İbrahimî Dinânî:: Sebzevârî Söyleşileri (2): Filozof Sebzevârî’nin düşüncesinde bilgi / Mona Lisa'nın sırrı

İbrahimî Dinânî:: Sebzevârî Söyleşileri (2): Filozof Sebzevârî’nin düşüncesinde bilgi / Mona Lisa'nın sırrı
Peki, insanoğlunun bilgileri beyninde midir? Elbette çok açıktır ki, insanın beyni olmasa, bilgisi zuhur etmez. İlk olarak bu soruya cevap vermemiz gerekir. Beyindeki hücrelerde en ufak bir sorun meydana gelse, beyin artık faaliyetlerini yerine getiremez. Peki, bu organ bilginin kabı mıdır, yoksa onun ortaya çıkış şartı mıdır?

 

 

Filozof Sebzevârî’nin Düşüncesinde Bilgi ve Bilmek

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Aziz izleyicilerimizi, sevgili dostlarımızı ve Marifet programının samimi takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.

Bir önceki programımızda filozof Molla Hâdî Sebzevârî’nin o verimli düşünce sahasına giriş yapmış ve konumuza bu büyük filozofun bilgi ve epistemoloji hakkındaki düşüncesiyle başlamıştık. Bilginin hakikatini, nefs-i nâtıkanın ilk yaratılışı müşahedesi olarak gördüğünden söz etmiştik. Sebzevârî bu paragrafının devamında, Meşşâîlerin, İşrâkîlerin ve Molla Sadra’nın konu hakkındaki görüşlerini açıklayıp birbiriyle kıyaslıyor ve bu kıyaslamayı güzel bir sonuca bağlıyor.

Eğer izin verirseniz, aynı konudan devam edelim:

Dînânî: Buyurun, çok iyi olur.

Lârîcânî: Meşşâîlerin yönteminden söz ederken şunları söylüyor:

Eş-Şeyhü’r-Reîs’in açıklamalarına göre, kısaca, bilgi iki kısma ayrılır: Fiilî (etkin) ve infialî (edilgen) bilgi. Fiilî bilgi, bilinene önceliği olan bilgidir. Örneğin, yaratıcı bir inşaat ustasının veya mühendisin, kendi zihninde tasarladığı formlar ve sonrasında bu tasarılara dayanarak onlara dışsal varlık vermesi (dış dünyada var etmesi).  İnfialî (edilgen) bilgi ise, bir şeyin (dış dünyadaki) vukuundan sonra diğerlerinin onun dışsal maddesini bilmesidir. Fiilî bilgi, sonucun (malûlün) var olmasının nedenidir (illetidir); infialî bilgide ise sonuç (malûl) [bilginin var olmasının nedenidir]. Ancak, elindeki hammaddeler ve yaptığı iş ne kadar tam ve isabetli olursa olsun, inşaat ustasının bilgisi, eksik nedendir (illet-i nâkısa). Zira varlık ve ona bağlı şeyler (hayat, ilim, kudret, irade ve diğer kemâller) sânilere (yapan, kuran, oluşturucu kimseler) ve diğer mahlûklara an be an Hakk’tan ifaza edilmektedir. Tıpkı ölünün diriltildiği anda olduğu gibi, “Sûra üflenmiştir. İşte o zaman onlar kabirlerinden Rabblerine akın ederler.”[1]

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Çok güzel bir pasaj seçtiniz ve güzel bir konuya parmak bastınız. Kadim düşünürlerin bakışıyla bilgi ve bilgi felsefesi... Bugün de dünyadaki en önemli konu, epistemolojidir. Bizler bu evrendeki her şeyi bilgiyle biliriz. Siz “biliyorum” dediğinizde, bu “biliyorum”unuz ne demektir? Aslında bu cümleyle, “Filan kitabı okudum, filan manzarayı gördüm...” demiş olursunuz. Her şey bilgiyle bilinir. Eğer birisi size, “bilmeyi” nasıl bildiğimizi soracak olsa, ona ne cevap verirsiniz? Size şeyleri nasıl bildiğiniz sorulsa, “bunları kendim bildim” cevabını verirsiniz. Evet, bu doğru bir cevaptır. En küçük canlılardan galaksilere kadar her şeyi kendi bilginizle bildiniz. Nesneleri bilgiyle biliyoruz. Ya bilmeyi ve bilgiyi nasıl bildiğimiz sorulursa? Bilmeyi ve bilgiyi de bilgiyle mi biliriz?

Lârîcânî: Bilmeyi bilerek biliriz.

Dînânî: Bilmeyi bilmek nedir? Eğer bilmeyi ve bilgiyi başka bir bilgi vasıtasıyla biliyorsak, bu teselsüle yol açar. Acaba bilginin kendi kendini bildiğini söyleyebilir miyiz?

Lârîcânî: Bilgi kendisini bilir.

