ÖZEL: İmam Seccâd (a.s.) Döneminde Beraat (Teberrâ) Meselesi: Beraatın Düşünceden Kitlesel Bir Akıma Dönüşmesi
- Medyasafak.net
- EHL-İ BEYT OKULU
- 27.08.2025

Ehl-i Sünnet’e mensup bulunan Hârizmî’nin naklettiği bir rivayet, Şeyhayn’ın Âşûrâ hadisesindeki rolünü açıkça ortaya koymaktadır. Hârizmî’nin rivayetine göre, İmam Hüseyin (a.s.) mübarek sakalını kendi kanıyla boyamış ve şöyle buyurmuştur: Dedem Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna çıkıncaya değin bu halde kalacağım; kanıma boyanmış vaziyette, “Ya Resûlullah! Beni falan ve falan öldürdü!” diyeceğim.
İmam Seccâd (a.s.) Döneminde Beraat (Teberrâ) Meselesi: Beraatın Düşünceden Kitlesel Bir Akıma Dönüşmesi[1]
Abdülmecid İtisâmî
Özet:
İmam Seccâd’ın (a.s.) imamet dönemini, tarihsel açıdan, dönemin Şiî cemaati içerisinde mevcut bulunan Şeyhayn’dan beraat etme düşüncesinin toplumsal bir akıma dönüştüğü bir dönemeç olarak değerlendirmek gerekir. Bu akım, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) vefatından sonra ortaya çıkan hilafet meselesiyle ilgili olarak yaşanan anlaşmazlıkların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) Şiîleri ile muhalifleri arasındaki anlaşmazlık ve ihtilaf, Âşûrâ hadisesine kadar bir cepheleşmeyi ortaya çıkarmamış ve kitlesel bir boyuta ulaşmamıştır. Kerbelâ’dan sonra ise anlaşmazlıklar çatışmaya dönüşmüş; bu çatışma da beraat düşüncesinin Şiîler arasında farklı şekillerde tezahür etmesine ve çok geçmeden bir akıma dönüşmesine neden olmuştur. Neticede, özellikle bir Şiî yerleşim yeri olan Kûfe, beraat düşüncesinin yaygınlaştığı bir merkez haline gelmiştir. Hiç şüphesiz Emevîlerin baskıcı siyaseti de bu akımın ortaya çıkmasında etkili olmuştur. İmamet dönemi ve kendisine izafe edilen rivayetler incelendiğinde İmam Seccâd’ın beraat düşüncesinin bir akıma dönüşerek yaygınlaşmasını desteklediği anlaşılmaktadır. İmam, bu süreçte hem sahâbesini bu konuda bilinçlendirmiş hem de dönemin sosyopolitik şartlarını dikkate alarak stratejik bir denge politikası izlemiştir.
Giriş
Arapçada “ber’un’” kökünden türeyen “beraat” ve aynı kökten türeyen “teberrâ” kelimeleri, lügat âlimlerine göre, insanın hoşlanmadığı bir şeyden uzaklaşması, beri olması ve ayrılması anlamına gelir.[2] Bir diğer adı Beraat olan Tevbe Sûresi’nde müşriklerden beraat ve Yunus Sûresi’nde bazı fiillerden beraat, bu kapsama girmektedir.[3] Bazı müfessirler Tevbe Sûresi’nde geçen “beraat” kelimesini ayrılmak, uzaklaşmak ve çıkmak olarak tefsir etmiştir.[4] Müşriklerden beraatin, onlarla her türlü ilişkiyi kesme ve onlara muhabbet beslemeyi terk etme anlamına geldiği belirtilmiştir.[5] Nitekim Tevbe Sûresi’nin ilk ayetlerinin siyakı ve bağlamı, müşriklerle Müslümanlar arasında daha önce yapılmış ve ihlal edilmemiş anlaşmalar dışında, bütün anlaşmaların geçersiz olduğunu göstermektedir.
Dolayısıyla, Beraat Sûresi’nin ilk ayetlerinin zahiri anlamından ve ayrıca lügat ve tefsir âlimlerinin açıklamalarından, beraat kavramının anlamının, sadece “sevmemek”ten veya “buğzetmek”ten ibaret olmadığı anlaşılmaktadır; bilakis beraat, belirli bir kişiyle araya mesafe koymaya, onunla ilişkiyi kesmeye ve ona yardım etmemeye yönelik alınan kararlı bir tavırdır. Bu tavır, söz konusu kişiye buğzetmeyi ve düşmanlık beslemeyi beraberinde getirebilirse de bundan, her çeşit buğz ve düşmanlığın zorunlu olarak beraat olarak yorumlanabileceği sonucu çıkarılamaz. Buna göre, sevmemek, buğzetmek, lanet etmek ve kin beslemek beraatin sonuçları arasında yer alabilirler; fakat bunlar tek başlarına beraatin göstergesi olamazlar. Beraat veya teberrâ, belirli bir kişiye ya da kişilere karşı bir tavır belirlemek, vaziyet almaktır. Teberrî eden müteberrî de bütün eylem, davranış veya tepkisiyle bu tavrını ortaya koyup izhar eden kişidir. Tevbe Sûresi’nde, beraat ayetinin devamında müşriklerin durumunun açıklanmasından sonra, iman edenlerden, küfrü sevmeleri ve Allah’a şirk koşmakta ısrar etmeleri halinde ana-babalarını dahi veli edinmemeleri istenmiştir. Ayete göre, küfrü sevmeleri ve Allah’a şirk koşmalarına rağmen onları veli edinen, onların velâyetlerini kabul eden kimse zalimlerden olur (Tevbe, 23). Bu ayet, beraatin sadece sevgi beslememek ve ilişkiyi kesmekten ibaret olmadığını; beraatin ana direğini oluşturan asıl önemli unsurun, kendilerinden beraat ve teberrâ edilmesi emredilen kişilerle —bu kişiler ana-baba, kardeş ve yakın akrabalar olsa bile— velâyet bağını kesmek olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan, beraatin rüknünün “velâyet bağını kesmek” olduğu ileri sürülmüştür; çünkü söz konusu ayete göre velâyet bağını kesmeyen bir mümin zalimlerden sayılmıştır.
