyasî açıdan Şiîlerden ayrı ve onlara karşı bir topluluk olarak değerlendirmeye götürmektedir.

Tarihçilerin ve hadisçilerin Kufe eşrafının Osmanî olduklarına dair açık beyanları ve onların bu hizipten yana aldıkları siyasî tavır da bu görüşümüzü doğrulamaktadır. Kufe eşrafı Musab’ın ordusuna katıldığında onların sloganı “Osman’ın kanı için!” idi. Ordunun imamı olan Rufâe b. Şeddâd’ın onlardan uzaklaşmasının nedeni de bu slogandır. O bu sloganı duyduğunda, “Benim Osman ile ne işim olur? Ben Osman’ın akidesi üzerine olanlarla bir arada bulunmayacağım,” diyerek onlardan ayrılmıştır.[57] İlginç olan, Tevvâbîn’in kıyamını örgütleyen ve bu kıyama rehberlik eden Süleyman’ın, Kufe eşrafını ve Kufe’deki kabilelerin ve toplulukların reislerini İmam Hüseyin’in (a.s.) ve ashabının gerçek katili olarak nitelemesidir.[58]

Süleyman ve takipçileriyle ilgili olarak müphem ve bir ölçüde yanıtsız kalan tek husus, onların Müslim’in Kufe’deki kıyamında izledikleri tutumla ilgilidir. Onlar Müslim’i yalnız bırakmışlardı. Bu konuda çeşitli yorumlar yapılmışsa da bu yorumlardan hiçbiri bu soruya ikna edici bir yanıt sunamamıştır. Onlar, bizce malum olmayan bir nedenle, sonradan kendilerini günahkâr (tevvâb; tövbe eden) olarak nitelemişlerdir. Fakat bu noktada göz ardı edilmemesi gereken bir husus vardır ve o da şudur: Süleyman’ın yazdığı mektubu imzalayan ve Müslim’e biat eden Şiî liderlerin büyük çoğunluğu -sözgelimi Habib b. Muzâhir, Müslim b. Avsece, Ebû Semâme Sâidî, Abbas b. Şebîb Şâkirî ve Nâfi b. Hilal- Kerbelâ’ya gitmiş, orada şehid olmuş ve böylece ahitlerine bağlı kalmışlardır. Dolayısıyla, onlara yöneltilebilecek herhangi bir eleştiri bulunmamaktadır.

İbn Ziyad, İmam Hüseyin’in (a.s.) kafilesine katılmalarını önlemek amacıyla Kufe Şiîlerinin tamamını, doğal bir zindana benzeyen, Nahliyye’de göz hapsinde tutmuş ve Amr b. Haris’i Kufe’de vekil bırakıp kendisi de Muharrem’in on birine kadar orada kalmıştır.[59] Göz hapsinde tutulan Şiîlerden Ammâr b. Ebî Selâme Dâlânî, bir şekilde İbn Ziyad’ı öldürmek istemişse de başarılı olamamış; neticede Nahliyye’den kaçarak Kerbelâ’ya gitmiş ve orada şehid olmuştur.[60]

Âşûrâ gecesi, İmam Hüseyin’in ve Haşimoğullarının konuşmalarının ardından İmam Hüseyin’e (a.s.) olumlu yanıt verenler arasında ilk sırada mektup yazanlar gelmektedir. Bunlara Müslim b. Avsece’yi ve Said b. Abdullah Hanefî’yi örnek verebiliriz.[61] İmam Hüseyin’e sadakatte önce çıkmaları mektuplarına bağlılıklarının göstergesi olmalıdır.

 

b) Mektupların metinleri

Mektuplarının muhtevası Kufe eşrafının İmam Hüseyin’e (a.s.) inanmadıklarını göstermektedir. Şiîlerin mektubuyla eşrafın mektubu karşılaştırıldığında, bu iki topluluğun ne denli farklı bakış açılarına sahip oldukları anlaşılmaktadır. Süleyman’ın mektubunda Şia mezhebinin inanç ilkeleriyle bağdaşan ifadeler bulunmaktadır. Örneğin, bu mektupta onlar, Muâviye’nin ölümünden duydukları memnuniyeti dile getirmişler, Muâviye’yi Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) hakkını gasp eden zalim düşman olarak nitelemişler ve ondan beri olduklarını belirterek, onun yerinin cehennem olduğunu ifade etmişlerdir. Mektubun devamında, bir imama sahip olmadıklarını ve İmam Hüseyin (a.s.) dışında birini de imam ve rehber olarak tanımayacaklarını belirtmişlerdir. Mektubun sonunda ise, İmam Hüseyin’e, Müminlerin Emiri Ali’ye ve İmam Hasan-ı Müctebâ’ya (a.s.) selam göndererek siyasî-mezhebî çizgilerini belirginleştirmişlerdir.[62] Bir başka mektupta ise şunları yazmışlardır: “[Bu mektubu yazanlar] Senden başka birini kabul etmez, başka birini bir seçenek olarak görmezler.”[63] Kufe eşrafının mektubunda ise bunlara benzeyen hiçbir ifade bulunmamaktadır. Mektupta İmam Hüseyin’e, hiç samimi olmayan bir ifadeyle, “İstersen gel!” denmiştir.

 

c) İmam Hüseyin’in mektupları yazanlara (Şiîlere ve eşrafa) karşı tavrı

Rivayetlerden İmam Hüseyin’in (a.s.) Süleyman’ın etrafındaki topluluğa ve Kufe eşrafına aynı şekilde davranmadığı, Süleyman’ın etrafındaki topluluğa ilgi gösterdiği anlaşılmaktadır.  Örneğin, İmam Hüseyin Hâcir denilen mevkie vardığında Kufelilere bir mektup yazmış ve bu mektupta sadece ilk grubu, yani Süleyman’ı ve Şiîleri muhatap almış, eşraftan ise hiç söz etmemiştir.[64]

Yolda Ubeydullah b. Hür Cufî ile karşılaştığında ise İmam Hüseyin (a.s.), Müslim’in Kufelilerin biat ettiklerini bildiren mektubunu kastederek ona, “Sanmıyorum; çünkü onlar (Kufe eşrafı ve Emevî cephesinde boy gösterenler) amcaoğlum Müslim’in ve taraftarlarının katlinde Ubeydullah b. Ziyad’a yardım ettiler. Zira onlar Yezid’e biat etmişlerdir,” buyurmuştur.[65] Ayrıca, Âşûrâ gecesi İmam Hüseyin, bu kişilerin kendisine mektup yazmalarının sadece bir tuzaktan ibaret olduğunu, onların asıl amaçlarının Emevîlere yakınlaşmak olduğunu söylemiştir.[66] Bütün bunlar, İmam Hüseyin’in Kufe eşrafının mektubunu dikkate almadığını, onların Yezid’e biat ettiklerinden haberdar olduğunu göstermektedir.

İmam Hüseyin’in (a.s.) Kerbelâ’daki tavrı da dikkate değerdir. İmam, burada, Ömer b. Sa’d’ın ve askerlerine hitaben konuşma yaparken yalnızca Kufe eşrafını anmış ve onlara, “Bana mektup yazanlar, beni Kufe’ye davet edenler sizler değil miydiniz?” diye sormuştur. İmam Hüseyin’in mektubunda Şiîleri muhatap alırken Kerbelâ’da, Ömer b. Sa’d’ın ordusunun karşısında yaptığı konuşmada sadece Kufe eşrafından söz etmesi, Süleyman’dan ve diğerlerinden hiç bahsetmemesi dikkate değerdir. Bu tutumundan İmam Hüseyin’in, hatalarına ve ihmallerine rağmen Süleyman’ı ve Şiîleri Kufe eşrafından ayrı tuttuğu anlaşılmaktadır. Zira İmam Hüseyin, Süleyman’ın ve (bir kısmı o anda İmam’ın yanında bulunan) arkadaşlarının adını anmış olsaydı, İbn Ziyad’ın askerlerinin Kufe’ye döner dönmez onları tutuklayacaklarını ve öldüreceklerini çok iyi biliyordu. Kays b. Musahhar Saydâvî tutuklandığında İbn Ziyad’ın mektupta imzası bulunanları ifşa etmesi için ona baskı yapması bunun açık kanıtıdır; ancak Kays imzacıları ifşa etmemiş[67] ve dolayısıyla İbn Ziyad, bu kişilerin isimlerini hiçbir zaman öğrenememiştir. Kerbelâ Olayı’ndan sonra Amr b. Haris’e söylediği şu söz bunu göstermektedir: “Ben bu Turâbîlerden korkuyorum; ama Kufe’de onlardan kimseyi tanımıyorum.”[68]

Dolayısıyla İmam Hüseyin (a.s.) Şiîlerin isimlerini saklı tutarak onların canlarını korumayı amaçlamıştır. Bu da bir yandan İmam’ın ne kadar merhametli olduğunu gösterirken diğer yandan siyasî açıdan ne denli büyük bir şahsiyet olduğunu göstermektedir. Buna mukabil İmam Hüseyin (a.s.), ihanetlerini göstermek amacıyla kendisiyle hemfikir olmayan Kufe eşrafını ifşa etmiş ve böylelikle onları küçük düşürüp gerçek yüzlerini ortaya çıkarmıştır. Gerçi İbn Ziyad’ın bu durumdan haberdar olduğu anlaşılmaktadır. Zira Ömer b. Sa’d onlardan İmam Hüseyin ile görüşüp ona niçin Kufe’ye hareket ettiğini sormalarını istediğinde her biri, İmam’a mektup yazmış olmalarından ötürü, bir şekilde onu savuşturmuştur.[69] Onların bu tavrı İbn Ziyad’a rapor edilmiş olmalıdır. Bununla birlikte o, Kerbelâ Olayı’ndan sonra bu konuyu hiç dile getirmemiş, onlara herhangi bir imada bulunmamış, aksine onları ödüllendirmiştir.[70] Daha önce de belirtildiği üzere, Âşûrâ gecesi İmam Hüseyin, eşrafın mektup yazmasının Emevîlere yakınlaşma amaçlı bir tuzak olduğunu beyan etmiştir.[71] Bu konu, Kerbelâ’da İmam ile Ömer b. Sa’d arasında geçen konuşmada da gündeme gelmiş ve İmam bunun gerçekliğini teyit etmiştir.[72]

 

Kerbelâ Osmaniyye Mezhebinin Tezahürleri ve Sloganları

Kerbelâ’da gerçek Şiîlik ile doğrudan doğruya karşı karşıya gelmesinden dolayı Osmanî düşünce, çok daha açık bir biçimde görünürlük kazanmış, tezahür etmiştir. Aşağıda incelenecek rivayetler ve konuşmalardan seçilen örnekler, Kufe eşrafı ile Ömer b. Sa’d ordusunun komutanlarının, piyadelerinin ve süvarilerinin büyük bir kısmı üzerinde bu düşüncenin hâkim olduğuna açıklık kazanacaktır.