Dînânî: Evet, tüm mesele bu. Burada merhum Sebzevârî, meseleye tek bir örnekle açıklık getiriyor. Eskiler zorlu ve problemli konuları açıklamaya çalıştıklarında –ki birçok insan için felsefi konular zordur– örneklerden yararlanarak ilerlerlerdi. Eş-Şeyhü’r-Reis’in yönteminin değerlendirildiği bu pasajda, bir mühendisten örnek verildiğini görüyoruz. Eğer yetenekli bir mühendisten, bir yere büyük bir bina yapmasını isterseniz, onun öncelikle bunu zihninde tasarladığını görürsünüz. Örneğin İran’daki büyük mimari yapılar veya Paris’teki Eyfel Kulesi... İnsanlar bu yapıları yıllardır veya asırlardır ziyaret ediyor ve onlardan infiali bilgi kanalıyla bir şeyler öğreniyor. Bu yapıları inşa eden mühendislerin nasıl bir zihinleri vardı da böylesine muazzam yapılar inşa ettiler? Onlar önce yapıyı görüp sonra mı inşasına koyuldular, yoksa önce zihinlerinde mi tasarladılar? Bu yapıların hiçbiri, kendilerini inşa eden mühendislerinden önce mevcut değildi. Dolayısıyla önce zihinde tasarlanan bir şeyler olmalı... Felsefi terminolojide bu, fiilî bilgidir. Mühendisler, mimarlar vd. daha önce hiçbir yerde olmayan bu yaratıcı ve kurucu bilgiyle bu yapıları meydana getiriyorlar. Bunun örneklerini ressamlarda ve şairlerde de görürüz. Şairler bir şiir yazarken –eğer bu taklit değil de yaratıcı bir şiirse elbette; yoksa taklit asla yetenek değildir–, oyuncular bir sahneyi canlandırırken sanatlarını daha önce kimsenin icra etmediği şekilde icra ederler. Bunları daha önceden mi görmüşler, yoksa kendileri mi yaratmışlar? Kendileri yaratmıştır. İnsanlık tarihinin tüm icatları buna örnektir. Hepsi önceden zihinde tasarlanmıştır. Önce zihinde tasarıları yapıldı, sonra bu tasarılara göre dış dünyada bir şeyler meydana getirildi. Tarihe mal olmuş ressamlar eserlerini bu şekilde tuvale döktü veya kuleler ve yapılar bu şekilde inşa edildi... Ve daha sayılamayacak nice örnek... Diğerlerinin bu eserleri gördükten sonraki çizimleri ve ürünleri artık infialî bilgi sayılır; çünkü onları önceden görmüşlerdir. Eseri veya yapıyı ilk kez meydana getiren –dolayısıyla daha önce onun bir modelini görmemiş olan– kimsenin bilgisi, fiilî bilgidir. Burada dikkat ederseniz, örneklerle ilerliyorum. Çünkü fiilî bilgiye ait örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Biz de konuyu tıpkı Sebzevârî’nin yaptığı gibi, örneklerle açıklığa kavuşturuyoruz. Bu eserleri ve yapıları görenlerin, kendi eserlerini, görmüş oldukları bu örneklere göre meydana getirmeleri infiali bilgidir. Dolayısıyla bilgi, fiilî ve infialî olmak üzere iki türlüdür. Fiilî bilgi, yaratılan, ortaya konulan bilgidir.

İşte tam da bu noktada, önemli bir konuya değiniliyor: Bildiğiniz gibi, infialî bilgi, önceki bilgileri temel alarak oluşturulan bir bilgi türü idi. Bunu yapmakta bir sakınca yok; hatta güzeldir de... Daha önceden bir modeli, örneği ve benzeri olmayan bilgi... Örneğin Picasso daha önce tasarlanmamış şeyler çizmişti.

Lârîcânî: Bundan da öte, insanın kendisi dahi yoktu...

Dînânî: Doğru. İnsanın kendisi bile yoktu. Burada soru, daha önceden hiçbir şeyi model almaksızın bir şeyler tasarlayan bu zihinler bunları nereden aldılar? Böyle bir soru sormanın yeri ve zamanı değil mi? İncelik işte tam da buradadır. Bizler bir şeyleri görüp, onları model ve örnek alarak pek çok şeyi meydana getirebiliriz. Tıpkı tarihte binlerce örneği olduğu gibi... Bugün birçok iş bu minval üzere ilerler. Önce bir şeyi görürüz, sonra ondan bir şeyleri kırpar ya da ona eklemelerde bulunuruz... Hepsi bu kadar! Fakat yaratıcılığın ve özgünlüğün örneğini ortaya koyanlar –örneğin, daha önce bir benzeri yazılmamış şiirler yazan şairler, resimler yapan ressamlar, yapıları, zihinlerindeki tasarılardan yola çıkarak kisve-i tâba büründüren mimarlar– bunları hangi model ve örneğe göre vücuda getirdiler? Bu ve benzeri bilgilerin “başka âlemler”den geldiğini söylemek, bu tasarlayıcıların, bu âlemin sınırlarının dışındaki başka bir âleme gidip geldikleri anlamına gelmemektedir. Bazıları başka âlemleri, bu âlemin sınırlarının ötesinde olmakla eşdeğer görüyor. Hâlbuki gerçekte, o âlemlerle aramızda bir sınır yoktur. “Diğer âlemler” dediğiniz şey, sizin bâtınınızın bâtınının bâtınıdır. Kaç bâtınımız var bizim?

Lârîcânî: Sayılamayacak kadar çok.

Dînânî: Evet, bu konuda bir de hadis var. Kur’ân-ı Kerîm’in bâtını yok mu? Kur’ân’ın bâtın içinde bâtını vardır ki, bazıları bunun sayısının 700 olduğunu söyler. Yine “70 bâtın” ifadesi de, onun 71. bir bâtınının olmadığı anlamında değil, kesreti ifade bağlamında, birden çok veya sayılmayacak kadar çok miktarda bâtınının olduğuna bir işarettir. Burada amaç, bir sayı belirlemek değildir. Velhâsıl, Kur’ân’ın sonsuz bâtını vardır. Peki ya insanın?

Lârîcânî: İnsanın da sonsuz sayıda bâtını vardır.

Dînânî: Ancak gelgelelim bazıları zahirin ötesine geçmek istemiyor. Kendilerinin böyle bir şeye takatleri olmadığı gibi, takati olanlarla da tartışıyor ve/ya onları “kendini kaybetmek”le suçluyorlar!