Yukarıda açıklanan anlamıyla beraatin, Şeyhayn (Ebû Bekir ve Ömer) söz konusu olduğunda İmâmiyye ile Ehl-i Sünnet arasındaki en hassas ihtilaflar konularından biri olduğu söylenemese de bu meselenin son derece önemli olduğu kesindir. Meseleyi önemli yapan, bunun Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki en temel anlaşmazlık ve tartışma meselesi olan imamet konusuyla doğrudan bağlantılı olmasıdır. Bu meselenin, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) vefatından sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan ilk ve en önemli görüş ayrılığı olduğu söylenmiştir.[6] Tarihsel açıdan, Müminlerin Emiri Ali (a.s.) ile ilk üç halife arasında Hz. Peygamber’in halifeliği konusunda bir ihtilaf bulunduğu gerçeğinin ispata ihtiyacı yoktur. Nitekim, rivayet derlemelerinden ve tarih kaynaklarından Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s.) ve taraftarlarının, Kerbelâ’daki Âşûrâ hadisesi öncesinde Şeyhayn’dan beraat ettikleri; dolayısıyla bu dönemde beraat düşüncesinin var olduğu anlaşılmaktadır.[7] Âşûrâ hadisesinden sonra, Seccâd lakabıyla tanınan İmam Ali b. Hüseyin Zeynelâbidîn’in (a.s.) imamet döneminde mevcut bulunan beraat düşüncesi bir süreklilik kazanmıştır. Bu sürekliliğin en önemli kanıtı, bu makalenin ilerleyen bölümlerinde delilleriyle gösterileceği üzere, İmam Seccâd’ın ve taraftarlarının söz, tavır ve eylemleridir. Ancak bu dönemle Âşûrâ öncesi ilk dönem arasında şöyle bir fark bulunmaktadır: İlk dönemde, beraat düşüncesi, bir başka deyişle itikadî ve toplumsal sınırların belirlenmesi, bireysel olarak ortaya çıkmış, Müslüman toplumunda ve özellikle Şiî cemaatinde kitlesel bir biçimde tezahür etmemiştir.
Tarih kaynaklarında veya rivayet derlemelerinde bunun aksini gösteren bir delil veya emareye rastlanmamıştır. Şeyhayn’a açıkça muhalefet etme, itirazda bulunma ve eleştiri yöneltme, en yoğun şekilde ilk halifeye biat alınması sürecinde yaşanmıştır. Bu dönemde, Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) ve Sıddîka-i Ṭâhire Hz. Fatıma’nın (s.a.) çabalarına rağmen[8] beraat düşüncesi kitlesel bir şekilde dile getirilmemiş; bir başka deyişle, ifşa boyutuna ulaşmamıştır. Zira İmam Ali (a.s.), taraftarlarının az olması nedeniyle sessiz kalmayı ve sabretmeyi tercih etmiştir. [9]
İlk iki halife döneminden sonra Osman’ın halife ve Muâviye’nin vali olarak iktidara gelmesiyle birlikte, Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) ve evlatlarının başlıca hedefi, Müslüman toplumu yönlendirmek ve Muâviye’nin baskıcı politikalarına karşı koymak olmuştur.[10] Âşûrâ hadisesinden sonraki ikinci dönemde, ilk dönemde benzeri görülmeyen bazı olaylar ve bu olaylarla bağlantılı birtakım gelişmeler yaşanmış ve nihayetinde Şeyhayn’dan beraat düşüncesi gizli olmaktan çıkarak Kûfe gibi belirli bölgeler başta olmak üzere Müslüman toplumunda ve Şiî cemaatinde görünürlük kazanmıştır. Bu dönemde Irak’ın sözü edilen bölgesinde Şeyhayn’dan beraat ve teberrâ, kitlesel bir tutum haline gelmiş ve giderek daha da görünürlük kazanarak Müslüman toplumunda, özellikle de Şiî cemaatinde bir akıma dönüşmüştür.
Bu çalışma, tarih kaynaklarını ve rivayet derlemelerini inceleyerek, beraat düşüncesinin nasıl ortaya çıktığını ve bir akıma dönüştüğünü göstermeyi amaçlamaktadır. Konunun daha önce incelenmemiş olması araştırmayı zorlaştırmışsa da dönemin Müslüman yönetimi ve toplumu hakkında tarih kaynaklarının sunduğu bilgiler ile İmam Seccâd’dan (a.s.) sahâbesi aracılığıyla bize ulaşan hadisleri sayesinde araştırmayı ilerletmek kısmen mümkün olmuştur.
1. Âşûrâ Hadisesi ve Beraat Düşüncesindeki Rolü
İslâm tarihi boyunca Kerbela hadisesi, Ehl-i Beyt (a.s.) ve onların Şiîleri ile düşmanları ve muhalifleri arasındaki en hassas ve en önemli yüzleşme olmuştur. Bu yüzleşmede, Ehl-i Beyt’in ve Şiîlerinin yolu, muhaliflerin yolundan ve dönemin ana akım ideolojisinden tamamıyla ayrışmış, arlarındaki sınır belirginleşmiştir. Bu bağlamda bazı tarihçiler, Şiî kimliğin İmam Hüseyin’in (a.s.) şehadetinden sonra tebellür ettiğini (kristalleştiğini) ileri sürmüşlerdir.[11]
Dönemin Şiîlerini İslâm toplumuna hâkim olan düşünceden ayıran en önemli mesele, Ehl-i Beyt dışında bir yönetimin salahiyete ve meşruiyete sahip olmadığıydı. Ehl-i Beyt de Emevî iktidarına karşı muhalefetini en başından itibaren çeşitli şekillerde ortaya koymuştu; zira Ehl-i Beyt ve Şiîleri için, Emevîleri iktidara taşıyan sürecin daha ilk halifeler döneminde başladığı açıktı.[12] Âşûrâ hadisesi her ne kadar Ehl-i Beyt’in ve Şiîlerinin Emevîlerle yüzleşmesi gibi görünse de bu fitnenin kaynağının aslında ilk halifeler dönemine uzandığı biliniyordu. Nitekim ikinci halife Ömer, Muâviye’yi “Arapların Kisrâsı” sözüyle nitelemiş,[13] onu Şam bölgesinin (Şâmât) tamamının hâkimi yapmış[14] ve uygulamalarına hiç karşı çıkmamıştı.[15] Muâviye’nin itirafı da bu gerçeği teyit etmektedir:
Allah’a yemin ederim ki, Ömer’in yanında sahip olduğum mevki ve itibar sayesinde insanlar üzerinde bu derece hâkimiyet kurabildim.[16]
Muâviye’nin iktidara gelmesiyle birlikte İslâm toplumunda hilâfet saltanata dönüşmüş ve yönetim, miras yoluyla Emevî hanedanı üyeleri arasında babadan oğula intikal etmiştir. Halkın Yezid’in veliahtlığına sıcak bakmamasına rağmen Muâviye, onun iktidara gelmesini sağlamak amacıyla çeşitli siyasî hile ve entrikalara başvurarak halkın rızasını kazanmaya çalışmış ve ne pahasına olursa olsun koltuğunu Yezid’e devretmiştir.[17]
Kerbelâ hadisesinden sonra itibarını daha da kaybeden Emevîler, iktidarlarını güçlendirmek ve zulüm ve fesatlarını örtbas etmek için çareler aramaya başlamışlardır. Bu doğrultuda, kaderci (cebrî) söylemlere başvurmuş ve böylece zalimane icraatlarını dinî terminolojiyi kullanarak meşru göstermeye çalışmışlardır. Nitekim Yezid de Kerbelâ esirleriyle karşılaşmasında aynı yaklaşımı benimseyerek, İmam Seccâd’a (a.s.) şöyle demiştir: “Allah’a hamdolsun ki babanı öldürdü.”[18] Aynı türden kaderci yaklaşım hem Muâviye’nin[19] hem de ikinci halifenin söz ve davranışlarında da görülmektedir.[20]
Aslında Âşûrâ, gasıpların iktidarının maskesini düşürüp itibarını yerle bir etmiş ve bu süreçte Ehl-i Beyt’in gerçek takipçileri diğerlerinden ayrışmıştır.
Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) Şiîlerinin, onun imamet döneminden itibaren kısmen tanınır oldukları doğrudur; ancak Âşûrâ’yı, Ehl-i Beyt’in sadık Şiîlerinin muhaliflerinden toplumsal olarak ayrışmasının ve onlarla aralarındaki sınırın belirginleşmesinin başlangıcı olarak değerlendirmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Zira Sakîfe darbesinden Kerbelâ’ya kadarki süreçte, Ehl-i Beyt’ten hiç kimse gasıp halifeye biat etmeyip, Allah tarafından kendilerine bahşedilen imamet hakkını geri almak amacıyla sonu şehadete varacak denli büyük bir kıyama kalkışmamıştır. İmam Hüseyin’in (a.s.) biat etmemesi, Şiîler için yol gösterici olmuş ve bundan sonra onlar, Şeyhayn da dahil olmak üzere, Ehl-i Beyt dışındaki herhangi birinin hilâfetini meşru kabul etmemişlerdir. Bu tarihten itibaren Şiîler, Müminlerin Emiri Ali’nin ve evlatlarının imametinin ilahî emir ve nassla sabit olduğuna, dolayısıyla Ehl-i Beyt dışındaki bütün hilâfet iddialarının batıl olduğuna dair inançlarını gündelik hayatlarında söz ve eylemleriyle göstermeye başlamışlardır. Nitekim İmam Hüseyin’in Kerbelâ’daki ashâbı, kendilerini açıkça Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) dini üzere olan kimseler olarak tanımlamışlardır. Haccâc b. Mesrûk bir şiirinde şöyle demiştir:
Cömertliğin sahibi olan baban Ali’ye gelince; bizim vasî olarak tanıdığımız işte odur.[21]
Hilâl b. Nâfi ise şöyle demiştir:
Ben, Temîmli Becelî bir gencim; dinim de Hüseyin’in ve Ali’nin dinidir![22]
İmam Hüseyin’in (a.s.) ashâbı ile Yezid ordusu arasındaki çatışma, aslında iki farklı dinî anlayışın çatışmasıydı: Bir tarafta yalnızca Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) imamet ve hilâfetini meşru kabul edenler vardı; diğer tarafta ya İmam Ali’ye düşman olanlar ya da iktidarı ele geçiren herhangi birinin hilâfetinin meşru olduğunu kabul edenler vardı. Bu gerçek, Kerbelâ’da söylenen recezlerde de dile getirilmiştir. İmam Hüseyin’in ordusundan Nâfi b. Hilâl, düşmana şöyle seslenmiştir:
Ben, Ali’nin dini üzere olan Cemelî’yim!
Buna karşılık Yezid ordusundan şu cevap gelmiştir:
Ben Osman’ın dini üzereyim.[23]
İmam Hüseyin’in Âşûrâ günü esir alınan ailesi de Kerbelâ’dan Şam’a götürülürken konakladıkları yerlerde yaptıkları konuşmalarında ne Şeyhayn’a meşruiyet atfetmiş ne de onlara muhabbet beslediklerini veya onları velî kabul ettiklerini ifade eden bir söz söylemişlerdir; yalnızca Peygamber Hanedanı’nın üstünlüğünü dile getiren sözler sarf etmişler ve bu sözleriyle Şam halkının büyük bir kısmının kalbini kazanmışlardır.[24]
Dolayısıyla, her ne kadar tarih kaynaklarında yer alan rivayetlerde ilk halifelerin Âşûrâ hadisesindeki rollerinden açıkça söz edilmemişse de dönemin Şiîleri için bu olayın asıl sorumlularının kimliği hiç de gizli değildi. Günümüze ulaşan rivayetleri dikkatlice incelediğimizde, bu gerçek günümüz Şiîleri için de gizli kalmamaktadır. Örneğin, Ehl-i Sünnet’e mensup bulunan Hârizmî’nin naklettiği bir rivayet, Şeyhayn’ın Âşûrâ hadisesindeki rolünü açıkça ortaya koymaktadır. Hârizmî’nin rivayetine göre, İmam Hüseyin (a.s.) mübarek sakalını kendi kanıyla boyamış ve şöyle buyurmuştur:
Dedem Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna çıkıncaya değin bu halde kalacağım; kanıma boyanmış vaziyette, “Ya Resûlullah! Beni falan ve falan öldürdü!” diyeceğim.[25]
İmam Hüseyin’in bu sözü, hiç kuşkusuz, Âşûrâ hadisesinin, Şeyhayn’ın yoldan çıkmalarının ve halkı ilahî imamet ve hilâfet yolundan saptırmalarının bir sonucu olduğunu ortaya koymaktadır.[26]
Dolayısıyla, İmam Hüseyin’in, Ehl-i Beyt’in ve Şiîlerinin tutumu, halifelerin yanlış siyasetlerine karşı bir tavır niteliği taşımaktaydı ve bu tavır, toplumsal alanda çeşitli biçimlerde tezahür ediyordu. Bu sebeple, beraat kavramının yukarıda verilen anlamı ve yorumu dikkate alındığında, Âşûrâ hadisesinin hem Şeyhayn’dan teberrî etmeyi kapsadığı hem de İslâm toplumunda “beraat akımı” adı verilebilecek yeni bir akımın doğmasına zemin hazırladığı söylenebilir. Şeyhayn’dan beraat, Kûfe gibi bazı bölgelerde açıktan ve kitlesel olarak dile getiriliyordu. Sözgelimi, Muhtâr Sekafî’nin Kûfe’ye hâkim olduğu dönemde, intikam bilincine sahip olan ve bu duyguyla harekete geçen Şiîler ve Muhtâr’ın taraftarları, halifelerden teberrî ettiklerini dile getirmede çok daha cesur hale gelmiş ve kimi zaman beraatlerini Şeyhayn’dan da beri oldukları ilan ederek gösterme başlamışlardır. Bu durum öyle bir noktaya varmıştır ki, Zübeyrîlerin ve Emevîlerin hamisi olan eşraf, eleştirilerini, “Neden Şiîler bizim selef-i sâlihimizden teberrî ediyorlar?” sözleriyle dile getirmişlerdi.[27] Aynı dönemde, Şiîler ve Alevîler diğer fırkalardan ayrılmış ve Muhtâr’ın safına geçmişlerdir. Karşı cepheyi ise, Şeyhayn’ın hilâfetini meşru kabul eden Emevîlerin ve Zübeyrîlerin taraftarları oluşturmuştur. Muhtâr’ın kıyamında ortaya çıkan tartışmalarda Ehl-i Beyt’in (a.s.) imameti meselesinin yanı sıra beraat konusunun da önemli bir yer tutmasının nedeni budur.[28]