Osman’ın intikamı söylemi, Emevîlerin en baştan beri izledikleri siyasî bir stratejiydi. Muâviye, Osman’ın kanının talebini Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) hilafetine muhalefet etmek amacıyla araçsallaştırmıştı. Yezid ve Emevî hizbi de Bedir’de öldürülen kâfir atalarının intikamı bahanesiyle Allah Resulü’nün (s.a.a.) Ehl-i Beyt’inden intikam almak gayesindeydi. Nitekim İbn Abbas, Emevîlerin Ehl-i Beyt’e karşı izledikleri siyaseti Yezid’e yazdığı sert mektubunda açıkça ortaya koymuş ve İmam Hüseyin’e (a.s.) de, “Osman gibi kadınların ve ailenin göz önünde öldürülmenden korkuyorum,” diyerek uyarıda bulunmuştur.[73] Amr b. Said Eşdek, Medine’de ağıt yakan Benî Haşim kadınlarının seslerini duyduğunda şöyle demiştir: “Bu ağıtlar Osman’a yakılan ağıtların karşılığıdır.”[74] Mervân da İmam Hüseyin’in mübarek başını karşısında gördüğünde, Osman’ın başına gelenleri hatırlatmıştır.[75]

Meselenin siyasî ve askerî yönünü göz önüne aldığımızda, İbn Ziyad’ın İmam Hüseyin’e (a.s.) karşı ordu göndermeden önce Kufe’nin siyasî durumunu dikkate almış olması ve ordu komutanlarının ve piyade ve süvarilerden oluşan askerî gücünün Kufe’den ayrıldıktan sonra düşmanla elbirliği yapıp Kufe’ye geri dönmeyeceğinden emin olması gerekiyordu. Böyle olmasaydı, Şiî temayüllere sahip Emevî karşıtı askerlerden oluşan bir orduyu nasıl hazırlayabilirdi? İbn Ziyad’ın Şiî temayüllere sahip askerlere baskı ve tehdit yoluyla boyun eğdirdiği, bu askerlerden oluşan bir ordu hazırladığı ve bu orduyu Kerbelâ’ya gönderdiği farz edilirse, o, bu ordunun Kufe’den çıktıktan sonra başkaldırmayacağından ve İmam Hüseyin’e (a.s.) katılmayacağından nasıl emin olabilirdi? Nitekim Belâzürî de, İbn Ziyad’ın Kerbelâ’ya gönderdiği bin askerden yalnızca iki yüzünün oraya gittiğini, geri kalanının, İmam Hüseyin ile savaşı kerih gördüklerinden, yolda kaçtıklarını rivayet etmiştir.[76] Ebû Hanife Dineverî de bu rivayeti doğrular.[77] Bu kerih görme işi öyle bir noktaya varmıştır ki, Herseme ve Şeyban b. Muhrim gibi bazı Osmanîler de savaş meydanını terk etmiş ve Kerbelâ’dan ayrılmışlardır.[78]

İbn Ziyad’ın bütün bunlardan haberi vardı; muhtemelen Ömer b. Sa’d’ın İmam Hüseyin (a.s.) ile görüşmesi onu bu yüzden çok korkmuştu. Bu korkusundan dolayı da Şimr’e, emre itaatsizlik etmesi durumunda İbn Sa’d’ı hemen öldürmesini ve ordunun komutasını ele almasını emretmiştir. İbn Ziyad’ın işin bitirilmesine dair üst üste gönderdiği mektuplar ve ayrıca Basra komutanlarından Kerbelâ’ya asker gönderilmesini talep etmesi de bunu doğrulamaktadır.[79] Basralıların Ömer b. Sa’d’ın ordusuna katıldığını gösteren bir bilgiye sahip değiliz. Fakat bu rivayet, gönderilen ordunun siyasî vaziyetinin ve yolda yaşanan olayların İbn Ziyad’ı inanç açısından Emevî ve Osmanî hiziple hemfikir olanlara daha fazla önem vermeye sevk ettiğini göstermektedir. Bu nedenle Ömer b. Sa’d ordusunun komutanlarından bazıları konuşmalarında, Osmanî düşünceyi benimsediklerini izhar etmişlerdir. Bu durumda, İmam Hüseyin’in (a.s.) sözlerinin tesirinde kalan çok az sayıdaki asker dışında diğerlerini savaş meydanına getiren şeyin, zorlama veya cehalet olmadığı anlaşılmaktadır. Onları Kerbelâ’ya getiren ve mümkün olan en feci şekilde cinayet işlemeye sevk eden saik, ceplerine girecek birkaç kuruş değil; Ehl-i Beyt’e besledikleri kin ve düşmanlıktı ve bu kin ve düşmanlığın, Kerbelâ’da içlerinden bazılarınca dile getirilen fikrî ve siyasî bir altyapısı vardı. Buna göre, Kerbelâ’ya ulaşmayan ordudaki askerlerin sırf İmam Hüseyin ile savaşmaktan ve ona kılıç çekmekten çekindikleri için geciktiklerini kabul etmek ne akla yatkındır ne de Kerbelâ’da yaşananlarla bağdaşmaktadır. Zira gönderilen askerlerin Kerbelâ’ya ulaştıklarında haletiruhiyelerinin, taleplerinin ve düşüncelerinin kökten değiştiğine şahit oluruz. İmam Zeynelâbidîn (a.s.) bu durumu şu sözlerle anlatmıştır: “Ömer b. Sa’d’ın her bir askeri, İmam Hüseyin’i (a.s) öldürmekle Allah’ın rızasını kazanmayı ve O’na yakınlaşmayı umuyordu!”[80] Bu durumda, ya İmam Zeynelâbidîn’in bu sözünü inkâr etmek ya da buraya kadar sözü edilen ve bundan sonra sözü edilecek olan kanıtlar ışığında, Ömer b. Sa’d’ın askerlerinin, Kerbelâ’da ve ardından Muhtar ile mücadele esnasında siyasî ve fikrî bir şiar olan “Osman’ın kanı uğruna!” sloganını benimsediklerini kabul etmek icap eder.

İmam Hüseyin’in (a.s.) ashabının Kerbelâ’da toplanan askerler hakkındaki görüşü de buydu. Nitekim Kurre b. Kays Ömer b. Sa’d tarafından İmam Hüseyin’e niçin Kufe’ye gitmek istediğini sormak üzere gönderildiğinde İmam ashabına “Bu adamı tanır mısınız?” diye sorunca Habib b. Muzâhir şöyle cevap vermiştir: “Evet, o Temim kabilesinin Hanzala kolundandır ve benim yeğenimdir. Onu doğru inançlı biri olarak bilirdim, bu savaşa katılacağını hiç düşünmezdim.”[81]

Ömer b. Sa’d’ın ordusunda böyle askerlerin bulunması bir istisna olabilir veya böyleleri azınlıkta kalmış olabilir; fakat Habib’in sözündeki ana mesaj, onun İmam Hüseyin’e (a.s.) inananların bu savaş meydanında, İmam Hüseyin’e karşı durmayacaklarını; dolayısıyla, Ömer b. Sa’d’ın ordusunun Şiîlik karşıtı düşünceyi, başka bir ifadeyle Osmanî inancı benimseyen askerlerden oluştuğunu tasavvur etmiş olmasıdır. Hal böyle olmasaydı, Kufelilerin Müslim’den uzaklaştıklarına bizzat tanıklık etmiş olan Habib’in böyle birinin İbn Ziyad’ın ordusuna katılmasına şaşırması tuhaf olurdu. Bu, tehdit ederek, korkutarak ve askerî bir yönetim tesis ederek halkı uzaklaşmaya ve evlerinde oturmaya zorlamakla İmam Hüseyin’e (a.s.) kılıç çekmeye ve onu öldürmeye kışkırtmanın farklı şeyler olduğunu ve bunun altında, güçlü bir biçimde kabullenilmiş bir siyasî düşüncenin ve dinî inancın olması gerektiğini göstermektedir. Nitekim bu düşünce ve inanç, Kerbelâ’da farklı kişilerce dile getirilmiştir. Ömer b. Sa’d ordusundaki askerlerin birçoğunun Osmanî mezhebine ilgi duyduklarını teyit eden bir başka husus, Kerbelâ Olayı’ndan sonra askerlerin birçoğunun Abdullah b. Muti’nin ordusuna katılması ve burada, “Osman’ın kanı için!” sloganını dillendirmiş olmalarıdır. Rufâe b. Şeddâd bu sloganı duyduğunda, “Osman ile benim ne işim olur! Ben, Osman’ın intikamını isteyenlere yardım etmeyeceğim ve onlarla birlikte savaşmayacağım,” diyerek onlardan ayrılmış ve Muhtar’a katılmıştır.[82] Muhtar onları yenilgiye uğratıp esir aldığında, içlerinden Kerbelâ’da bulunan çok sayıda kişiyi öldürmüştür.[83]

Ömer b. Sa’d ordusundaki askerlerin Osmanî düşüncenin hâkimiyeti altında oldukları görüşünü kabul etmeyi biraz olsun sorunlu hale getiren şey, Kufe ordusunun otuz bin askerden oluştuğudur. Bu kadar Osmanî Kufe’de nasıl barınabilmiştir?

Öncelikle, bu görüşü savunanlarca Ömer b. Sa’d ordusundaki askerlerin tamamının Osmanî olduğu iddia edilmemektedir. Nitekim güvenilir tarih rivayetlerinden, sözgelimi toplumun marjinal kesimlerinden olan cani ve çapulcular gibi başka toplulukların da bu orduya katıldıkları anlaşılmaktadır. Ömer b. Sa’d ordusundaki askerlerin mensup oldukları inanç topluluklarının detaylı analizi bağımsız bir çalışmada ele alınmalıdır. İkinci olarak, askerlerin tamamının Osmanî olmasının ihtimal dışı olduğu makalenin “Kufe’de Osmaniyye Mezhebinin Teşekkülü” başlıklı üçüncü bölümünde açıklanmıştır. Üçüncü olarak, Ömer b. Sa’d’ın ordusu, Mesudî ile Sıbt İbnü’l-Cevzî’nin[84] ve Semhudî’nin[85] açıkça bildirdiklerine göre, altı bin askerden oluşuyordu. Belâzürî’nin Kufe’den gönderilen her bin askerden iki yüzünün Kerbelâ’ya gitmediği yönündeki rivayeti göz önüne alındığında bu rakam kabul edilebilirdir. Ayrıca, bazı tarihçilerin verdikleri rakamların râvilerin Kufe’deki tanıklıklarına dayandığını da ortaya koymaktadır.[86] Kufe’nin nüfusu göz önüne alındığında -ki Sıffîn Savaşı’na altmış bin ilâ seksen bin asker katılmıştı- bu rakam Osmanîlerin, Şiîlere oranla kalabalık bir nüfusa sahip olmadıklarını göstermektedir.

Buna ilaveten, Belâzürî’nin bin kişiden iki yüzünün Kerbelâ’ya gitmediğini bildiren rivayetini esas aldığımızda, bu oranın beşte bire denk geldiği anlaşılır. Bu durumda, Kerbelâ’daki Kufe ordusunun otuz bin askerden oluştuğunu kabul edersek, Kufe’den toplamda yüz elli bin kişinin gönderildiği ve bunlardan yalnızca otuz bininin Kerbelâ’ya ulaştığı; geri kalanların yolculuk esnasında kaçtıkları sonucu çıkar ki bu, akıl ve örf açısından asla kabul edilebilir değildir.