Buraya dikkat ediniz: Eğer insanda bâtın varsa, hüner (beceri) ve yaratıcılık da vardır. Bu bilgiler insana bâtınından mı geliyor, yoksa farklı bir coğrafyadan mı?

Lârîcânî: Bâtınından geliyor.

Dînânî: Peki, bâtının coğrafyası olabilir mi? Ya şekli? Şekilsizlik âleminden şekle (şekil âlemine) geliyor. Vezinsizlik âleminden vezne geliyor. Yaratıcılık işte budur. Öyle bir âlemden geliyor ki, o âlemi kendileri dahi bilmiyor.

Lârîcânî: Bu, keyfiyeti bilinemeyen ve hiçbir şeyle de kıyaslanamayacak olan bir bağ.

Dînânî: Buradan şu güzel sonuca ulaşıyoruz: Bu iç içe geçmiş ya da birbiri ardınca sıralanmış olan bâtınlar teselsülü mü meydana getirirler, yoksa bir yerde son mu bulurlar? Teselsülü geçerli kabul ediyor değilsiniz sonuçta, öyle değil mi? Teselsül, geçersiz ve hükümsüzdür. Bu teselsül nerede son bulur?

Lârîcânî: Cânân’da son bulur!

Dînânî: Hakk Tebârek ve Teâlâ’ya ulaşır! Bakınız, Sebzevârî konuyu hangi âyetle sonuca bağlıyor? Âyeti tekrar okur musunuz?

Lârîcânî: “Sûra üflenmiştir. İşte o zaman onlar kabirlerinden Rabblerine akın ederler.”

Dînânî: Burada “üflenmiştir” fiili edilgen olarak kullanılmış. Onu üfleyecek olan kimdir? “Üflenmek”, bir üfleyeni gerektirmez mi? Gerektirir.

Lârîcânî: İrfanda, edilgen fiillerin derin anlamları ve sırları vardır.

Dînânî: Sûr nedir? Bir boru mudur? Eğer bu şekilde yorumlarsak, bu zahirî ve maddi bir yorum olur. Zira bu durumda o, cebe de koyulacak bir şey olur, bir yerlerde de kullanılacak bir şey olur... Elbette ki, bu âyetin kıyametle ilgili olduğunu biliyoruz; dolayısıyla kimse bizi bu konuda, âyetin bağlamını bilmemekle itham etmesin.

Şu soruyla devam etmek istiyorum: Kıyametin bir coğrafyası var mı? Bu evrende ne kadar yürürsek kıyamete ulaşmış oluruz? Ya Ay’dan ne kadar yürürsek oraya varırız? Kıyamete kaç yıllık bir yolculuktan ya da yürüyüşten sonra varılır? Bu hususlara dikkat etmemiz gerekir. Kıyamet, varlığın ve bu âlemin bâtınıdır. Sûr da sizin bâtınınızdır. Hatta siz, sûrun bizzat kendisisiniz. İnsanoğlu sûrdur. Mevlânâ da “sûr” yerine “ney” diyor... Eğer ona üflemezseniz, ondan bir ses çıkar mı? İnsan da içine üflenen bir ney gibidir. Üfleyen kimdir?

Lârîcânî: Allah’tır.

Dînânî: Bu yeteneklerin, güzelliklerin, keşif ve yaratıcılıkların tamamı insana üflenmiş olan nefhalardır. Üfleyicisi Hakk Tebârek ve Teâlâ olan nefhalar... Bu, işraktır! Burada fiilî bilgiyi açıklamak istiyorum: Modern epistemoloji dünyası –daha önce de tekrar söylediğim gibi, bugün dünyadaki en yeni konu epistemolojidir; bugün Batı’da da onlarca felsefi ekol içinde en çok öne çıkanı budur; fakat aynı konuyu ele almalarına rağmen Sebzevârî’nin söyledikleri, onlarınkinden oldukça farklıdır–!

Lârîcânî: Doğru olan da onun söyledikleridir.

Dînânî: İşte bu epistemoloji dünyası, bilginin kaynağının neresi olduğunu bilmemektedir. Söyleyebildikleri tek şey, sinir hücreleri vs. Onlara sinir hücrelerinin hareketlerinden yaratıcılık diye bir şeyin meydana gelip gelmeyeceğini sormak istiyorum. İnsandaki bu şaşırtıcı sanatsal yaratıcılık, örneğin Mısır piramitleri hiç sinir hücrelerinin hareketinden doğmuş/tasarlanmış/kâğıda dökülmüş ve taşa bürünmüş olabilir mi? Yine düşünce, duygu ve yaratıcılık da aynı hücrelerin ürünü olabilir mi? Yaratıcılık genel bir şey midir, yoksa özel bir şey mi?

Lârîcânî: Genel bir şeydir.

Dînânî: Evet, anlamı genel. Ama kişisel olarak bakarsanız? Örneğin filan kişinin filan yapıtı?

Lârîcânî: O zaman özel.

Dînânî: Evet, yaratıcı/üretken şahsın kendisi ve daha önceden bir örneği olmayarak ortaya koyduğu yapıt –bunların her ikisi de özeldir. Buradan şu sonuca varmak istiyorum: Fiziksel ya da fizyolojik olan şey (örneğin sinir hücresi) özel fiziksel bir şey midir, yoksa genel fiziksel bir şey mi? Fiziksel bir şey, belli bir kitleye/kimseye özgü müdür, yoksa herkesin anlayabileceği bir şey midir?

Lârîcânî: Herkesin anlayabileceği bir şeydir.

Dînânî: Peki, bir kimsenin yaratıcılığını herkes anlayabilir mi?

Lârîcânî: Hayır.