2. Âşûrâ’dan Sonra Kûfe ve Beraat Meselesi
Tarihî kaynaklardan anlaşıldığına göre, Âşûrâ hadisesinden sonra Şiîlerin yerleşim yeri olan Kûfe, Şeyhayn’dan beraat etme ve onları reddetme (rafz) konusunda yaşanan çatışmaların merkezi olmuştur. Bu çerçevede, Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) Şiîleri bir yandan Şeyhayn’ı reddedip onlardan teberrî ederken diğer yandan Şeyhayn ve taraftarlarıyla aralarına bir sınır çizme ve onlara karşı net bir tavır belirleme meselesini gündemlerine almışlardır. Deliller, bu çatışmanın çoğunlukla Kûfe’de cereyan ettiğini ve çok sayıda Şiî’nin Şeyhayn’ı reddetmeleri sebebiyle “Râfıza” lakabıyla ünlendiğini göstermektedir. Nitekim, Van Ess de Kelâm ve Câmia [Kelâm ve Toplum] adlı eserinde “rafz” olgusunun tamamen Kûfe’ye özgü bir durum olduğunu ifade etmiştir.[29] Şeyhayn’dan teberrî etme düşüncesinin Şiîler arasında ortaya çıkması elbette doğal bir durumdur; çünkü Şeyhayn’ı savunanlar veya Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) velâyetini inkâr edenler, Şeyhayn’dan beraat etmeyi gerektirecek bir motivasyona sahip değillerdi. Bu dönemde Şiîler, diğer bölgelere kıyasla, Kûfe’de daha fazla birlik beraberliğe ve güce sahipti. “Râfıza” lakabının menşei hakkında farklı görüşler bulunsa da bu lakap genellikle hangi gerekçeyle olursa olsun Şeyhayn’ı ret ve inkâr edenler için kullanılmıştır.[30] Bu ret ve inkâr, yalnızca Şeyhayn’a duyulan buğzun dışavurumu değildi; esas mesele, Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) ve evlatlarının imamet ve hilâfetine dair ilahî bir nass bulunduğunu kabul etmeyen ve daha da ileri giderek Ehl-i Beyt’e düşmanlık besleyip onlarla savaşanlara karşı bir tavır ortaya koymaktı. İmamiyye Şiîliği, erken döneminden itibaren Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) imametine dair nass bulunduğuna inanmış ve Şeyhayn’dan teberrî edip onların hilâfetlerini reddederek diğer fırkalardan ayrışmış ve böylece onlarla arasına mesafe koymuştur. Bu ayrışma, Kûfe’de daha belirgin bir şekilde tezahür etmiş ve Şeyhayn’ın reddi beraat düşüncesinin bir tezahürü haline gelmiştir.
Kûfe, İmam Seccâd (a.s.) döneminden itibaren Râfızî olarak nitelenen şahsiyetlere ev sahipliği yapmış ve Ehl-i Beyt düşmanlarının varlığına rağmen[31] Şiîliğin ve Şeyhayn’i reddetme düşüncesinin geliştiği bir merkez haline gelmiştir.[32] Örneğin, Kûfeli Câbir b. Yezid Cu‘fî hakkında şöyle denmiştir: “Hz. Peygamber’in ashâbına dil uzatan bir Râfızîdir.”[33] Yine onun hakkında “Râfıza’nın aşırıcılarındandır, gulâtındandır”[34] denmiştir. Kûfeli Amr b. Şimr hakkında da “Sahâbeye dil uzatan bir Râfızîdir”[35] deniyor. A‘yen ailesi genellikle Râfızî olarak nitelendirilmiştir.[36] Tâbiîn tabakasından Kûfeli Adiy b. Sâbit ise “Aşırıcı, gâli Râfızî”[37] olarak tanıtılmıştır. İmam Seccâd’ın yakın ashâbından olan Ebû Hamza Sumâlî hakkında da onun Râfızî olduğu söylenmiştir.[38] Ebû Hamza, Şeyhayn’ın eleştirildiği çok sayıda rivayeti nakleder.[39]
Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s.) diğer sahâbîleri de farklı yollarla kendilerinin muhaliflerinin, düşmanlarının ve inkârcılarının yolunu diğer yollardan ayırmaya çalışmış ve bu şekilde İmâmî-Şiî cemaati arasında beraat düşüncesinin yerleşip kökleşmesini sağlamışlardır. Örneğin, İmam Seccâd, İmam Muhammed Bâkır ve İmam Cafer Sâdık’ın (a.s.) râvilerinden ve Kûfe’nin meşhur simalarından olan Ebân b. Tağlib,[40] meşhur Şıkşıkıyye Hutbesi’ni nakletmiş[41] ve ayrıca İkrime ve İbn Abbas tarikiyle Hz. Resulullah’tan (s.a.a.), Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.) düşman olanın Hz. Peygamber’e düşman olduğu anlamına gelen hadisler rivayet etmiştir.[42] Bilindiği üzere, Süleym b. Kays el-Hilâlî’nin Şeyhayn’ı açıkça eleştiren hadisleri ve hilâfetin gasp edildiğine dair rivayetleri içeren meşhur Kitab’ı da yine Kûfe’de yayılmıştır; ilerleyen satırlarda bu Kitab’dan söz edeceğiz.