 

Kerbelâ’da Osmanî Düşüncenin En Bariz Tezahürü: Suyun Kesilmesi

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Osmaniyye’nin düşüncesine göre Müminlerin Emiri Ali (a.s.) Osman’a karşı ayaklanan isyancıları yönlendirmiş ve onlara rehberlik etmiştir. Bunun doğru olmadığını bilseler de stratejik olarak, İmam Ali’ye ve Ehl-i Beyt’ine böyle bir ithamda bulunmaları ve bunu Müslüman arasında yaymaları gerekmiştir. Osman’ın katli olayında, isyancıların kuşatma sırasında Osman’a su ulaştırılmasını engellemeleri ve neticede Osman’ın susuz olarak öldürülmesi Osmanîler için Müslümanları duygusal açıdan yaralamanın ve onları İmam Ali’ye karşı kışkırtmanın en kullanışlı yoluydu. Osman’a su verilmediği doğrudur; zira o, İmam Ali’ye bir ulak göndermiş ve ondan kendisini susuzluktan kurtarmasını istemiştir. Bunun üzerine İmam Ali, Osman’a su ulaştırılması için çabalamış, Talha ve Zübeyir ile bu konuyu konuşmuş ve onlara yaptıklarının insanlığa sığmayacağını söylemiş fakat ret cevabı almıştır.[87] İmam Ali, bu ret cevabına rağmen, iki kez daha Osman’a su ulaştırmayı denemiştir. Kaynaklarda bu konuda farklı rivayetler mevcutsa da rivayetlerin çoğunda İmam Ali’nin Osman’a su ulaştırdığı geçmektedir.[88] Örneğin bir başka rivayette, Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) İmam Hasan’ı (a.s.) Osman’a bir kırba su ulaştırmakla görevlendirdiği geçmektedir.[89] Bir başka rivayette ise, Ammar’ın isyancılarla görüştüğü, bu yaptıklarından dolayı onlara serzenişte bulunduğu ve Osman’a su götürmek istediği; ancak Talha’nın ona engel olduğu nakledilmiştir. Rivayetin devamında, Ammar’ın Müminlerin Emiri Ali’den Osman’a su ulaştırmasını istediği, İmam Ali’nin de Osman’a bir kırba su götürdüğü geçmektedir.[90] İmam Ali’nin bütün bu çabalarına rağmen -ki İbn Ebî’l-Hadid’in ifadesiyle kuşatma altında olan kardeşi Cafer b. Ebî Tâlib olsaydı bile İmam Ali bundan daha fazlasını yapamazdı- Emevîler, İmam Ali’nin Osman’ı susuz bıraktığını iddia ederek bunu Alevî hükümeti yıkmanın ve Ehl-i Beyt’i ve Şiîleri katletmenin bahanesi yapmışlardır.

Bu olaydan sonra Osmanîlerin siyasî tavrı, Şiîleri Osman gibi susuz katletmek olmuştur. Bunun bir örneği, Sıffîn’de İmam Ali’nin (a.s.) askerlerinin suya ulaşmalarının engellenmesidir. Bunun yapmalarının nedeni, Velid b. Ukbe ve Selil b. Amr Sekûnî’nin de dile getirdiği üzere, Osmanîlerin tasavvur ettiği üzere Osman’ın susuz katledilmesine neden olan Müminlerin Emiri Ali’den ve askerlerinden intikam almaktır.[91] Bir başka örnek, Muhammed b. Ebî Bekir’in ve Müslim b. Akil’in şehadetleridir. Osmanîler bu ikisini bir damla su vermeden şehid etmişlerdir.

Osmanîler, Kerbelâ’da da baştan itibaren İmam Hüseyin’in (a.s.) ve ashabının suya ulaşmasına engel olmuşlar ve bu noktada Sıffîn’de yaptıklarının aynını yapmışlardır. Bu iki olaydaki benzerlik, her iki topluluğun da aynı inanca ve düşünceye sahip olduklarını göstermektedir.

Yezid ve İbn Ziyad, İmam Hüseyin’e (a.s.) su verilmemesi emrini defalarca tekrarlamışlardır. Bu tekrarlar bu konunun Emevîler için ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bu konudaki en açık emir, İbn Ziyad’ın Kerbelâ Olayı’nın yedinci gecesi Ömer b. Sa’d’ın eline ulaşan mektupta bulunmaktadır. Mektubun içeriği özetle şöyledir: “Hüseyin ve ashabının suya ulaşmalarına mutlaka engel ol! Onların bir damla su içmesine izin verme! Onlar da o zâhid ve takvalı insana, Osman b. Affân’a aynını yapmışlardı.”[92] Mektupta yer alan bu emirde Osmanî düşünce tam manasıyla tezahür etmiştir. Dolayısıyla bu mektup, Osmanî düşüncenin Kerbelâ’da tezahür ettiğini gösteren en açık belgedir.

Osmanî düşüncede suyun engellemesine yönelik hassasiyet, Ömer b. Sa’d’ı, en ufak bir müsamaha göstermeden emri harfiyen yerine getirecek birini, yani bu düşünceyi içtenlikle benimsemiş birini İmam Hüseyin’in (a.s.) ve ashabının suya ulaşmalarını engellemekle görevlendirmeye sevk etmiştir. Neticede bu göreve, Osmanîliğe yürekten bağlanan ve mektuptaki emirden ve ne anlama geldiğinden haberdar olan Amr b. Haccâc Zübeydî seçilmiştir.

 

Kerbelâ’daki Münazara ve Diyaloglarda Osmanî ve Alevî Düşüncelerin Tezahürü

Esasında Kerbelâ’da yaşanan sadece askerî bir çatışma değildi; bu askerî çatışmanın arka planında iki düşüncenin karşılıklı mücadelesi vardı. İmam Hüseyin’in (a.s.) Kerbelâ’ya gelmesinden önce, Kinde kabilesinden Mâlik b. Nuseyr, Ubeydullah b. Ziyad’ın İmam Hüseyin ve ashabını suya uzak, kuru bir yerde sıkıştırılmasını emreden mektubunu Hür’e ulaştırmıştır. Hür, İmam Hüseyin’i mektubun içeriğinden haberdar edince, İmam Hüseyin’in Kinde kabilesine mensup sahabîsi Ebû’ş-Şaşâ Yezid b. Ziyad Muhâsir, mektubu getirmesinden dolayı Mâlik’e serzenişte bulunmuştur. Mâlik b. Nuseyr, bu görevi yerine getirmesinin nedenini açıklarken, “imam” diye nitelediği Yezid’e biatine sadakatini dile getirmiş ve onun emirlerine itaat ettiğini söylemiştir.[93]

Bu açıklamada kullanılan ifadeler, Mâlik b. Nuseyr’in ve Kerbelâ’da İmam Hüseyin’e (a.s.) karşı saf bağlayan Kufelilerin Osmanî olduklarını göstermektedir. Zira Şiîler, İmam Hüseyin’e yazdıkları mektupta ondan başka birini imam olarak tanımadıklarını dile getirmişlerdir. Mâlik b. Nuseyr’in bu düşüncesi, onun Kerbelâ’ya vardığında Hür’e selam verirken İmam Hüseyin’e selam vermemesinin nedenini de açıklamaktadır.

Muharrem’in ikisinden onuna, yani Âşûrâ Günü’ne kadar geçen sekiz günün ilk günlerinde neler olup bittiğini tam olarak bilemiyoruz. Ancak kıyam, İmam Hüseyin’in (a.s.) ve ashabının suya ulaşmalarının engellendiği yedinci günden itibaren çok daha ciddi ve hassas bir aşamaya girmiştir. Bilhassa dokuzuncu günün gecesinde ve onuncu günde, yani Âşûrâ Günü’nde yaşananlar savaşın gerçek nedeninin ne olduğunu çok daha net bir biçimde ortaya koymaktadır.

Konumuz bağlamında, iki topluluğun temsilcileri arasında geçen konuşmalara odaklanacağız. Her ne kadar bu konuşmalara dair rivayetler sayıca az olsa da mevcut rivayetler dikkatlice incelendiğinde iki ordunun siyasî ve mezhebî tutumları arasındaki farkı belirginleştirmemizi sağlayacak verileri içerdiklerini görürüz.

Dokuzuncu günün akşamında, Âşûra gecesinde, Züheyr b. Kayn ile Ömer b. Sa’d ordusunun ön safında yer alan Azra b. Kays Ahmesî arasında önemli bir konuşma geçmiştir. Habib b. Muzâhir ile Züheyr arasında geçen konuşmayı duyan Azra, Züheyr’e şöyle demiştir: “Ey Züheyr! Biz seni Osmanî bilirdik. Şimdi bu hanedanın Şiîlerinden mi oldun?”[94]

Azra b. Kays’ın bağlı olduğu düşünce ekolünü göz önüne aldığımızda,[95] onun bu sözünün aslında bir itiraz olduğu anlaşılmaktadır. O, kendisinin ve taraftarlarının yanında yer almak yerine fikrî açıdan muhalif olanların safında yer almasından dolayı Züheyr’e karşı çıkmıştır. Azra’nın Züheyr’e hitaben söylediği “Nasıl oldu da Turâbî oldun?” ifadesi onun Osmanî olduğunun açık kanıtıdır; zira daha önce sadece Osmanîlerin ve Emevîlerin Şiîlere Turâbî sözüyle nitelediklerinden söz etmiştik.[96]

Züheyr’in cevabı ise iki topluluğun iki farklı siyasî düşünceye ve dinî inanca (Osmanî ve Şiî) sahip olduklarını göstermektedir. Züheyr, cevabında, kendisinin İmam Hüseyin’i (a.s.) Kufe’ye davet edenlerden olmadığını belirttikten sonra, onun Hz. Peygamber’e (s.a.a.) yakınlığı ve onun nezdindeki konumu üzerine düşündüğünü ve İmam Hüseyin’i onlara ve hiziplerine tercih etmesi gerektiği sonucuna vardığını, bu yüzden de İmam’ın hizbinde yer almayı ve ona yardım etmeyi tercih ettiğini söylemiştir.[97]

Züheyr konuşmasında “hizip” tabirini kullanarak Kerbelâ’da iki farklı siyasî ve fikrî hizbin karşı karşıya geldiğini açıkça ortaya koymuştur. Bu iki hizipten biri, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) Ehl-i Beyti’nin (a.s) hakkaniyetini kabul edenlerden oluşurken diğeri bu düşünceye muhalif olanlardan oluşur. Rivayetlerden bu muhalif hizbin Osmaniyye mezhebine mensup olanlardan teşekkül ettiği anlaşılmaktadır. Hâricî olamazlardı; çünkü Osmanîlerin aksine Hâricîlere göre İmam Hüseyin (a.s.) zalim Emevî halifesine karşı kıyam etmişti ve bu kıyam, sahih bir ilkeye dayanıyordu.

Azra’nın sözü Züra b. Ebân Dâremî’nin sözüne benzemektedir. Züra, İmam Hüseyin’in (a.s.) Fırat’ın bir koluna ulaşmak için harekete geçtiğinde komutası altındaki askerlere, taraftarları kendisine ulaşmadan önce İmam Hüseyin’i engellemelerini ve onu hemen oracıkta öldürmelerini emretmiştir.[98] Böylelikle de o, kendisini İmam Hüseyin’in (a.s.) Şiîlerine muhalif olan hizbe dahil etmiştir. Burada “Şiî” sözcüğünü, Kerbelâ’daki koşulları göz önüne alarak, terim anlamında kullanıyoruz; sözlük anlamında değil. Sözlük anlamında kullanılacak olsa dahi, mevcut durumda ve koşullarda bu sözcüğe bir anlam yüklememizi sağlayan ölçüt, bizzat İmam Hüseyin’in (a.s.) kendisidir ve bu durumda bu sözcükle kastedilen, inanç açısından Şiî akideyi benimsemiş olan kimsedir.

Âşûrâ gecesi vuku bulan ikinci münazarada söylenen sözler, Ömer b. Sa’d’ın askerlerinin İmam Hüseyin’in ashabından tamamen farklı bir siyasî ve dinî düşünceye sahip olduklarını ortaya koymaktadır. İmam Hüseyin “Kâfirler kendilerine mühlet vermemizin kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Onlara günahlarını artırmaları için mühlet veriyoruz. Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır. Allah müminleri şu bulunduğunuz durumda bırakacak değildir; pisi temizden ayıracaktır”[99] ayetini okuduğunda Kufe ordusundan bir süvari şöyle demiştir: “Allah’a and olsun ki temizler biziz, pisler sizsiniz!”