Dînânî: Bu yaratıcılık fizikten mi gelmiştir? Kaynağı fizik midir? Fiilî bilgi, hiç fizikten vücuda gelebilir mi? Modern dünyayla bugün işte bunu tartışıyoruz. Biz onlarla savaşmıyoruz. Kastettiğim şey, bugün bu konuların ele alınıyor olduğudur. Bugün onlar fizikten ve beynin fizyolojisinden bilgi “doğurmaya” çalışıyorlar. Burada konumuz infialî bilgi bile değil... Çünkü bu bilgi türünde, dış dünyada bir şeyi görür, ondan etkilenir –ismi bile buradan gelir: “infial”– ve bir benzerini yaparsınız. Konumuz bu bilgi türü değil. Burada mezkûr tartışmanın nesnesi/konusu, fiilî bilgidir. Bu [fiilî bilgi ve yaratıcılık] özel bir şey değil midir? Özeldir. Peki, fiziksel bir şey “özel” olabilir mi? Bu kadar özel olan bir şeyin, genel olandan meydana gelmesi mümkün müdür? İşte bu, işraktır. Biz buna “işrak” diyoruz. Buna dikkat ediniz. Biz “işrak” dediğimizde, karmaşık bir şeyi kastetmiyoruz. Bazıları işrakı cin, peri, gizem ve hayalî şeyler vd. zannediyor. Bu gibi şeylerin işrak ile kesinlikle bir ilgisi yok. İşrak, Sebzevârî’den okuduğunuz pasajda, onun konuyu bağladığı âyetin kendisidir. O, bir üfleyeni olan ilâhî bir nefhadır. Yüce Allah ta ezelden, “Ona ruhumdan üfledim” buyurmuştur. Elbette, bunun da doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki çeşidi var. Ancak şunu bilmeliyiz ki, insanın gayb âlemiyle bir bağı olmadıkça, o yaratıcı olamaz; sadece diğerlerinin sunduğu örneklerin bir taklitçisi ve kopyacısı olabilir. Yaratıcılık, gaybîdir ve bir başka âlemden gelir. Buna karşılık fizik ve fizyoloji, yaratıcılık değildir. Bunlar geneldir. Fiziksel bir olgu, dünyadaki herkes için anlaşılabilir bir fenomendir. Fakat yaratıcılık, özelin özelinin de özelidir. Bu dünyada, henüz bir benzerinin oluşturulamadığı nice eserler mevcut... Duyduğuma göre, meşhur ve hepimizin bildiği bir eserin bir benzerini yapmak isteyen onlarca ressam olmuş. Meselâ bir Eyfel Kulesini tekrar inşa etmek mümkündür –her ne kadar bu ikincisi bir taklit ve kopya olsa da... Ancak bir resim var ki –bunu daha önce bu programda dile getirmiştim– bunun birçok yerde tablosu var; ben de orijinalini Louvre Müzesi’nde görmüştüm: Mona Lisa’nın tebessümü. Bu öylesine belli belirsiz ve varlığı ile yokluğu arasında bir fark olmayan bir gülümseme ki... Hatta birçokları o resimde aslında bir gülümsemenin olmadığını bile söyler. Yani hem bir tebessüm var, hem de bir tebessüm yok. Bu öncesinde ve sonrasında bir benzeri olmayan yaratıcılıktır. Bu tabloyu sayısız kez kopyalayıp çoğalttılar; ancak bir benzeri daha yapılamadı. Bu yaratıcılık özeldir. Leonardo Da Vinci’nin bu eseri, özelin de özelidir. Bu, fizik biliminin kalıplarına girebilecek bir şey değildir. Bazı sanatçılar bu tebessümün, “kaybolmuş veya unutulmuş bir tebessüm” olduğunu söylerler. Çok belli olmayan ama sonuçta var olan bir tebessüm... Burada insana ait tüm yaratımları kastediyorum; işte bunların hepsinin işrakî bir boyutu vardır. İşrak, biraz önce söylediğim gibi, bir cin ve peri masalı değil, manevi ve bâtınî bir haldir. İnsanlar bâtınlarını yoklamalılar... Her bâtın, Hakk Tebârek ve Teâlâ’ya kadar uzanan gayb âlemiyle irtibatlıdır.

Lârîcânî: Çok güzel bir nokta gerçekten. Burada şöyle zarif bir konu gündeme geliyor: O da bu bilgiye sesin de eşlik ettiği hususu. Kıyametin anlamı da budur zaten: “Sûr’a üflendi.” Gördüğünüz üzere, burada da bir “ses” var. Eğer O, ruhundan üflemeseydi, hiçbir şey var olmazdı.

Soru şu: Bu fiilî bilgide – burada infialî bilgiyi kastetmiyorum– hayat var, ilim var, kudret var, bilinç var... Dolayısıyla “ruhundan üfleme” konusu, özellikle bu bilgi türüyle birlikte muazzam bir anlama bürünüyor.