Bunların dışında başka deliller de beraat düşüncesinin bu dönemde bir akım haline gelerek yaygınlık kazandığını ve Kûfe’deki diğer Şiî gruplara, örneğin Keysâniyye’ye, nüfuz ettiğini göstermektedir. Eş‘arî, Makalâtü’l-İslâmiyyîn’de Keysâniyye fırkasını Râfıza başlığı altında zikrederken, beraat düşüncesini benimsemeyen Zeydiyye’yi Râfıza’dan ayrı bir kısımda ele almıştır.[43] İmam Seccâd döneminin ünlü şairlerinden olan, Keysâniyye fırkasına mensup Küseyyir el-Azze şiirlerinde halifelerden teberrî ettiğini açıkça dile getirmiş ve bir şiirinde şöyle demiştir:
Ervâ’nın oğlundan [Osman’dan] da
Hâricîlerin dininden de teberrî edip Allah’a yöneldim.
Ömer’den de beri oldum, Atîk’ten [Ebû Bekir’den] de
Ne zaman ki ona [Ali’ye] Müminlerin Emiri diye hitap edildi.[44]
Bütün bu deliller, Âşûrâ hadisesinden sonra Kûfe’nin Şeyhayn’dan beraat düşüncesinin merkezi haline geldiğini göstermektedir. Halbuki Âşûrâ öncesinde Kûfe Şiîleri arasında beraat böylesine yaygın değildi ve kitlesel bir hareket biçimine dönüşmemişti; Medine ve Kûfe başta olmak üzere diğer şehirlerde birbirinden bağımsız bireysel tepkiler gösterilerek ana akım ideolojiye muhalefet edilirdi.
3. Beraat Akımını Ortaya Çıkaran Bir Etken Olarak Ehl-i Beyt Dışındakilerin İktidarı
Önceki satırlarda, Âşûrâ olayına dair değerlendirmemizde de belirtildiği üzere, Emevîler iktidara gelir gelmez hilâfeti miras yoluyla el değiştiren bir yönetim biçimi olan saltanata dönüştürmüştü. Emevîlerin Ehl-i Beyt’e (a.s.) uyguladığı zulüm ve baskı, yalnızca Âşûrâ hadisesiyle sınırlı kalmadı. Onlar, Ehl-i Beyt’in adının anılmasını ve faziletlerinin dile getirilmesini dahi iktidarları ve mevcudiyetleri açısından ciddi bir tehdit olarak gördüler. Bu nedenle de halkı, Müminlerin Emiri Ali’ye (a.s.) dil uzatmaya ve üç halifenin faziletlerini anlatmaya teşvik ettiler.[45] Emevîler, İslâm toplumunda Ehl-i Beyt’in konumunu mümkün olan en alt seviyeye indirerek kendi iktidarlarının bekasını sağlayabileceklerini düşündüklerinden, iktidarda kaldıkları sürece bu uğurda hiçbir zulümden geri durmamışlardır. Nitekim Mervân b. Hakem, İmam Seccâd’ın (a.s.) huzurunda, “Sahâbe arasında bizim sahibimizi [Osman’ı] en iyi savunan sizin sahibinizdi [Ali]” itirafında bulunmuştur. Bunun üzerine İmam Seccâd, “O halde neden minberlerde ona sövüyor ve onu lanetliyorsunuz?” diye sorduğunda Mervân şu cevabı verdi: “Ali’ye sövmeden ve ona lanet etmeden iktidarımızı koruyup sürdüremeyiz (!)”[46]
Emevîler, bir yandan da halk nezdindeki konumlarını sağlamlaştırıp Ehl-i Beyt’e ve Şiîlere reva gördükleri aşağılayıcı zulmün etkilerini hafifletmek amacıyla halifeleri övmüş ve onlara muhalif olanları baskı altında tutup acımasızca işkence uygulamışlardır. Ehl-i Beyt (a.s.) dostlarını ihzar edip, onlardan ya Müminlerin Emiri Ali’den (a.s.) teberrî etmelerini istemiş[47] ya da ilk üç halife hakkındaki görüşlerini sormuşlardır. Bu sorgulamalarda ihzar edilen kişi onlardan teberrî ettiğini dile getirirse, sonu ölümdü. Örneğin, Saîd b. Cübeyr, Haccâc ile yaptığı bir münazarada, takıyye uygulamış olmasına rağmen, Şeyhayn’ı velî olarak kabul etmediğini açıklayarak Haccâc’ın talebini yerine getirmemiştir. Bunun üzerine Haccâc, çok geçmeden onun idam edilmesini emretmiştir.[48] Saîd b. Cübeyr her ne kadar zahirde Şeyhayn’ı eleştirmemiş veya onlardan teberrî etmemiş olsa da onları velî edinmemiş olması onun beraat düşüncesine sahip olduğunu ispatlamak için yeterli delil sayılmıştır. İktidarın bu tür uygulamaları Şiîlerin hassasiyetini daha da artırmıştır. Bunun nedeni, İmam Hüseyin’in (a.s.) kıyamından sonra zalim yönetime karşı isyanın ve düşmanlığın kapısının açılmış olması ve Şiîlerde misilleme ruhunun güçlenmiş olmasıdır. Sözgelimi, İmam Seccâd’ın (a.s.) sütannesinin oğlu olan Yahya b. Ümmü’t-Tavîl,[49] bir yandan halkı Müminlerin Emiri Ali’nden (a.s.) beraat etmekten açıkça men ederken öte yandan, onun muhaliflerinden teberrî ettiğini ilan etmiştir. Yahya, beraat düşüncesinin ilahî bir temele dayandığına inanmış ve Kûfe’nin kalabalık meydanında durup cesaretle şöyle haykırmıştır:
Ey Allah dostları! Biz, sizin duyduğunuz her şeyden beriyiz! Allah’ın laneti, Müminlerin Emiri’ne dil uzatıp ona hakaret edenlerin üzerine olsun! Biz, Mervân hanedanından ve ilâhî olmayan her şeyden beriyiz![50]
Her ne kadar bu tür ifadelerde doğrudan Şeyhayn’dan beraat dile getirilmemiş gibi görünse de Müslüman toplum ve Şiî cemaati açısından iktidarın kimlerden yana olduğu ve kimleri destekleme bahanesiyle Şiîlere baskı uyguladığı gayet açıktı. Bu değerlendirmeler ışığında, Emevî iktidarını da Şeyhayn’dan beraat akımının oluşmasına zemin hazırlayan etkenlerden biri olarak değerlendirmek mümkündür.