İmam Hüseyin’in (a.s.) içinde bulunduğu şartlarda okuduğu ayet esasında, Ömer b. Sa’d ordusuna karşı kendi konumunu açıklayan bir bildiri mesabesindedir. İmam Hüseyin açısından onunla muhalif hizip arasındaki ihtilaf, sadece farklı şekilde düşünmekten kaynaklanan basit bir siyasî-mezhebî bir anlaşmazlık değildir; bilakis cenneti elde etmekle veya cehennemi boylamakla sonuçlanacak kadar önemli bir ihtilaftır ve karşı taraf da aynı tasavvura sahiptir. Nitekim Ömer b. Sa’d’ın ordusunda bulunan başka askerler de İmam Hüseyin’e ve arkadaşlarına cehennemi ve onun kaynar suyundan içmeyi vaat etmişlerdir. Bütün bunlar, bu iki hizip arasında esaslı bir dinî ve siyasî karşıtlık bulunduğunu ortaya koymaktadır. Zira bu şahsı bu sözü söylemeye iten şey, İbn Ziyad’ın tehdidi veya zorlaması değildir; o bu sözü böyle inandığı için söylemiştir. Diğer yandan, İmam Hüseyin’in (a.s.) “pis” olduğunu söyleyen bu şahsın üslubu ile onu “yalancı oğlu yalancı” diye niteleyen Osmanîlerin siyasî üslubunu karşılaştırdığımızda da aralarında bir fark olmadığını görürüz.

Bilindiği üzere İmam Hüseyin (a.s.) ve ashabı Âşûrâ Günü’nde sorunları kan dökülmeden, konuşarak halletmek için çabalamışlardır. Fakat İmam Hüseyin’in tavsiyelerini dinledikten sonra saf değiştiren ve şehid olan otuz kişi dışında onun sözlerine kulak veren olmamıştır.[100] Bu direnç, onların kendilerini İmam Hüseyin’e karşı koymaya sevk eden mezhebî güdüye ve siyasî amaca ne denli bağlı olduklarını göstermektedir.

İmam Hüseyin’in (a.s.) ardından ashabından bazıları konuşma yapmıştır. İçlerinden ilk önce Züheyr b. Kayn’ın Ömer b. Sa’d’ın askerlerine hitaben bir konuşma yaptığı rivayet edilir. İmam Hüseyin’in ashabı içerisinde hem siyasî hem dinî geçmişi açısından Züheyr’den daha tanınmış kimseler bulunuyordu. Bunlara, Şia’nın rehberleri ve ünlü kâriler arasında yer alan ve aynı zamanda Araplar arasında yiğitlikleriyle meşhur olmuş olan Büreyr b. Hudayr’ı, Müslim b. Avsece’yi, Habib b. Muzâhir’i, Ebû Semâme es-Sâidî’yi ve Âbis b. Şubeyb Şâkirî’yi örnek verebiliriz. Böyle tanınmış kişiler dururken siyasî açıdan önceden Osmanî olan birinin konuşma yapan ilk kişi olmasının bir nedeni olmalıdır. Bu tercih yapılırken Ömer b. Sa’d’ın askerlerinin tutumu göz önüne alınmış olabilir. Zira Züheyr’in nasihatlerinden sonra onlar Züheyr’e küfür etmekle kalmamış, Ubeydullah b. Ziyad’dan övgüyle söz edip İbn Ziyad’a teslim olmamaları durumunda İmam’ı da beraberindekileri de öldüreceklerini dile getirmişlerdir.

İmam Hüseyin (a.s.) konuşma yapması için Züheyr’e şu mesajı göndermiştir: “Şu kavme nasihat et. Ömrüme and olsun ki Firavun ailesinden (Âl-i Firavun) mümin olan kimse kavmine nasihat ettiğinde, onun nasihatinin etkisi ve faydası çok daha fazla olur.”[101] Zühreyr’in Firavun ailesinden mümin olan kimseye benzetilmesi, Ömer b. Sa’d’ın askerlerinin siyasî ve dinî düşüncesini ortaya koyan stratejik bir benzetmedir. Zira Züheyr, kavminden veya daha önce birlikte olduğu topluluktan ayrılmış biri olarak onlara nasihatte bulunmuştur.[102]

Ömer b. Sa’d ordusundaki askerlerin Osmanî düşünceye mensup olduklarını gösteren bir başka önemli konuşma, Büreyr b. Hudayr ile Yezid b. Makil arasında geçen ve lanetleşme (mübahele) ile biten münazaradır. İlmî ve itikadî bir tartışma olarak değerlendirilebilecek bu münazarada geçen konuşmaları öneminden dolayı olduğu gibi naklediyoruz:

Yezid b. Makil savaşmak kastıyla İbn Sa’d ordusunda ayrıldıktan sonra Büreyr b. Hudayr’a hitaben şöyle dedi: “Allah’ın sana yaptığı hakkında ne düşünüyorsun?” Büreyr, “Vallahi Allah bana hayırda bulunmuştur; sana ise en kötü karşılığı verecektir,” dedi. Yezid, “Yalan söylüyorsun! Sen önceden de yalan söylerdin. Levzanoğulları’na gittiğimizde, Osman b. Affân’ın kendisini boş yere harcadığını, Muâviye b. Ebî Süfyân’ın doğru yoldan saptığını ve doğru yoldan saptırdığını; Ali b. Ebî Tâlib’in ise hidayet ve hak imamı olduğunu söylediğini hatırlıyor musun?” dedi. Büreyr, “Bunun benim inancım ve görüşüm olduğuna tanıklık ederim,” dedi. Yezid, “Ben de senin sapkınlardan olduğuna tanıklık ederim,” deyince Büreyr şöyle karşılık verdi: “Bu konuda lanetleşelim ister misin? Allah’tan yalancıya lanet etmesini ve yalan söyleyenin öldürülmesini isteyelim mi?” Sonra çarpıştılar. Büreyr Yezid’in başına öyle şiddetli bir darbe indirdi ki kılıç, kafatasını geçip beynine işledi ve Yezid öldü.[103]

Bu münazara, Kerbelâ’da Şia ve Osmanî düşünce arasındaki karşıtlığı gözler önüne seren en açık tartışmalardan biridir. Bu bakımdan Büreyr’in ve Yezid’in iki ordunun akidelerini savaş meydanına taşıyan ve bu konuda lanetleşen temsilciler olduklarını söyleyebiliriz. Yezid’in ölümünden sonra Büreyr, Ka’b b. Câbir Ezdî tarafından şehid edilmiştir. Kufe’ye döndüğünde eşi, Ömer b. Sa’d ordusunda bulunmasından ve Büreyr’i şehid etmesinden dolayı Ka’b’dan ayrılmıştır. Bu olay üzerine söylediği şiirinde Ka’b, Osmanî düşünceye mensup olduğunu açıkça dile getirmiş ve Yezid’e itaat etmekle övünmüştür.[104] Ayrıca münacatlarında da Yezid’e sadakatiyle iftihar etmiş ve Allah’tan kendisini ona muhalefet edip emrine itaat etmeyenlerle haşretmemesini dilemiştir.[105]

Kerbelâ’da yapılan konuşmalarda sıkça dile getirilen kavramların başında, cemaatin korunması ve merkezî yönetime karşı girişilen her tür başkaldırının mahkûm edilmesi gelmektedir. Emevîlerin ve taraftarlarının İmam Hüseyin’i (a.s.) ve Müslim b. Akil’i cemaati dağıtmakla, Müslüman cemaatinden ayrılıp tefrika çıkarmakla suçlamalarının nedeni de budur. Onlar, İmam Hüseyin’in Yezid’e karşı başlattığı kıyamı Müslümanların imamına karşı huruç etmek olarak değerlendirmişler ve bu yüzden İmam Hüseyin’in kıyamı da dahil olmak üzere Emevî karşıtı her kıyamı topluma “Hâricî” [dinden çıkanların] kıyamı olarak lanse etmişlerdir.

Âşûrâ Günü, Ömer b. Sa’d ordusunun sağ kolunun komutanı Amr b. Haccâc Zübeydî İmam Hüseyin’e (a.s.) yaklaşmış ve emri altındaki askerleri ona karşı kışkırtmak için şunları söylemiştir: “Ey Kufeliler! İtaat edin ve cemaatinizi koruyun! Dinden çıkanları ve Müslümanların imamına muhalefet edenleri öldürmekten çekinmeyin!”

Amr b. Haccâc daha önce de Hânî olayında, kendisinin ve Mezhic kabilesinin Yezid ve İbn Ziyad ile yaptıkları biate sadık kalacaklarını ifade etmiştir. Burada, Kufelilerin de paylaştığı bu inancı çok daha net bir biçimde dile getirmiştir. Askerlerine halifeye itaat etmelerini ve cemaati korumayı emretmiş ve onlardan, Müslümanların imamına (Yezid’e) karşı kıyam eden ve bu yüzden dinden çıkan İmam Hüseyin’i (a.s.) öldürme konusunda tereddüt göstermemelerini istemiştir.

İktidara karşı yapılan her türden başkaldırı ve kıyamın mahkûm edilmesi gerektiği ve bunun dinden çıkmak anlamına geldiği düşüncesi, Osmanî bir düşünce olup Emevîlerce tebliğ edilmiştir. Bu düşünce tarzında yöneticinin ne şekilde iktidara ulaştığının, halkın rızasını alıp almadığının ve halk tarafından seçilip seçilmediğinin bir önemi yoktur. Osmanîlerin ve Emevîlerin bu siyasî düşüncesi, bir yandan Hz. Peygamber’in (s.a.a.) düsturlarıyla çelişirken -zira Hz. Peygamber, “Yaradan’ın emirlerine isyan söz konusu olduğunda yaratılmışa itaat olmaz,” buyurmuştur- diğer yandan önceki halifelerin tutumuyla da bağdaşmamaktadır.[106] Nitekim İmam Hüseyin’in (a.s.) de bu hususa değinmiştir: “İmam ve rehber sadece Allah’ın Kitabı’na amel eden ve adaletli davranan kimsedir.” Emevîler ise kayıtsız şartsız itaat istemişler ve bu isteklerini toplumsal düzeyde kültürel bir olgu haline getirmişlerdir. Şimr’in Kerbelâ’da bulunmasını açıklarken yöneticilerin emirlerine itaatin gerekli olduğunu dile getirmesi bu yüzdendir. Amr b. Haccâc da Kerbelâ’da Kufelilere hitaben yaptığı konuşmada, Müslümanların imamına muhalefet eden ve bu yüzden dinden çıkan biriyle savaşma konusunda şüpheye düşmemeleri gerektiğini söylemiştir.

Böyle bir düşünceye sahip olan birinin Şiî olamayacağı açıktır; zira bu düşünceye sahip birinin, benimsediği siyasî düşünce gereğince İmam Hüseyin’in (a.s.) Yezid’e karşı giriştiği kıyamı “bağy” ve buna bağlı olarak dinden çıkma olarak addedip mahkûm ettiği gibi, Osman’a karşı başlatılan ve halifenin ölümüyle sonuçlanan isyanı da mahkûm etmesi beklenir ki bu durumda kendisinin de dinden çıktığını kabul etmesi gerekir. Oysa bir karşılaştırma yapıldığında, Osman’ın Yezid’den çok daha farklı olduğu, Osman’a karşı isyanın Yezid’e karşı kıyamla kıyaslanamayacağı görülmektedir. Bu açıklamalar göz önüne alındığında, Müslim b. Amr Bâhilî, Amr b. Haccâc ve diğerlerinin Kufe’de ve Kerbelâ’da söyledikleri sözlerin hangi siyasî düşünceden beslendiği açıklığa kavuşur.