Dînânî: Biraz önce de söylediğim gibi, ilgili âyet gerçekte kıyametle ilgili. O gün sûra üflendiğinde tüm ölüler diriltilecek. Bu ayrı bir konudur. Bu kendi yerinde doğru olmakla birlikte, şu an bizim konumuz değil. Yeryüzünde, bir şekilde belli bir konuda bilgisi olan ya da belli bir bilim dalında, eğitim alarak uzmanlaşmış herkesin sahip olduğu bilgiler madde cinsinden midirler? Bilgi dediğimiz şeyin bir ağırlığı, rengi var mıdır? Meselâ yaşlanır mı? Hayır. O halde onda maddenin özellikleri yoktur. Maddenin özellikleri nelerdi? Ağırlık, renklilik, solabilmek, yıpranabilmek, eskiyebilmek, büyümek vd. Bilgide bu özellikler mevcut mudur? Hayır. O halde o bu dünyadan değildir. Keza bilinç de... Buradaki cevabım genel. Fiilî bilgi, kendi yerinde özel bir durumu olan bir bilgi türü. Bu evrende maddeyle ilişkisi olmayan şey ne ile ilişkilidir? Kendisi madde olmayan ve maddenin özelliklerini taşımayan şeyin kaynağı nedir? Evet, o madde âleminde var olmuş olabilir. Sizin ve benim madde âleminde yaşıyor olduğumuz doğrudur. Yine bilginin de maddede (denizde, çölde, ağaçta vd.) zuhur ettiği doğrudur. Fakat şu ayrıma dikkat edilmelidir: O şeyin kendisi mi maddedir, yoksa maddede mi zuhur etmiştir? Maddede zuhur etmiştir, ancak maddenin cinsinden değildir. O halde eğer madde cinsinden değilse, bir nefhadır. Bir bilinç olan bu ilâhi nefha âleme üflenmemiş olsaydı, âlem diri mi olurdu, yoksa ölü mü? Bilinçsiz bir âlem diri değil, ölüdür. Hayat, bilinç sayesindedir. Ve dikkat ediniz, bu bilinç başka bir âlemdendir. İşte Eş-Şeyhü’r-Reîs’in söyledikleri bunlar. Burada şunu sorayım hemen: İbn Sînâ Meşşâî miydi, yoksa İşrakî miydi?

Lârîcânî: Fazlasıyla İşrakîydi.

Dînânî: Allah rahmet eylesin, Sebzevârî de aslında bunu söylüyor: İbn Sînâ yalnızca Meşşâî beyanlarda bulundu ve birçokları buradan yola çıkarak onun kendisinin de Meşşâî olduğunu sandı.

Lârîcânî: Üstat ben de ona niçin “Meşşâî” dendiğini anlayamıyorum doğrusu. Bana göre bir İşrakî olmanın bile ötesinde…

Dînânî: Belki de bu, Şeyh’in, İslâm felsefesindeki ekolleri “Meşşâî” ve “İşrakî” olarak sınıflandıran kimse olmasından ileri geliyordur. Meşşâîler, Aristoteles’in izinden gidenlerdir. O, öğrencilerine yürüyerek ders anlattığı için, ekolü ve takipçileri bu adla anılmıştır (=peripatetikler). Şeyh’in kendisi de İslâm felsefesindeki ekolleri Meşşâî ve İşrakî olmak üzere iki kola ayırmıştır. O elbette ki Aristoteles’i de okumuştu Ancak onun takipçisi olduğunu iddia etmek? İşte yanlış olan burasıdır. İbn Sînâ, Aristoteles’in takipçisi değildir. Kendisinin sadece “eserlerini okudu”; fakat sonunda, okuduğu o filozofu bile geçti. Bazıları bunu niçin anlamıyor, bilmiyorum. Onun Aristoteles’in takipçisi olduğunu söylemek büyük bir yanlıştır.

Her halükârda bu konuyu geçecek olursak, bilgi ve bilinç konusu oldukça önemlidir ve Sebzevârî burada, İbn Sînâ’nın sözlerini çok yalın bir şekilde sınıflandırmış, örneklerle açıklama yoluna gitmiştir. Gerçekte bu felsefî konu, verilen örneklerin çok üstünde bir seviyededir. Fakat o anlaşılmasını sağlamak için örneklerle ilerlemeyi tercih etmiş; yaratıcı bir mühendisin bilgisi ile, edinilmiş bir örnek ya da model üzerinden ortaya konulan bilginin farkını ortaya koymak istemiştir.

Lârîcânî: Açıklamalarının son bölümü de oldukça güzel:

“Fiilî bilgi, sonucun (malûlün) var olmasının nedenidir (illetidir); infialî bilgide ise sonuç (malûl) [bilginin var olmasının nedenidir]. Ancak, elindeki hammaddeler ve yaptığı iş ne kadar tam ve dakik olursa olsun, inşaat ustasının bilgisi, eksik nedendir (illet-i nâkısa); çünkü yapıtını ortaya koyduğu sırada onun bu eylemine, yapı malzemeleri gibi birçok şey müdâhildir. Hâlbuki varlık ve ona bağlı şeyler (hayat, ilim, kudret, irade ve diğer kemâller) sânilere (yapan, kuran, oluşturucu kimseler) ve diğer mahlûklara an be an Hakk’tan ifaza edilmektedir.”

Dînânî: Burada, gerçekte uzun uzadıya açıklanması gereken o kadar incelik var ki... Ontoloji, gerçekte felsefenin en önemli konularını teşkil etmektedir. Burada Vücûd (Varlık) ve mahiyet gibi felsefi konulara girmek istemiyorum elbette ki... Çünkü bu konuların çoğu insan tarafından anlaşılması güçtür. Sadece şunu belirtmek istiyorum: Bazı şeyler vardır ki, bunlar mahiyetin özelliklerinden değildirler. Bugün modern dünya, bilginin mahiyeti konusundan geri kalmış, bunun bir sonucu olarak bilginin nitelik mi, nicelik mi yoksa bir zihinsel nitelik (keyfiyyet-i nefsanî) mi olduğu noktasında bocalamıştır. Bu bocalamanın onları hangi alakasız şeyleri gevelemeye ittiğini siz de müşahede ediyorsunuz.