4. İmam Seccâd (a.s.) ve Beraat Meselesi
Hayat tarzı ve davranışları İmam Seccâd’ın (a.s.) da Şiîlerini diğer cemaat ve fırkalardan ayrıştırmaya ve onlarla aralarına bir sınır çizip bu sınırı belirginleştirmeye yönlendirdiğini göstermektedir. Hz. Peygamber’in (s.a.a.) Ehl-i Beyt’inin (a.s.) üstün makamına, Allah’ın onlar için takdir ettiği şan ve konuma ve ayrıca yalnızca onlara özgü olan ilahî imamet hakkına vurgu yapması, Şiîleri Ehl-i Beyt dışındaki bir kimsenin imamet ve hilâfetini kabul etmemeye ve düşmanlarına karşı tavır almaya sevk etmiştir.
İmam Seccâd bu öğretiyi insanlara telkin etmek için kendine özgü bir yöntem benimsemişti. Bu yöntem, neredeyse tamamı itikadî ve siyasî mesajlar içeren dualarıdır. Sahife-i Seccâdiyye adı verilen kitapta bir araya getirilen bu dualardan bazıları Sünnîler arasında da tedavüle girmiş, yayılmıştı.[51] Bu bağlamda, İmam Seccâd’ın şu duasını örnek vermek mümkündür:
Rabbim! Onun tertemiz Ehl-i Beytine salât eyle! Sen onları emrin için seçtin; ilminin hazinelerini onlara emanet ettin, onları dininin koruyucuları yaptın, onları yeryüzünde halifelerin ve kullarının üzerinde hüccetlerin kıldın.[52]
Duanın bu pasajında Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s.) imamet için seçildikleri, yeryüzünde Allah’ın halifeleri oldukları ve insanlar üzerinde ilahî birer hüccet oldukları vurgulanmıştır.
Allah’ım! Şüphesiz bu makam, senin halifelerine, seçkin kullarına ve güvenilir emanetçilerine tahsis ettiğin yüce bir derecedir. Ama onlar bu makamı gasp ettiler… Öyle ki senin seçtiğin halifelerin mağlup, zulme uğramış ve makamlarından uzaklaştırılmış hale geldiler.[53]
Bu pasajda, hilâfet makamının yalnızca Allah’ın halifelerine ve seçkin kullarına ait olduğu ama başkalarının bu makamı onlardan aldıkları belirtilmiştir.
Allah’ım! Muhammed’e ve Âl-i Muhammed’e salât eyle! Allah’ım! Evvelden sona kadar onların düşmanlarına, düşmanlarının yaptıklarına razı olanlara, düşmanlarının taraftarlarına ve düşmanlarına uyanlara lanet eyle![54]
İmam Seccâd (a.s.), bu duasında, Ehl-i Beyt’in düşmanlarını lanetlemenin yanı sıra onlara uyanlara ve onların yapıp ettiklerine razı olanlara da lanet etmiştir. İmam’ın dualarında düşmanları lanetlemeyi Allah’a ibadetin bir parçası haline getirmesi, Şiîlerin ve Ehl-i Beyt muhiplerinin nezdinde, düşmanlardan teberrî etme ve bunu dile getirme düşüncesinin manevî bir değer ve dinî bir amel olarak algılanmasını sağlamıştır. Böylece, Ehl-i Beyt düşmanlarını lanetlemek yalnızca bir İmamî-Şiî’nin siyasî duruşunu belirlemekle kalmamış, aynı zamanda itikadî bir mesele olarak, beraat düşüncesinin pekişmesine de katkıda bulunmuştur. Bir başka ifadeyle, İmam Seccâd bu yöntemle hem Şiîliğin imamet konusundaki görüşünü ve itikadî kimliğini ortaya koymuş, hem de düşmanlarını lanetleyerek, beraat veya teberrâ olarak adlandırılan bir tür düşünsel, itikadî ve toplumsal ayrışmanın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bununla birlikte, Ehl-i Beyt’in düşmanlarından ve dolayısıyla Şeyhayn’dan beraat düşüncesinin temellerinin İmam Seccâd tarafından atılıp atılmadığını ortaya koymak, konuyla ilgili başka tarih rivayetlerini de incelemeyi gerektirir.