Suyun engellemesi ve Amr b. Haccâc’ın seçimi bağlamında değinmemiz gereken bir başka husus daha vardır ve o da şudur: Böyle bir kararın alınmasının nedeninin açıkça belirtilmesi ve Amr’ın Osmanî eğilimi göz önüne alındığında, onun daha önce sözü geçen mektubun içeriğinden haberdar olmadığı ve alınan bu kararı uygulayacak motivasyona sahip olmadığı düşünülemez. Bu, Amr b. Haccâc’ın Osmanî olduğunun göstergesi, hatta kanıtıdır. Dolayısıyla, onun seçilmesi bilinçli ve önceden tasarlanmış bir seçimdir. Zira bu önemli karar, ancak Osman’ın susuz bırakılmasının intikamını alma düşüncesinde olan biri tarafından uygulanabilirdi.

Şimr hakkında da onun Osmanî düşünceye sahip olduğu rivayet edilmiştir. Rivayete göre o Kâbe’nin yanında istiğfar ederken biri onu duymuş ve “Hz. Peygamber’in (s.a.a.) oğlunun kanını döktüğün halde nasıl bağışlanma dileyebilirsin!” diyerek ona itiraz etmiştir. Şimr ona şöyle cevap vermiştir: “Biz ne yapabilirdik! Yöneticilerimiz ve komutanlarımız böyle emrettiler. Emri yerine getirmeseydik, şu su taşıyan eşeklerden daha kötü durumda olurduk.”[107]

Şimr’in bu sözüne ilaveten buraya kadar Ömer b. Sa’d’ın ordusu hakkında söylediklerimizden İmam Zeynelaâbidîn’in (a.s.) “Hepsi onun kanıyla Allah’a yakınlaşmayı umuyordu” sözünü açıklayabilecek tek yorum şudur: Onların bu fiillerinin altında Osmanî düşüncenin bulunmaktaydı ve siyasî-mezhebî kabullerine göre onlar, İmam Hüseyin’in (a.s.) kıyam ederek dinden çıktığına inanıyorlardı. Ömer b. Sa’d’ın askerleri, mazlum olarak öldürülen halife Osman’ın intikamını İmam Hüseyin’den (a.s.) ve Şiîlerinden aldıklarına inanıyorlar ve bu yoldan Allah’a yakınlaşmayı umuyorlardı. Onlara göre bu çok fazla ecre sahip bir sevaptı. Zira Haccâc da Osman’ın intikamını alma gayesiyle Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) Şiîlerini öldürerek Allah’a yakınlaşacağına inanıyordu.[108] Hirre Olayı’nda Şam ordusunu kumanda eden Müslim b. Ukbe de, ölüm döşeğinde şehadet getirdikten sonra, Osman’a karşı isyanlarının intikamını almak için Medine halkını öldürmesinin en iyi ameli olduğunu söylemişti, üstelik bu amelini ahiret azığı olarak görüyordu.[109]

Ömer b. Sa’d’ın askerlerinin siyasî-mezhebî düşüncesini göstermesi açısından İmam Hüseyin’in (a.s.) askerlerin çadırlara saldırdıklarını gördüğü zaman söylediği şu söz oldukça önemlidir. “Ey Ebû Süfyan ailesinin taraftarları! Dininiz yoksa, ahiretten de korkmuyorsanız, en azından dünyada özgür insanlar olarak yaşayın!”[110]

“Ebû Süfyân ailesinin taraftarları (şîatu âli Ebî Süfyân)” tabiri, Süfyânî veya Osmanî anlamına gelen bir başka tabirdir ki biz bundan daha önce söz etmiştik. Buraya kadar ele aldığımız kanıtlar ve örnekler, İmam Hüseyin’in (a.s.) bu sözle neyi kastettiğini apaçık göstermektedir. İmam Hüseyin burada mecaza başvurmamıştır; bir gerçeği dile getirmiş ve bu topluluğun düşünce tarzının mahiyetini gözler önüne sermiştir. Bu gerçek, onların Osmanî ve Süfyanî olduklarıdır. İmam Hüseyin (a.s.), bu gerçeği apaçık dile getirmekle, gelecek kuşakların Ömer b. Sa’d’ın ordusundaki askerlerin sırf Kufe’den gönderildikleri için Kerbelâ’da hazır bulunmak zorunda kalmış Şiîler olduklarını zehabına kapılmalarının önüne geçmiştir.

Bu bağlamda amacımız hiçbir şekilde edebiyat eleştirisi ve metin çözümlemesi metotlarına başvurarak konuşanın belli sözcükleri kullanmak suretiyle hakikati dile getirdiğini ispatlamak değildir. Bu noktada yaptığımız tek şey, tarihî rivayetleri kaynak almak ve bu rivayetleri tarihsel bağlamında değerlendirmekten ibarettir.

Rivayetleri anlamak, öncelikle, muhatapların kimler olduğunu, muhatapların nasıl bir siyasî tutuma sahip olduklarını ve nasıl düşündüklerini tespit etmek gerekir. Rivayette Şimr’in, beraberindeki on piyade ile birlikte çadırlara saldırdığı geçmektedir. İbn Mihnef’in rivayetine göre son anlarında İmam Hüseyin’in (a.s.) etrafını saran ve onu şehid eden bu on kişi şunlardır:

İshak b. Hayve Hadramî, veled-i zina idi[111] ve İmam’ın bedeninin üstünde at sürdü.[112] Kays b. Eşas, Sinan b. Enes, Havlî b. Yezid Asbahî, Abdurrahman b. Ebî Sibre Cufî, Salih b. Vehb Yezenî, Kâsım (Kaş’am) b. Amr Cufî, Züra b. Şerik Temimî ve Bahr (Ebcer) b. Ka’b.[113]

Şimr’in siyasî-mezhebî düşüncesinden ve Şiî karşıtlığından daha önce söz ettik. Abdurrahman b. Ebî Sibre Cufî, Hucr’a karşı alınan zalimce kararları imzalayanlardan biridir.[114] Eşas b. Kays ve oğullarının, Kays’ın, kardeşi Muhammed’in ve kız kardeşi Cade’nin siyasî geçmişi herkesin malumudur. Kâsım (Kaş’am) b. Amr b. Nezir Cufî hakkında, onun İmam Ali’den (a.s.) uzaklaştığı ve Mutezilî olduğu rivayet edilmiştir.[115] Onun sonradan, hicrî 40’lı ve 50’li yıllarda [miladî 660’lı ve 670’li yıllarda] Mutezîle’den ayrıldığı, Osmanî olduğu anlaşılmaktadır.

Sinan b. Enes’in siyasî görüşü hakkında bilgi bulunmamaktadır. Bununla birlikte, onun Muhtar’dan kaçmak amacıyla Cezire’ye, yani Osmanîlerin toplanma merkezine sığındığını göz önüne aldığımızda, onun bu bölge sakinleriyle aynı siyasî görüşü paylaştığını düşünülebiliriz.[116] Nitekim Kufeli ve Basralı Osmanîler olan Erkam ve Hanzala b. Rebi gibi kimseler de Cezire’ye gitmişlerdir.[117] Onun Kerbelâ’dan sonra Haccâc b. Yusuf’un takipçisi olduğu rivayet edilir.[118]

Bir başka örnek, İmam Hüseyin’in (a.s.) Kerbelâ’ya varmadan önce Kufeli Ebû Hirre Ezdî’ye söylediği, “Ona bâği [isyancı] bir topluluk kılıç çekecek ve onu şehid edecek” sözüdür.[119] Burada İmam Hüseyin, Hz. Peygamber’in (s.a.a) Ammar’ı Sıffîn’de şehid edeceklerini bildirdiği Muâviye ve hizbiyle ilgili sözüne telmihte bulunmaktadır. İmam Hüseyin’in onu şehid edecek topluluk hakkında bu ifadeyi kullanması, bu iki topluluğun siyasî ve fikrî çizgisinin aynı olduğuna işaret etmektedir. Nitekim Şebes b. Rebî bu konuda, “Biz Muâviye ailesi ile yeryüzündeki en hayırlı şahsa, yani İmam Hüseyin’e (a.s) karşı savaşmaya gitmekle sapkınlardan olduk,” demiştir.[120]

Kerbelâ’da gerçekleşen münazaralardan bir başkası, Muhammed b. Eşas b. Kays ile İmam Hüseyin (a.s.) arasında geçen konuşmadır. O, “Ey Hüseyin! Hz. Peygamber tarafından sana ait olup da başkasına ait olmayan nasıl bir saygınlığa ve fazilete sahipsin?” deyince İmam Hüseyin (a.s.) “Allah Âdem'e, Nuh'a, İbrahim ailesine ve nesline, İmran ailesine, âlemler, insanlar üzerinde seçkin bir yer verdi”[121] ayetini okumuş ve sonra şöyle buyurmuştur: “Allah’a and olsun Muhammed İbrahim ailesindendir ve hidayet edici ıtret ve hanedan da Muhammed ailesindendir.”[122]

Aslında onun kastettiği, İmam Hüseyin’in (a.s.) Hz. Peygamber’e (s.a.a.) akraba olup olmadığı değildir; zira o, İmam Hüseyin’i çok iyi tanıyordu. Sorduğu, İmam Hüseyin’in Hz. Peygamber’in halifesi olması noktasında bir hakka sahip olup olmadığıydı. İmam Hüseyin mezkûr ayeti bu yüzden okumuştur. Aynı soruyu Muâviye, Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.) sormuş, İmam Ali de aynı cevabı vermiştir. Muâviye ve Muhammed b. Eşas arasındaki bu fikrî paralellik, onun Ehl-i Beyt (a.s.) ve onların hilafet hakkı konusunda hangi siyasî-mezhebî tarafta yer aldığının göstergesidir.

 

Osmanî ve Alevî Siyasî Şiir

Cemel ve Sıffîn savaşlarında söylenen şiirleri ve recezleri[123] incelediğimizde, Kerbelâ’da aynı siyasî-mezhebî düşünceden beslenen aynı edebiyatın ortaya çıktığına tanık oluruz. Cemel ve Sıffîn savaşlarında Şiî ve Osmanî düşünceyi temsil edenler, şiir ve recezlerinde “Ali’nin dini” (dînu Ali) ve “Osman’ın dini (dînu Osman) kavramlarını kullanmışlardır.[124]

Âşûrâ Günü’nde de çatışan iki düşüncenin mensupları aynı kavramları kullanmışlardır. İbn Sa’d’ın ordusundan Ka’b b. Câbir şiirinde “Onların dini benim dinim değildir,” demiştir.[125] Nâfi b. Hilal Cümelî “Ben Cümelî! Ali’nin dini üzereyim” diyerek ok atarken Ömer b. Sa’d’ın askerlerinden Müzahim b. Haris ona, “Ben de Osman’ın dini üzereyim” sözüyle cevap vermiştir.[126]

Nâfi b. Hilal bir başka recezinde şöyle demiştir:

“Ben Hüseyin’in ve Ali’nin dini üzereyim / Bugün burada öldürülmektir emelim / Benim görüşüm budur ve amelimin karşılığını alacağım.”[127]

Abdurrahman b. Abdullah el-Keden, okuduğu recezde kendisini şu şekilde tanıtmıştır:

“İnkâr edene söyleyeyim ki ben, Hüseyin’in ve Hasan’ın dini üzere olan Kelden oğluyum!”