İlâhî bir filozof olan Sebzevârî şu birkaç şeyi mahiyetin değil, vücûdun özelliklerinden bilmiştir: Örneğin hayat, mahiyetin değil, vücûdun özelliklerindendir. İlim (bilgi) de mahiyetin değil, vücûdun özelliklerindendir. Keza irade ve kudret de böyledir. Bunlar mahüvî (özsel) değil, vücûdî (varlıksal) olgulardandırlar. Bu konular elbette ki benim için zor değil; fakat burada dinleyicinin bilgi ve anlayış düzeyini dikkate alarak, yine de bu konulara girmemeyi tercih edeceğim. Burada açıklamak istediğim bir nokta var. Belki de bu sayede konu daha da anlaşılır hale gelecektir: Bugün birçok konuda bilgisi olan bir insanı nazara alalım: Fizikçi, kimyager, teknisyen, filozof, şair vd., ne olduğu hiç fark etmez. İnsanlar onun tüm bilgilerinin “beyninde” olduğunu zannediyor, öyle değil mi? Peki, insanoğlunun bilgileri beyninde midir? Elbette çok açıktır ki, insanın beyni olmasa, bilgisi zuhur etmez. İlk olarak bu soruya cevap vermemiz gerekir. Beyindeki hücrelerde en ufak bir sorun meydana gelse, beyin artık faaliyetlerini yerine getiremez. Peki, bu organ bilginin kabı mıdır, yoksa onun ortaya çıkış şartı mıdır? Bu soruda kullandığım ifadelere lütfen dikkat ediniz. Beynin ve insan sağlığının, bilginin ortaya çıkış şartı olduğunu söylerseniz, meseleyi doğru ifade etmiş olursunuz. Fakat eğer beyni bilginin kabı olarak görürseniz, bu durumda “sizce ‘şart olmak’ ile ‘kap olmak’ arasında bir fark yok mudur?” sorusuyla muhatap olursunuz. İnsanın başı (beyni), bilginin kabı değildir; ancak beynin ve bedenin sağlığı bilginin ortaya çıkışının ön koşullarındandır.

Burada izin veriniz ben de tıpkı Sebzevârî gibi örneklerle ilerleyeyim: Eğer serçe parmağınız ağrıyacak olsa, acısını hisseder misiniz, hissetmez misiniz? Hissedersiniz, öyle değil mi? Belki acısından feryat bile edersiniz. Peki, hissettiğiniz bu acı, gerçekte parmağın kendisinde midir?

Lârîcânî: Hayır.

Dînânî: Eğer ağrıyan parmağınızı mikroskobun altına koyacak olsanız, hatta onu atomlarına kadar bile inceleyecek olsanız, ağrının kendisini bulabilir misiniz? Ağrının parmağınızda olduğu ortada ve siz acıyı orada duyuyorsunuz. Esasında acı denen şey, bedenin içinde midir?

Lârîcânî: Acının kabı beden değil, fakat zuhur ettiği yer beden.

Dînânî: Evet, bedende var olan, acının kendisi değil, acı duygusudur. Eğer bedende bu acı yoksa, o halde o bunu nasıl hissedilebiliyor? İşte bu bir problem ve paradoks. Beden acının kabı mıdır, yoksa nefs-i nâtıka mı bedenin şartlığıyla acıyı duymaktadır?  Beden, acıyı duymanın şartıdır.

Burada bir soru daha sormak istiyorum: Eğer beden olmasaydı –ki insan bu durumda mücerred (soyut) bir varlık olurdu– insan yine de acıyı hisseder miydi? Burada beden artık çürüyüp toprak olmuştur. Peki, bu durumda bile nefis hâlâ acıyı duyumsayabilir mi?

Lârîcânî: Acının zuhur ettiği yer olan beden artık yoktur. Dolayısıyla nefis de acıyı duyumsamaz.

Dînânî: Hayır. Orada da acı vardır; fakat bu acı, bedensel değildir. İnsan kabirde azap gördüğünde, çürüyüp giden bedeni bundan acı duyar mı? Bir örnek daha vereyim, böylece konu daha da açıklığa kavuşsun: Bir insanın kolunun kesildiğini varsayalım. Ara sırada da olsa, bu kimselerin hâlâ kesilmiş uzvun acısını duyduklarını görürsünüz. Kolu yok, ama buna rağmen kolunun ağrıdığını duyumsayabiliyor. Ya da ayağı kesilmiş olabilir, ama ayağının ağrıdığını hissedebiliyor. Bu örneklerle neyi söylemeye çalışıyoruz? Bedenin kap olmadığını ve sadece bir şarttan ibaret olduğunu... Ölmüş ve bedeni çürümüş olsa bile, kabirde gördüğü azap, onun bedeninin azalarında “acı” olarak zuhur etmeye devam eder. Gördüğünüz gibi bunlar, karmaşık meseleler.

Lârîcânî: Üstat bunlar yine bedensel acılar... Bir de pişmanlık gibi [bedensel olmayan] acılar var.

Dînânî: Aman aman, evet, öyle. Şimdiye kadar hiç pişmanlık duydunuz mu? Bu hakikaten çok zor bir acı. İnsan bir ömür boyu yanlış şeyler yapsın ve sonrasında ömrünü ne kadar kötü şeylerle ziyan ettiğinin farkına varsın... Bu acının telafi edilebilir bir yönü var mı? Bunun ne kadar zor bir durum olabileceğini bilirsiniz. Böyle bir halden Allah’a sığınır ve rahmetinin bizi de şamil kılmasını dileriz. Bakınız, günlük hayattaki bazı pişmanlıklar, bir ölçüye kadar telafi edilebilirdir. Örneğin biri bir hata yapar, sonra bundan pişman olur ve telafi yolları arar. Ancak ya bir ömrü ziyan ettikten sonra pişmanlık duyarsa, bunu nasıl telafi edecek? İşte burada iş zordur.