Kaynaklar, Emevîlerin İmam Seccâd (a.s.) döneminde Ehl-i Beyt’le mücadele etmek için Şeyhayn’dan beraat meselesini bir bahane olarak gündeme getirdiklerini göstermektedir. Mevcut iktidar karşısındaki tavrına bakıldığında İmam Seccâd’ın bu tür politikaları ve uygulamaları etkisiz hale getirecek bir strateji izlediği ve böylelikle iktidarın elinden her türlü bahaneyi ve fırsatı aldığı görülmektedir. Bu husus göz önünde bulundurulduğunda, içerisinde Şeyhayn’ın övüldüğü, İmam Seccâd’a nispet edilen bazı sözlerin ya tamamen takıyye uygulamak amacıyla söylendiği ya da iki farklı şekilde yorumlanmaya açık ifadeler oldukları unutulmamalıdır. Örneğin, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) kabrinin yanındayken kendisine Şeyhayn’ın konumu hakkında bir soru sorulmuş, bunun üzerine İmam kabr-i şerifi işaret ederek, “Öyle bir konuma sahipler ki, bugüne kadar Resulullah’ın (s.a.a) yanındalar!” cevabını vermiştir.[55]
İmam burada soru sorana açık bir cevap vermemiş, iki farklı şekilde yorumlanabilecek bir ifade kullanmıştır. Bu ifade, Şeyhayn’ın Hz. Peygamber’e yakın bir yere defnedilmiş olmaları anlamında anlaşılabileceği gibi onların makam ve mertebece Hz. Peygamber’e yakın oldukları şeklinde de yorumlanabilir; ancak soru soran için İmam Seccâd’ın ikinci anlamı kastettiğini tahmin etmek güç olmamıştır.
Ehl-i Sünnet kaynaklarında yer alan bazı rivayetler, İmam Seccâd’ın (a.s.) halifelerden beraat etmeye ve onları açıkça sebbetmeye karşı olduğunu göstermektedir. İmam Muhammed Bâkır’dan (a.s.) nakledildiğine göre, bir gün Medine’de Iraklı bir topluluk, Ebû Bekir ve Ömer’i sebbetmiş, ardından sözü Osman’a getirmişlerdir. Bu noktada İmam Seccâd onları bundan menetmiş ve şöyle buyurmuştur:
Siz hem muhacirlerden hem de Ensar’dan beraat ediyorsunuz. Gidin, benden uzak durun! Allah sizi bir araya getirmesin; zira siz, sadece zahirde İslâm olmuşsunuz ama Müslüman değilsiniz.[56]
Bunlara ilaveten, Ehl-i Sünnet kaynaklarındaki başka bazı rivayetler İmam Seccâd’ın bazı Şiîlerden veya sevenlerinden ilk iki halifeyi sevmelerini istediğini göstermektedir. İmam, kendisine Ebû Bekir hakkında soru soran birine Şeyhayn’ı sevmesini tavsiye etmiş ve şöyle eklemiştir: “Eğer bu işte bir günah varsa, ben onu üstlenirim.”[57]
Böyle bir rivayet sahih kabul edildiğinde, bu, öncelikle, soru soran kişinin zihninde ilk üç halifeyi sevmenin veya bu sevgiyi dillendirmenin günah olarak algılandığını gösterir. Bu nedenle İmam, soru soran kişiden herhangi bir açıklama talep etmeden, içinde bulundukları sosyopolitik koşullar gereğince bunun günah olmadığını belirtmiştir.[58]
İmam Seccâd’ın öne çıkan özelliklerden biri, zamanın şartlarını ve gereklerini; bir başka ifadeyle dönemin sosyopolitik koşullarını çok iyi tanımasıdır. Bir yandan, yukarıda verilen örneklerde de görüldüğü üzere dualarında —her ne kadar belli şahısların isimlerini açıkça anmamış olsa da— Ehl-i Beyt’ten olmayanların imametinin meşru olmadığına işaret etmiş ve düşmanlara lanet etmeyi ibadet gibi gerekli bir amel olarak göstermiştir; diğer yandan, bazı Şiîlerine veya sevenlerine halifelere sevgi göstermelerini tavsiye etmiştir. Bunlara ilaveten, kimi zaman da Şeyhayn’dan beraat edilip edilmeyeceği konusunda bazı sahâbîlerinin zihninde oluşan şüphe ve tereddüdü gidermiştir. Sözgelimi Kâsım b. Müslim örneğinde İmam Seccâd, onu Şeyhayn’ın düşmanlarından teberrî etmekten menetmiş, beraatin muhatabının doğrudan Şeyhayn olması gerektiğini beyan etmiştir.[59] Bazen de Ebû Hamza Sumâlî gibi özel sahâbîlerine, ilk iki halifenin gerçek kimliğini açıklamıştır.[60] Rivayetler arasında Şeyhayn hakkında soru soranların İmam Seccâd’dan ısrarla cevap almak istediklerini gösteren örnekler de mevcuttur. Örneğin, Tâif’ten gelen ve görünüşe göre hac mevsiminde İmam Seccâd ile görüşen birisi, konuşmaya başlar başlamaz Ebû Bekir ve Ömer’den şikâyet edince İmam ona takvayı tavsiye etmiştir. Daha sonra adam, “Şeyhayn, Hz. Fatıma’nın (a.s.) cenaze namazını kıldılar mı?” diye sormuş ve İmam’dan Kâbe’ye yemin ederek cevap vermesini istemiştir. Bunun üzerine İmam, “Hayır” cevabını vermiştir.[61]
Deliller, İmam Seccâd’ın (a.s.) teberrî veya lanet ederken halifelerin isimlerini açıkça anmaktan kaçınmasının, o dönemin şartlarında isim zikretmesi halinde ortaya çıkması kesin olan sonuçları dikkate almasından kaynaklandığını göstermektedir. Nitekim, Hakîm b. Cübeyr’in İmam’dan rivayet ettiği şu hadis bu görüşü teyit etmektedir:
Siz zaten altmış yıldan beri Osman yüzünden öldürülüyorsunuz; bir de Kureyş’in iki putundan beraat etmek isteseydiniz haliniz nice olurdu?[62]
Ancak Hakîm b. Cübeyr Şeyhayn konusundaki görüş ve tutumunu gözden geçirmek istediğinde, İmam Seccâd onu iyi tanıdığı için Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) velâyet ve imametinin kaynağını Kur’ânî bir delille dayanarak ispat etmiş ve Şeyhayn’a izafe edilen farazi makamı reddetmiştir.[63]