Ali’nin dini tabirine Hasan’ın dini ve Hüseyin’in dini tabirlerinin eklenmesi, Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) ve evladının hilafette hak sahibi olduğuna inanan Şiî itikadın ayırıcı özelliğidir. İmam Hüseyin’e (a.s.) mektup yazan Kufeliler, mektuplarının sonunda Müminlerin Emiri Ali’nin yanı sıra İmam Hasan’a (a.s.) da selam göndererek çizgisel olarak devam eden bu inanca bağlılıklarını dile getirmişlerdi. Âşûrâ Günü’nde İmam Hüseyin’in ashabının şiirlerinde bu konuya ısrarla işaret etmelerinin nedeni de budur.[128]

Bu tabirlerin kullanıldığı şiirlerin karşı tarafa bir mesaj iletmek için söylendiği kesindir. Onlar bir yandan birbirlerini kılıçla savaşmaya teşvik ederlerken diğer yandan bu tür şiirler söyleyerek iki muhalif hizbi çatıştırmışlardır.

 

Ömer b. Sa’d Ordusuna Hâkim Olan Osmanî Siyasî Edebiyat (Hakaretler ve Küfürler)

Kaynaklarda İmam Hüseyin’e (a.s.) Kufeliler hakkında “Onların kalbi seninledir, ama kılıçları Emevîlerledir” dendiği nakledilir.[129] Ömer b. Sa’d’ın askerlerinin Kerbelâ’da İmam Hüseyin’e (a.s.) ve ashabına reva gördükleri hakaretler ve kötü sözler -ki bazı tarihçilerin ifade ettiklerine göre bu dil yaraları onları susuzluktan ve kılıç ve mızrak darbelerinden çok daha fazla yaralamıştır[130]- bu sözü söyleyenlerin tahlilinin doğruluğunu şüpheli hale getirmektedir.

Cemel ve Sıffîn savaşlarını göz önüne aldığımızda, Ömer b. Sa’d’ın askerlerinin kullandıkları dil ile Cemel ashabının ve Sıffîn’de Muâviye taraftarlarının kullandıkları dilin aynı olduğunu görürüz. Yukarıda ele aldığımız şiirlerde ve recezlerde kullanılan tabirler ve ayrıca, Kerbelâ’da Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.), İmam Hüseyin’e (a.s.) ve Ehl-i Beyt’e yapılan hakaretlerden, askerlerin zihinlerinde henüz unutmadıkları Cemel ve Sıffîn’deki sahneleri canlandırdığı ve onların bu ikisi arasında bir fark görmedikleri anlaşılmaktadır. Sözgelimi, İmam Hüseyin’e (a.s.) saldıranlar, onun mübarek bedenine mızraklarla, kılıçlarla ve oklarla işkence etmeden önce ona hareket etmişlerdir.[131] İmam Hüseyin’e şöyle demişlerdir:

“Ey Hüseyin! Şu gök kadar berrak suyu görüyor musun? Allah’a and olsun cehennemin kaynar suyundan içmeden ondan içemeyeceksin!”[132]

Fırat suyunu kesen askerlerin komutanı Amr b. Haccâc da şöyle demiştir: “Ey Hüseyin! Bu, Irak köpeklerinin, domuzlarının, eşeklerinin ve kurtlarının su içtiği Fırat’tır. Ama vallahi sen, cehennemin kaynar suyundan içmeden ondan bir damlacık olsun içemeyeceksin!”[133]

İmam Hüseyin (a.s.) düşmanın tek taraftan saldırmasını sağlamak için çadırının arkasındaki tahta ve çalıları ateşe verdiğinde askerlerden biri İmam Hüseyin’e şöyle demiştir: “Kıyamette [cehennem ateşine kavuşmada]n önce dünya ateşine mi özendin!”[134]

Bir başkası da İmam Hüseyin’e şöyle demiştir: “Ey Hüseyin! Seni ateşle (cehennemle) müjdeliyorum!”[135]

Amr b. Karza Ensârî şehid olduğunda, Ömer b. Sa’d’ın ordusundaki kardeşi Ali b. Karza, İmam Hüseyin’e (a.s.) şöyle seslenmiştir: “Ey Hüseyin! Yalancı oğlu yalancı! Kardeşimi yoldan çıkardın, aldattın ve onu ölüme sürükledin.”[136]

Öncelikle, iki kardeşin muhalif saflarda karşı karşıya bulunması bir tesadüf olamaz. Bu ikisini karşı karşıya getiren ve birbirlerine kılıç çekmeye götüren şey, güçlü bir siyasî-mezhebî motivasyondur.

İkinci olarak, Ali b. Karza’ya göre İmam Hüseyin (a.s.) sadece sapkın değildir, aynı zamanda saptırıcıdır ve onun kardeşini doğru yoldan saptırmıştır! Bu da onun Osmanî düşünceye sahip olduğunun kanıtıdır.

Üçüncü olarak, Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.) ve İmam Hüseyin’e (a.s.) hakaret etmesi onun Osmanî olduğunun bir başka delilidir. Zira daha önce ölçütler konusunu ele alırken ifade ettiğimiz gibi, “yalancı oğlu yalancı” tabiri Emevîlerin ve aşırıcı Osmanîlerin sıkça kullandıkları bir tabirdir. Buna rağmen Zehebî’nin Kufe’de nadiren bir Osmanî’ye tesadüf edilebileceğini yazmış olması ilginçtir.[137]

İmam Hüseyin’e (a.s.) ve ashabına hakaret eden bu kişilerin siyasî dili, Cemel ve Sıffîn’deki Osmanîlerin siyasî diliyle tam olarak aynıdır. Bu kişiler düşmana susarak yardım etmiş olsalardı, Kerbelâ’da bulunan Kufeliler hakkında “Onların kalpleri seninle, ama kılıçları sana karşı” diyenlerin tahlili doğru olabilirdi. Fakat şimdiye kadar yaptığımız değerlendirmeler, Kerbelâ’da bulunan Kufelilerin birçoğunun bu tahlilin dışında kaldıklarını göstermektedir. Zira Kufelilerin büyük çoğunluğu yalnızca İmam Hüseyin’den (a.s.) hoşnut olmamakla kalmamış, kalplerinde ona, Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.) ve Ehl-i Beyt’e (a.s.) yoğun bir kin ve düşmanlık duygusu da beslemişlerdir. Sözgelimi İbn Sa’d’ın İmam Hüseyin’e gönderdiği Kesir b. Abdullah Şabî hakkında, “Ehl-i Beyt’e aşırı bir düşmanlık beslerdi,” denmiştir.[138] Bu düşmanlık öyle bir hadde varmıştı ki, içlerinden bazıları Kerbelâ’dan döndükten sonra Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) içinde namaz kılmaktan men ettiği mescitleri İmam Hüseyin’in (a.s.) öldürülmesini kutlamak için yeniden inşa etmişlerdi. Lanetli mescitler olarak bilinen bu mescitler, örneğin Eşas b. Kays Mescidi ve Şebes b. Rabî Mescidi, Kufe eşrafına aitti.[139] Kufeliler arasında Kerbelâ’da ganimet olarak aldığı deveye “Hüseyin” adını verenler de vardı.[140] Kahtan kabilesinin Evdi kolundan olan Abdullah b. Hâni, hacılara kabilesinin faziletlerini anlatırken şöyle demiştir: “İlkin, bizden yetmiş kişi Sıffîn’de Muâviye ordusunda yer aldı. Ebû Turâb ordusunda bizden yalnızca bir kişi vardı ki o da iyi biri değildi. İkincisi, Evdoğulları kadınlarının her biri Hüseyin öldürülürse on dişi deve kesmeyi adadı ve hepsi adaklarını yerini getirdi. Üçüncüsü, Ebû Turâb’a lanet ve hakaret etmemiz istendiğinde, erkeklerimizden hiçbiri bundan kaçınmadı. Ona hakaret ve lanet ettiğimiz gibi Hasan’a, Hüseyin’e ve anaları Fatıma’ya da hakaret ve lanet ettik.”[141]

Kerbelâ’da toplanan Kufeliler işte böyle insanlardı! Bu insanların Ehl-i Beyt’e (a.s.) gönülden bağlı Şiîler oldukları, lakin İbn Ziyad’ın tehditleri ve göz boyamaları yüzünden zorla Kerbelâ’ya götürülüp, İmam Hüseyin (a.s.) ile karşı karşıya getirildikleri nasıl kabul edilebilir? Bu insanlar sırf Kufeli oldukları için Şiî kabul ediliyorlarsa Osmanîler ve Emevîler kimlerdi? Durum hiç de düşünüldüğü gibi değildir. Bu insanlar, sarf ettikleri sözlerle, İmam Hüseyin’i ve ashabını sapkın olmakla suçlamakla, onların kanlarını helal bilmekle, onları cehennemle müjdelemekle ve ayrıca, onlara hakaret ve küfür etmekle, kısacası Osmanî ve Emevî siyasî dilini Kerbelâ’da kullanmakla Şiîlik dairesinden çıkmış oldular. Bizzat kendilerinin itiraf ettiği, tarihçilerin bildirdiği ve Osmanîlerin siyasî-mezhebî tutumlarına dair bilgilerimizin gösterdiği üzere onlar Osmanî ve Emevî hizbe mensuptular.

 

Sonuç

Hicrî 40’lı ve 50’li yıllarda [miladî 660’lı ve 670’li yıllarda] Kufe’de meydana gelen siyasî-mezhebî gelişmeleri hızlıca gözden geçirdiğimizde, Emevîlerin ve Osmanîlerin bu şehirde Şia’nın kökünü kazımaya ve yerine Osmanî düşünceyi ikame etmeye çalıştıklarını görürüz. Tarih rivayetlerinden bu planlı çalışmalar neticesinde çok sayıda Kufelinin Osmanî mezhebini benimsediği anlaşılmaktadır. Bu insanları Osmanî olmaya sevk eden farklı saikler mevcuttu: İçlerinde Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) izlediği siyasetten ötürü zarar görenler de vardı, siyasî-mezhebî konularda sığ ve şüpheci olanlar da mevcuttu. Kimileri dünyevî arzuları uğruna dinlerinden vazgeçip dünyalarına karşılık ahiretlerini satarken kimileri Emevî ve Osmanî propagandalarına aldanmış, yolunu şaşırmıştı. Aralarında Osmanîlerin himaye edilmesi stratejisinden kaynaklanan Şiîlik karşıtı baskıcı siyaset yüzünden saf değiştirmek zorunda kalanlar da olmuştur.

Bununla birlikte, Şiî mezhebini benimseyenler, inançlarına sahip çıkmış ve mevcut şartlardan etkilenmeden Ehl-i Beyt’i (a.s.) desteklemeye ve himaye etmeye devam etmişlerdir. Bu doğrultuda, başta rehberleri olmak üzere Şiî topluluklar, İmam Hüseyin’i (a.s.) Kufe’ye davet etmişlerdir. İmam Hüseyin’in Kufe’ye gitmesinin engellenmesi üzerine, canları pahasına Kerbelâ’ya gitmeyi göze alarak ona katılmış ve burada şehid düşmüşlerdir. Bu, onların davet mektuplarını kanla imzaladıkları anlamına gelmektedir. Bir başka Şiî toplulukta yer alanlar ise, bilemediğimiz birtakım sebeplerden ötürü Müslim’e yardım etmede kusurlu davranmış, sonradan da Kerbelâ’ya gidememişlerdir. Bunlar sonradan kendilerini Tevvâbîn (Günahkârlar, Tövbe Edenler) olarak isimlendirmişlerdir. Tövbe edip Emevî karşıtı bir kıyam başlatan bu Şiîler, ahitlerine sadık kalmışlar ve bu yolda şehid olup sadakatlerini ispatlamışlardır.