Her halükârda bu örneklerle açıklamaya çalıştığım şey, epistemolojinin kolay bir konu olmadığıdır. Burada Sebzevârî, İbn Sînâ’nın sözüne temessük ederek, bir örnekle bilgi ve bilgi felsefesi konusunu izah etmeye çalışıyor ve bilgiyi, “fiilî” ve “infialî” olmak üzere iki kısma ayırıyor. İnfialî bilgide siz dışarıdan bir şeyleri görür, onlardan etkilenir ve buna dayanarak bir şeyleri oluşturmaya çalışırsınız. Bilgilerimizin birçoğu infialîdir. Okula gider, eğitim görür ve hayatta birtakım tecrübeler ediniriz. İnfiali bilgi, bir şeyi dışarıdan aldığımız anlamına gelir. Fiilî bilgi ise, dışarıdan alınan bir şey değildir; o, bâtından gelir. İnsanoğlu dünya sahnesine ilk kez adım attığında okula mı gitmişti? Bir şeyleri görerek mi onlar hakkında bilgi sahibi olmuştu? Onun bilgisi fiilî mi, yoksa infialî miydi?

Lârîcânî: Bir önceki programımızda işlediğimiz âyette insanoğlunun ilk yaratılışta bir şeyleri bildiğini söylemiştik.

Dînânî: O halde insanoğlu bunları biliyordu. İşte bu bilgisi fiilî miydi, yoksa infiali miydi?

Lârîcânî: Fiilî bilgiydi.

Dînânî: Çünkü âyette şöyle buyruluyor: “Âdem’e isimlerin tamamını öğretti.[2] Peki, öğretmeni kimdi? Yüce Allah idi. Burada neandertal insan[3]dan söz etmiyoruz, o tamamen ayrı bir konu. Bizim burada söylemek istediğimiz, insanın insan olduğu andan itibaren, bilincini aktifleştirme yeteneğine sahip olduğudur. Bu bilinci fiiliyata eriştirme yeteneğini ona Yüce Allah vermiştir.

Lârîcânî: Sizin değindiğiniz bu noktaya Sebzevârî de değiniyor: “Daha önce de Hakk’ın, ‘kuvvesinin mahiyet taşıyan bir zatî imkân[dan ibaret] olduğu’ şeklindeki anlamıyla bir mahiyetinin olmadığını yazmıştım. Çünkü Hakk Teâlâ gerçek varlıktır (vücûd-i hakîkî). O, gerçek hâkk ve a‘yânın metnidir.

Dînânî: Buradaki “hâkk” (şapkalı “a” ile), hakikatin özü, merkezi anlamındadır. “Hakk” ile aynı kökten gelip, onun ism-i mübalağasıdır. Hakikatin sırr-ı süveydasıdır yani. Bu hakikatin cevheri ve merkezi kimdir? Hakk Tebârek ve Teâlâ’dır.

Lârîcânî: Sonra şöyle devam ediyor: “Bu anlamı idrak etmek yakîn türünden bir bilgiyi gerektirir:Eğer Allah’tan sakınırsanız, o size bir anlayış verir.[4] Her şeyi ne güzel de birbiriyle ilişkilendiriyor...

Dînânî: Bakınız, burada bilgi ile yakîn arasında bir fark gözetiyor. Herkesin birçok konuda bilgisi var, öyle değil mi? Üstelik bu bildikleri şeylere karşı zahirî bir yakinleri de mevcut. Herkes sonuçta bildiği şeye göre hareket ediyor. Ancak bilmeliyiz ki, bilginin de kendi içinde mertebeleri vardır. Her şey dolayımlı (husûlî) bilgiden mi ibarettir, yoksa yakinin de kendi içinde dereceleri var mıdır? Bazen yakinimiz, dolayımlı bilgi düzeyindedir. Sonuçta bu da bir yakin türü. Birçok insanın yakinî bilgisi bu cümledendir ve onlar bu bilgilerine göre hayatlarını sürdürürler. Hadis külliyatımızda, yakinin de derecelerinin olduğu bildiren bir hadis mevcuttur. İmam Ali’nin (a.s) beyanıyla, “Eğer perdeler kalkmış olsaydı, yakinim asla artmazdı.” Yakin, a‘yânı şuhud etmektir; bu da gerçek şuhuddur ve önemli olan budur. Kısacası, Sebzevârî burada bilgi ile yakin arasında bir fark olduğunu belirtiyor. Yani bilmeliyiz ki, yakinin birçok derecesi var.

Lârîcânî: “Bu aynı zamanda batınî bir safâyı da gerektirir.” Yine bu ifadede de gördüğümüz gibi, felsefî, irfanî, hikemî ve ahlakî konuları birbiriyle çok güzel bir şekilde dokuyor. Çok ilginç bir yetenek.

Dînânî: Elbette ki, bunları sistematik bir düzen ve ahenkle bir araya getiriyor. Yani birbirine karıştırmıyor. O bilgide bile bir kabuk mertebesinin olduğunu söylüyor. Bildiğiniz gibi, meyvelerin de kabuğu var öyle değil mi? Peki, değerli olan meyvenin kendisi midir, yoksa onun kabuğu mudur? Cevizin kendisi mi değerlidir, kabuğu mu? Elbette ki, kabuğunun da faydaları vardır, ama aslolan içidir. Bilginin de “zâhir” dediğimiz kabukları vardır. Keza özü ve derinlikleri de... Peki, bizim onun kabuğuna mı ulaşmamız gerekiyor, özüne mi? Bir kimsenin “zâhirî” olduğunu söylediğimizde, onun kabuk düzeyinde kaldığını, öze inemediğini ya da inmek istemediğini imlemiş oluruz. Ne yazık ki, bu gibi kimseler kendilerini o düzeyde tuttukları kadar, başkalarının da o düzeyde kalmaları için çaba gösterirler. Onlara göre öze inmek korkutucudur. Peki, burada yapılması gereken nedir? Kabukta kalmak mı, öze inmek mi? Öze eriştiğimizde, o özün de bir özü vardır, öyle değil mi? Sonsuz bir öz içre öz... Bunlar zâhir ve kabuk ehlinin pek de sevmedikleri konular. Hatta düşmanlık besledikleri şeyler... Eğer bunları bilmiyorlarsa, diyecek bir sözümüz yok; bilmiyorlardır [ve bu düşmanlık veya ilgisizlik bilmemekten kaynaklanıyordur]; ama bazen de bile isteye düşmanlık beslediklerini görüyoruz. Böylelerine, başkalarını da kabuk düzeyinde tutmaya çalışarak neyi amaçladıklarını veya hangi [manevi] hastalıklarından dolayı o kabuk düzeyine böylesine tutunduklarını/sarıldıklarını sormamız gerek. Bâtınla ilgili her şeyden niçin böylesine rahatsızlık duyuyorlar, bilemiyorum. Velhâsıl, hakkü’l-yakîne ulaşanlar kabuk aşamasını geçenlerdir.

Lârîcânî: “Kudretli bir hükümdarın katında sıdk makamında/koltuklarındadırlar.”[5]

Dînânî: Bu âyetteki “mek‘ad”, ‘oturulacak yer, oturak’ anlamına gelir. Yani insanın istikrar bulduğu (konumlandığı) yer. İstikrar nerededir? İnsan oturduğunda mı istikrarlı olur, yürüdüğünde mi? Kesinlikle, oturarak istikrar kazanmış olur. Dolayısıyla ben buradaki “oturulacak yer” ve “sıdk makamı/oturağı” ibarelerinden istikrarı anlıyorum. İstikrar doğrulukta mıdır, yalanda mıdır?

Lârîcânî: Doğruluktadır.

Dînânî: Sıdk makamı/oturağı ve doğruluğun istikrarı...

Lârîcânî: Sadakatin kendisi istikrardır.

Dînânî: Bakınız, bu âyetlerdeki anlam örgüsü ne kadar güzel! Önce, sıdk (doğruluk) ve istikrardan söz ediliyor, sonra güçlü bir melikten... “Melik”, “mâlik”in ism-i mübalağasıdır. Yani “çokça sahip olan” demektir. Her ikisi de aynı kökten gelmelerine rağmen, bunlardan hangisi daha önemlidir?

Lârîcânî: Melik.

Dînânî: Evet, çünkü mübalağa anlamını taşıyor. Sonrasında ise “Muktedir” geliyor. Bu da ‘kudret, doğruluktadır’ anlamına geliyor. Aldatmakta ve yalan konuşmakta bir kudret yoktur. Tüm kudret doğruluktadır. Eğer doğru iseniz, aynı zamanda kudretlisinizdir de. Doğru sözlü olan, güçlüdür ve güçlüler de doğru sözlüdür; buraya dikkat ediniz. Eğer bir kimse yalancıysa, kendi zamanının en güçlü Firavun’u bile olsa, yine de zayıftır. Bilirsiniz, Firavunlar genelde hep yalan söylerler zaten. Eğer yalan konuşuyorlarsa, siz onların zayıflığından kesinlikle emin olabilirsiniz. Çünkü güçlüler yalan konuşmazlar. İktidar (güç sahibi olmak), doğruluktadır. Yalan konuşanlar, zayıflıklarından yalana sığınırlar. Eğer doğru sözlü olsalardı, zaten güçlü olurlardı ve yalana sığınmalarına gerek kalmazdı. Bu âyet ne kadar da güzel ve derin... Gerçek bir güce sahip olan herkes, doğru sözlüdür. Yalan söyleyenler ise zâhirde ne kadar güçlü görünürlerse görünsünler, onların gücü yine de sahtedir.

Lârîcânî: Evet, gerçekten de öyle. Belki de kabuk aşamasını geçmek de o sıdk makamına ulaşmak içindir...

Dînânî: Eğer daima doğru sözlülüğü şiar edinirsek, oraya ulaşmamız elbette ki zor olmayacaktır. Doğruluktan yine o doğruluk makamına ulaşırız.

Lârîcânî: Gerçekten öyle güzel konular ki bunlar... Bu yüce şahsiyetler bu sözcükleri ve ibareleri bir araya getirdiklerinde, bunu belli bir anlayışa ve hesaba göre yapıyorlar hiç kuşkusuz. Belki de yazdıkları şeyler o yüzden bu kadar dokunuyor ve haz veriyor kalplerimize. Bu açıklamaların tamamı, onların o pak ve duru ilimlerinin ve doğruluklarının, ulaşmış oldukları sıdk makamından bizlere yansımalarıdır... İnşallah bizler her zaman bu yüce şahsiyetlerin değerini bilenlerden oluruz. Çünkü bizlere de o güzellikleriyle terennüm ediyorlar.

Dînânî: Esasında tanımak ve bilmek doğruluktadır. Yalancılıkta ise sadece yabancılık vardır.

Lârîcânî: Kesinlikle öyle, üstat.

Bir sonraki programda tekrar görüşmek üzere, kıymetli üstadımızla birlikte, hepinize esenlikler diliyoruz.

 

https://philosophyar.net/marefat/21-august-2015/

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak



[1] Yâ-Sîn Sûresi, 51. âyet

[2] Bakara Sûresi, 31. âyet

[3] Homo neanderthalensis (ç.n)

[4] Enfâl Sûresi, 29. âyet

[5] Kamer Sûresi, 55. âyet