Fakat, başta İmam Hüseyin’e (a.s.) mektup yazan, içlerinde Amr b. Haccâc, Haccâr b. Ebcer ve Yezid b. Hâris’in de bulunduğu Kufe eşrafı olmak üzere çeşitli nedenlerle Emevî hizbe katılan ve Ömer b. Sa’d’ın ordusunda asker olan başka topluluğa mensup olanlar Şiî değildi. Bunların Şiî olmadıklarını gösteren delilleri şöyle sıralayabiliriz:

1) Eşrafın ile Şiîlerin mektupları arasındaki farklılıklar,

2) İmam Hüseyin’in (a.s.) Şiîlere ve eşrafa karşı tutumunun değişmesi,

3) Tarihçilerin onların Osmanî olduklarını bildirmeleri,

4) Kendilerinin bizzat Şiîlerden ayrı olduklarını ve Osmanî ve Emevî düşünceye sahip olduklarını beyan etmeleri,

5) Onların siyasî görüşleri ve faaliyetleri ile Osmanîlerin görüşlerinin ve faaliyetlerinin benzeşmesi.

Bütün bunlar, bu topluluğun ve İbn Ziyad’ın ordusunda yer alıp İmam Hüseyin’in (a.s.) karşısında saf bağlayan askerlerin çoğunluğunun Osmanî düşünceye sahip olduklarını ve onların Kufeli olmalarının Osmanî olmalarıyla hiçbir şekilde çelişmediğini göstermektedir.

 

 

Çeviren: İbrahim Erkin

 

Medya Şafak



[1] Makalenin orijinali için bkz. Muhammed Rıza Hidayetpenâh, “Bâztâb-i Tefekkur-i Osmanî der Hâdise-i Kerbelâ,” Havza ve Dânişgâh, Sal-i Heştum Şomare-i 33, Zimistân 1381, s. 67-108.

[2] Bkz. Tukûsu Âşûrâ inde’r-Râfıza. www.arabic.islamicweb/shia/ashura.htm

[3] Zehebî, Muhammed b. Ahmed, Siyeru a’lami’n-nübelâ, nşr. Şuayb el-Arnaut, Müessetü’r-risale, h. 1410, c. 11, s. 236.

[4] Taberî, Muhammed b. Cerir, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, nşr. Muhammed Ebû’l-Fazl İbrahim, Beyrut: Daru Süveydan, tarihsiz, c. 3, s. 449; Şeyh Müfid, “el-Cemel ve’n-nusre li-Seyyidi’l-itret,” Musannefâtu’ş-Şeyh el-Müfid, Kum: el-Mutemerü’l-âlemî li’l-Fakih eş-Şeyh el-Müfid, h. 1413, s. 210-211, 218.

[5] İclî, Ahmed b. Abdullah, Tarihü’s-sikât bi-tertibi Nureddin Ali b. Ebî Bekr el-Heysemî ve Takiyüddin es-Sübkî, nşr. Abdülalim Abdülazim Bestevî, Medine: Mektebetü’d-dâr, h. 1405, c. 1, s. 108; Şeyh Müfid, “el-Cemel,” s. 85, 207-211; İbn Hacer, Fethü’l-bârî bi-şerhi Sahih el-Buhârî, Beyrut: Dârü’l-marife, c. 6, s. 132, c. 12, s. 271.

[6] San’ânî, Abdürrezzak b. Hemmâm, el-Musannef, nşr. Habiburrahman el-Azamî, Beyrut: el-Meclisü’l-ilmî, c. 4, s. 50; İbn Sa’d, Muhammed, Tabakatü’l-kübrâ, nşr. Abdülkadir Atâ, Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, h. 1410, c. 6, s. 333; el-Mâlikî, Hüseyin b. Ferhân, Nahvu inkâzi’t-tarihi’l-İslâmî, Müessestü’l-Yemâmeti’s-sahife, h. 1418, s. 165.

[7] İbn A’sem Kufî, Ahmed, el-Fütûh, Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, h. 1406, c. 2, s. 350.

[8] Belazürî, Ahmed b. Yahya, Fütûhu’l-büldân, Kahire: Matbaa li-cinneti’l-beyani’l-Arabî, s. 453, 457; Taberî, Tarih, c. 4, s. 107.

[9] Bkz. İskâfî, Ebû Cafer Muhammed b. Abdullah, el-Miyâr ve’l-müvâzene, nşr. Muhammed Bâkır el-Mahmudî, Beyrut, h. 1402, s. 32.

[10] İskâfî, el-Miyâr, s. 32.

[11] Maruf el-Hasenî, Haşim, Dırâsât fî’l-hadis ve’l-muhaddisîn, Beyrut: Dârü’t-teâruf, h. 1398, s. 186.

[12] Caferiyân, Resul, Tarih ve Sire-i Siyasî-i Emir-i Müminân Ali (a.s.), Kum: İntişârât-i Delil-i Mâ, ş. 1380, s. 191-220.

[13] Taberî, Tarih, c. 3, s. 500.

[14] Belâzürî, Fütûhu’l-büldân, s. 222; Taberî, Tarih, c. 3, s. 471.

[15] Minkarî, Nasr b. Müzâhim, Vakatü’s-Sıffîn, nşr. Abdüsselam Muhammed Harun, Kum: Menşurâtu Mektebeti Ayetullah el-Uzmâ Maraşî, h. 1403, s. 529-530.

[16] Minkarî, Vakatü’s-Sıffîn, s. 529-530.

[17] Bağdadî, Muhammed b. Habib, el-Muhabber, nşr. Ilse Lichtenstädter, Beyrut: Mektebetü’t-ticariyye, tarihsiz, s. 479; İbn Asâkir, Ali b. Hasan, Tarihu Medineti Dımaşk, nşr. Ali Şirî, Beyrut: Dârü’l-fikr, h. 1417, c. 8, s. 26.

[18] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, c. 7, s. 201.

[19] İbn Asâkir, Tarihu Medineti Dımaşk, c. 6, s. 424; Eminî, Abdülhüseyin Ahmed, el-Gadir fi’l-Kitab ve’s-sünnet ve’l-edeb, Beyrut: Dârü’l-kitabi’l-Arabî, h. 1397, c. 9, s. 147.

[20] Şeyh Tusî, Muhammed b. el-Hasan, Tehzibü’l-ahkâm, Tahran: Dârü’l-kütübi’l-İslamiyye, h. 1365, c. 1, s. 286; İbn Şehrâşûb, Muhammed b. Ali, Menâkıbu Âli b. Ebî Tâlib, Necef: Matbaatü’l-Haydariyye, h. 1376, c. 2, s. 305.

[21] Kâdı Ebû Hanife, Muhammed b. Numan Temimî, Şerhu’l-ahbâr fî menâkıbi’l-Eimmeti’l-Ethâr, Kum: Müessesetü’n-neşri’l-İslamî, h. 1414, c. 1, s. 171; İbn Ebî’l-Hadid, Abdülhamid b. Muhammed, Şerhu Nehci’l-belağa, nşr. Muhammed Ebû’l-Fazl İbrahim, Kum: Mektebetu Ayetullah el-Uzmâ el-Maraşî en-Necefî, tarihsiz, c. 11, s. 45.

[22] İbn Ebî’l-Hadid, Şerhu Nehci’l-belağa, c. 11, s. 44.

[23] Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, nşr. Muhammed Bâkır Mahmudî, Beyrut: Müessesetü’l-a’lamî, h. 1394, c. 2, s. 252.

[24] İclî, Tarihu’s-sikât, c. 1, s. 461; İbn Sa’d, Tabakât, c. 7, s. 126; Taberanî, Süleyman b. Ahmed, el-Mucemü’l-kebir, nşr. Abdülmecid Siflî, Beyrut: Dâru ihyai’t-türas, h. 1404, c. 3, s. 111; Mizzî, Yusuf b. Abdurrahman, Tehzibü’l-kemâl fî esmâi’r-ricâl, nşr. Beşşar Avvâd Maruf, Beyrut: Müessesetü’r-risale, h. 1403-1404, c. 5, s. 338; İbn Ebî’l-Hadid, Şerhu Nehci’l-belağa, c. 4, s. 98.

[25] el-Meşhedî, Muhammed b. Cafer, Fazlu’l-Kufe ve Mesâciduhâ, nşr. Muhammed Said et-Turayhî, Beyrut: Dâru Murtaza, tarihsiz, s. 21; İbn Ebî’l-Hadid, Şerhu Nehci’l-belağa, c. 4, s. 61-65.

[26] İbn Haldûn, Abdurrahman b. Muhammed, Tarihü’l-İbn Haldûn, c. 3, s. 16.

[27] İbn Kuteybe Dineverî, Abdullah b. Müslim, el-İmame ve’s-siyase, Kum: Menşurâtu’r-Radi, h. 1363, c. 1, s. 175.

[28] Taberî, Târîh, c. 4, s. 329; Şeyh Sadûk, Muhammed b. Ali, el-Emâli, Kum: Dârü’s-sekâfe, h. 1414, s. 119-120; Kâdı Ebû Hanife, Şerhu’l-ahbâr, c. 3, s. 141-142; Bahranî, Seyyid Haşim b. Süleyman, Medinetü’l-meâcizi’l-Eimmeti’l-isnâ aşer ve delâilü’l-hücec alâ’l-beşer, nşr. Şeyh İzzetullah el-Mevlâî el-Hamedânî, Müessesetü’l-maârifi’l-İslâmiyye, h. 1413, c. 2, s. 17.

[29] Belâzürî, Ensabü’l-eşrâf, c. 6, s. 383.

[30] İclî, Tarihü’s-sikât, c. 1, s. 108; İbn Hacer, Fethü’l-bârî, c. 6, s. 132, c. 12, s. 271.

[31] Hatib Bağdâdî, Ahmed b. Ali, Târîhu Bağdâd ev Medinetü’s-selâm, nşr. Mustafa Abdülkadir Ata, Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, h. 1417, c. 11, s. 467.

[32] Minkarî, Vakatü Sıffîn, s. 555-556.

[33] Bkz. İbn Hilal Sakefî Kufî, İbrahim b. Muhammed, el-Gârât ve’l-istinfâr, nşr. Seyyid Celaleddin Muhaddis, Tahran: Encümen-i Âsâr-i Millî, ş. 1355, c. 2, s. 558.

[34] Bağdadî, el-Muhabber, s. 480.

[35] İbn Ebî’l-Hadid, Şerhu Nehci’l-belağa, c. 11, s. 44-45.

[36] İbn Ebî’l-Hadid, Şerhu Nehci’l-belağa, c. 11, s. 44-45.

[37] Bakara, 204-205.

[38] İbn Ebî’l-Hadid, Şerhu Nehci’l-belağa, c. 4, s. 73.

[39] Bkz. İbn Nedim, Muhammed b. İshak, el-Fihrist, nşr. Rıza Teceddüd, Tahran, s. 103.

[40] İbn Kesir, İsmail, el-Bidâye ve’n-nihâye, nşr. İbrahim Ebû Mulhim vd., Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, tarihsiz, c. 8, s. 58.

[41] Taberî, Târîh, c. 4, s. 205.

[42] Hârezmî, Maktel, Muvaffak b. Ahmed, Kum: Mektebetü’l-Müfid, tarihsiz, c. 1, s. 287.

[43] Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 1, s. 288; Hârezmî, Maktel, c. 2, s. 40.

[44] Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, c. 3, s. 369.

[45] İbn Kesir, el-Bidâye, c. 8, s. 330.

[46] Taberî, Tarih, c. 4, s. 199.

[47] Taberî, Tarih, c. 4, s. 201, 448, 285; İbn A’sem, el-Fütûh, c. 5, s. 108; Hârezmî, Maktel, c. 1, s. 308.

[48] Taberî, Tarih, c. 4, s. 197; İbn Hacer, Ahmed b. Ali, Tehzîbü’t-tehzîb, Beyrut: Dârü’l-fikr, h. 1404, c. 8, s. 32.

[49] Şeyh Müfid, el-İrşâd, c. 2, s. 60; Hârezmî, Maktel, s. 303.

[50] Taberî, Tarih, c. 4, s. 344.

[51] Taberî, Tarih, c. 4, s. 261-262.

[52] Taberî, Tarih, c. 4, s. 262.

[53] Taberî, Tarih, c. 4, s. 265.

[54] Taberî, Tarih, c. 4, s. 275, 541.

[55] Taberî, Tarih, c. 4, s. 523.

[56] Hârezmî, Maktel, c. 1, s. 283.

[57] Taberî, Tarih, c. 4, s. 524; Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, c. 5, s. 232.

[58] Taberî, Tarih, c. 4, s. 432.

[59] Belâzürî, Ensâbü’l-eşraf, c. 6, s. 364.

[60] Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, c. 3, s. 388.

[61] Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, c. 3, s. 393.

[62] Taberî, Tarih, c. 4, s. 261-262.

[63] Taberî, Tarih, c. 4, s. 262.

[64] Taberî, Tarih, c. 4, s. 297; Hârezmî, Maktel, c. 1, s. 334.

[65] Hârezmî, Maktel, c. 1, s. 325.

[66] Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, c. 3, s. 393.

[67] Hârezmî, Maktel, c. 1, s. 336.

[68] Hârezmî, Maktel, c. 2, s. 203.

[69] Taberî, Tarih, c. 4, s. 310; Hârezmî, Maktel, c. 1, s. 341.

[70] Taberî, Tarih, c. 4, s. 359; Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, c. 1, s. 305.

[71] Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, c. 3, s. 393.

[72] Sıbt İbnü’l-Cevzî, Yusuf b. Kızoğlu, Tezkiretü’l-havâs, Tahran: Mektebetü Neynevâ el-hadise, tarihsiz, s. 248.

[73] Taberî, Tarih, c. 4, s. 288.

[74] Belâzürî, Ensâbü’l-eşraf, c. 3, s. 417.

[75] Sıbt İbnü’l-Cevzî, Tezkiretü’l-havâs, s. 266.

[76] Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, c. 3, s. 387.

[77] Ebû Hanife Dineverî, Ahmed b. Davud, Ahbârü’t-tıvâl, nşr. Abdülmunim Âmir, Kum: Menşurâtu’r-Radi, h. 1409, s. 254.

[78] Taberânî, el-Mucemü’l-kebir, c. 3, s. 111; Şeyh Sadûk, el-Emâli, s. 119-120; Kâdı Ebû Hanife, Şerhu’l-ahbâr, c. 3, s. 141-142; İbnü’l-Adîm, Ömer b. Ahmed, Buğyetü’t-taleb fî tarihi Haleb, nşr. Süheyl Zekkâr, Beyrut: Müessestü’l-belâğ, h. 1409, c. 6, s. 2620-2671.

[79] İbnü’l-Adîm, Buğyetü’t-taleb, c. 6, s. 2645.

[80] Şeyh Sadûk, el-Emâli, s. 547.

[81] Şeyh Müfid, el-İrşâd, c. 2, s. 87.

[82] Taberî, Tarih, c. 4, s. 524; Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, c. 5, s. 232, c. 6, s. 400.

[83] Taberî, Tarih, c. 4, s. 524.

[84] Sıbt İbnü’l-Cevzî, Tezkiretü’l-havâs, s. 251, 284-285.

[85] Semhudî, Nureddin Ali b. Ahmed, Vefâü’l-vefâ bi-ahbâri dârü’l-Mustafa, nşr. Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, tarihsiz, c. 2, s. 367.

[86] Hârezmî, Maktel, c. 2, s. 7.

[87] Taberî, Tarih, c. 3, s. 416-417.

[88] Belâzürî, Ensabü’l-eşrâf, c. 5, s. 71; İbn Şebbe, Ebû Zeyd Ömer en-Nemirî el-Basrî, Tarihu’l-Medineti’l-münevvere, nşr. Fehim Mahmud Şeltût, Kum: Dârü’l-fikr, h. 1410, c. 4, s. 1303.

[89] İbn Şebbe, Tarihu’l-Medineti’l-münevvere, c. 4, s. 1202.

[90] Semhudî, Vefâü’l-vefâ, c. 3, s. 968; Muhibbüddin Taberî, Ahmed b. Abdullah, Riyâzü’n-nadire fî fezâili’l-aşere el-mübeşşirîn bi’l-cenne, Beyrut: Dârü’n-nedve el-cedide, h. 1408, c. 3, s. 87.

[91] Minkarî, Vakatü’s-Sıffîn, s. 161-162.

[92] Taberî, Tarih, c. 4, s. 311.

[93] Şeyh Müfid, el-İrşâd, c. 2, s. 85; Hârezmî, Maktel, c. 1, s. 331.

[94] Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, c. 3, s. 392.

[95] Bkz. Taberî, Tarih, c. 4, s. 201.

[96] Hârezmî, Maktel, c. 1, s. 345.

[97] Taberî, Tarih, c. 4, s. 316; Hârezmî, Maktel, c. 1, s. 345.

[98] Taberî, Tarih, c. 4, s. 343.

[99] Âl-i İmrân, 178-179.

[100] İbn Asâkir, Tarih Medineti Dımaşk, c. 14, s. 220; İbn Kesir, el-Bidâye, c. 8, s. 183. Ebû’ş-Şaşâ Yezid b. Muhasir Kindî bu otuz kişiden biridir. Bkz. Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, c. 3, s. 405.

[101] Taberî, Tarih, c. 4, s. 324.

[102] Bkz. Şeyh Müfid, el-İrşâd, s. 178; Ebû’ş-Şeyh el-Ensârî, Muhammed b. Cafer b. Hayyân, Tabakatü’l-muhaddisîn bi-İsbehan ve’l-vâridîn aleyhâ, nşr. Abdülgafur Abdülhak Hüseyin el-Belûşî, Beyrut: Müessesetü’r-risâle, h. 1412, c. 2, s. 34; Mizzî, Tehzibü’l-kemâl, c. 32, s. 346; Bâcî, Süleyman b. Halef b. Sa’d Malikî, et-Tadil ve’t-tecrih, nşr. Ahmed Lebzâr, c. 1, s. 69.

[103] Taberî, Tarih, c. 4, s. 328-329.

[104] Bkz. Taberî, Tarih, c. 4, s. 329.

[105] Askerî, Seyyid Murtaza, Meâlimu’l-medreseteyn, Beyrut: Müessesetü’n-Numan, h. 1410, c. 3, s. 292.

[106] San’ânî, el-Musannef, c. 11, s. 336.

[107] İbn Asâkir, Tarih Medineti Dımaşk, c. 6, s. 338; Zehebî, Siyeru a’lami’n-nübelâ, c. 1, s. 449.

[108] Şeyh Müfid, el-İrşâd, c. 1, s. 329.

[109] Taberî, Tarih, c. 4, s. 382.

[110] Taberî, Tarih, c. 4, s. 344.

[111] İbn Nemâ Hillî, Muhammed b. Cafer, Mizanü’l-ahzân, Necef: Matbaatü’l-Haydariyye, h. 1369, s. 60.

[112] Şeyh Müfid, el-İrşâd, c. 2, s. 118.

[113] Şeyh Müfid, el-İrşâd, c. 2, s. 117.

[114] Taberî, Tarih, c. 4, s. 201.

[115] Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, c. 3, s. 407.

[116] Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, c. 3, s. 410.

[117] Bağdadî, el-Muhabber, s. 295; İbn Asâkir, Tarih Medineti Dımaşk, c. 15, s. 329, c. 19, s. 34; Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, c. 2, s. 297.

[118] Taberânî, el-Mucemü’l-kebir, c. 3, s. 112.

[119] İbn A’sem, el-Fütûh, c. 5, s. 125; Hârezmî, Maktel, c. 1, s. 324.

[120] Askerî, Meâlimü’l-medreseteyn, c. 3, s. 104.

[121] Âl-i İmran, 33.

[122] Feyz-i Kâşânî, Mevla Muhsin, Tefsirü’s-sâfi, nşr. Şeyh Hüseyin el-A’lamî, Tahran: Mektebetü’s-Sadr, h. 1416, c. 1, s. 328; el-Meşhedî el-Kummî, Mirza Muhammed, Tefsîru kenzi’d-dakâik ve bahri’l-garâib, nşr. Mücteba el-Irakî, Kum: Müessesetü’n-neşri’l-İslâmî, h. 1407, c. 2, s. 67; Şeyh Sadûk, el-Emâlî, c. 1, s. 134; Hârezmî, Maktel, c. 1, s. 352-353.

[123] Recez, savaş meydanında yapılan atışma, sataşma veya meydan okumalardan oluşan şiirlere verilen isimdir. (ç.n.)

[124] Şeyh Müfid, el-İrşâd, s. 346.

[125] Taberî, Tarih, c. 4, s. 329.

[126] Şeyh Müfid, el-İrşâd, c. 2, s. 106-107.

[127] Hârezmî, Maktel, c. 2, s. 24-25.

[128] Bkz. Hârezmî, Maktel, c. 2, s. 23-24.

[129] Taberî, Tarih, c. 4, s. 290.

[130] Sıbt İbnü’l-Cevzî, Tezkiretü’l-havâs, s. 248.

[131] Şeyh Müfid, el-İrşâd, c. 2, s. 114; Seyyid İbn Tâvûs, el-Luhûf alâ katli’t-Tufûf, Kum: Envârü’l-hudâ, tarihsiz, s. 71.

[132] Şeyh Müfid, el-İrşâd, c. 2, s. 88.

[133] Sıbt İbnü’l-Cevzî, Tezkiretü’l-havâs, s. 247-248.

[134] Sıbt İbnü’l-Cevzî, Tezkiretü’l-havâs, s. 251; Hârezmî, Maktel, c. 1, s. 352.

[135] Sıbt İbnü’l-Cevzî, Tezkiretü’l-havâs, s. 251.

[136] Belâzürî, Ensâbü’l-eşraf, c. 3, s. 390, 399-400.

[137] Zehebî, Muhammed b. Ahmed, Mizanü’l-itidâl, nşr. Ali Muhammed Muavvid ve Âdil Ahmed Abdülmevcud, Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, h. 1416, c. 3, s. 280.

[138] Hârezmî, Maktel, c. 2, s. 342.

[139] Kuleynî, Muhammed b. Yakub, el-Kâfi, nşr. Şeyh Muhammed el-Ahundî, Tahran: Dârü’l-mektebeti’l-İslâmiyye, ş. 1350, c. 3, s. 490; Şeyh Tûsî, Muhammed b. el-Hasan, Tehzibü’l-ahkâm, Tahran: Dârü’l-kütübi’l-İslâmiyye, h. 1365, c. 3, s. 250.

[140] Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, c. 3, s. 204.

[141] İbn Ebî’l-Hadid, Şerhu Nehci’l-belağa, c. 4, s. 61-65.