İmam Seccâd’ın yöntemi tamamıyla takıyye temelli denge siyaseti kurmaktan; başka bir deyişle maslahatçılıktan ibaret değildi. Bazı rivayetlerde tasvir edilen davranışları, İmam Seccâd’ın, dedesinin dinini yaşatmak ve ilahî hidayet yolunda ortaya çıkan sapmaları önlemek amacıyla özgün bir program izlediğini de ortaya koymaktadır. Bu doğrultuda, söz ve davranışlarında, başta Hz. Peygamber’inkiler olmak üzere, ecdadının söz ve davranışlarını örnek almış ve meşhur dualarında sık sık Peygamber Hanedanı’nın azamet ve yüceliğini vurgulamıştır. Buna mukabil, hiçbir hadis ve tarih kaynağında İmam Seccâd’ın Şeyhayn’dan aktarılan bir rivayeti delil gösterdiği veya onların bir uygulamasını örnek aldığı görülmemektedir. Nitekim, İmam Seccâd’ı Şeyhayn’ın destekçisi gibi göstermek isteyen Sünnî kaynaklarında bile bu yönde sahih ve güvenilir bir rivayet mevcut değildir. Bu durum, İmam Seccâd’ın onlara ne halife ne de Hz. Peygamber’in sahâbîsi olarak, hatta bir râvi olarak bile değer vermediğine işaret eder. Dahası, bazı rivayetlerden, İmam Seccâd’ın doğrudan olmasa bile dolaylı olarak takipçilerince Şeyhayn’a izafe edilen kurgusal kimlikleri yapıbozuma uğratarak onların gerçek kimliklerini ortaya koymayı hedeflediği anlaşılmaktadır. Sonucu ilahî hidayet yolundan sapma ve halifelerin gayrimeşruluğu olan hilâfetin gasp edilmesi meselesini hatırlatıp imamet hakkının sadece Ehl-i Beyt’e ait olduğunu vurgulaması, İmam Seccâd’ın bu doğrultuda izlediği stratejilerden biriydi. Bu çerçevede bir başka önemli örnek, Hz. Fatıma’nın (a.s) Fedek Hutbesi’dir. Bu hutbenin râvilerinden biri, İmam Seccâd’ın oğlu Zeyd’dir. Hz. Fatıma, bu hutbesinde, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Şeyhayn’ın izlediği siyasete tepki gösterip karşı çıkarken aslında imametin Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s) hakkı olduğunu savunmuş ve Ebû Bekir’in halife olmasının Allah’ın emrine muhalefet olduğunu açıkça dile getirmiştir. Rivayetin devamında Zeyd b. Ali, hutbenin sıhhatini sorgulamaya kalkışan Ebû’l-Ayna’ya şu cevabı vermiştir:
Ben, Ebû Tâlib oğullarının büyüklerinin bu hutbeyi babalarından naklettiklerine ve çocuklarına öğrettiklerine bizzat şahit oldum. Babam da bu sözleri bana, sonu Hz. Fatıma’ya (s.a.) ulaşan bir senedle babalarından nakletti. Şia’nın ileri gelenleri, senin deden dünyaya gelmeden çok önce bu hutbeyi tedris ederlerdi![64]
Ehl-i Sünnet kaynaklarında nakledilen bu rivayet, Fedek Hutbesi’nin Şiîler arasında ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Bunun nedeni, Ehl-i Beyt’in (a.s.) ve özellikle de İmam Seccâd’ın (a.s.) bu hutbenin yayılmasına ihtimam göstermiş olmalarıdır.
İmâmiyye kaynaklarında yer alan daha detaylı ve açık rivayetler sayesinde İmam Seccâd’ın yukarıda sözü edilen programı hakkında daha fazla bilgi sahibi olabiliyoruz. Örneğin, bazı rivayetlerde İmam, Hz. Fatıma’nın (s.a.) hakkının gasp edilmesi ve mirastan mahrum bırakılması meselesini sahâbîlerinden bazılarına olabildiğince açık bir şekilde anlatmıştır.[65] Her ne kadar bu rivayetlerde halifelerin ismi açıkça zikredilmemişse de örneğin Ebû Hamza Sumâlî gibi muhatapları için İmam’ın kimlerden bahsettiği gayet açıktı. Ebû Hamza bir başka rivayetinde İmam Seccâd’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
Kıyamet günü yüzlerine bakılmayacak olan üç topluluk vardır: Allah tarafından imamet makamına tayin edildiğini iddia edip bu makama layık olmayanlar; Allah tarafından belirlenen imamı inkâr edenler ve [gerçekleri bilmelerine rağmen] falanca ile falancanın İslâm’dan nasibi olduğuna inananlar.[66]
Bir başka rivayetinde Ebû Hamza, İmam Seccâd’dan (a.s.) şu sözü nakletmiştir:
O iki kişi, bizim hakkımıza zulmeden, mirasımızı gasp eden ve bizim daha layık olduğumuz makama oturan ilk kimselerdir. Allah onları bağışlamasın ve onlara rahmet etmesin![67]
Ebû Ali Horasânî İmam Seccâd’ın (a.s.) hizmetkârından şöyle rivayet etmiştir:
Bazen İmam ile yalnız kalırdık. Böyle baş başa olduğumuz bir gün, “Benim üzerinizde bir hakkım var; [bu hakkımın hatırına] bana o iki kişi hakkında bilgi vermez misiniz?” diye sordum. [İmam cevabında o ikisinden beraatını izhar eder.][68]
İmam Seccâd’ın sözü edilen programının bir parçasını yukarıda örnekleri verilen rivayetlerde gösterilen tutumları oluştururken diğer parçasını Sünnet’in ihyası oluşturmuştur. Bu çerçevede İmam, Şeyhayn döneminde değiştirilen bazı sünnetleri ıslah edip aslına döndürmüş ve bu sünnetlerin doğru uygulama şeklini Şiîlerine öğretmiştir. Ezana, Şeyhayn döneminde kaldırılan “hayye alâ hayri’l-amel” cümlesini yeniden eklemesini buna örnek verebiliriz. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda İmam Seccâd şöyle buyurmuştur: “İlk ezan böyleydi.”[69]
İmam Seccâd’ın Şiî toplumda dönüşüme yol açan bir başka tutumu, Süleym b. Kays el-Hilâlî’nin Kitab’ının muhtevasını onaylamasıdır. Kitab’ın bugün elimizde bulunan nüshası, isnadında adı geçen ve Süleym’in tek rivayet tariki olan Ebân b. Ebî Ayyâş’ın güvenilirliği gibi nedenlerle metnin gerçekten Süleym’in Kitab’ı olup olmadığı tartışmalarını ortaya çıkarmıştır.[70] Bununla birlikte, Kitab’ın rivayet zincirinde üçüncü tabakada yer alan râvilerin çokça bulunması, eserin İmam Seccâd’ın baskılarla geçen hayatı döneminde tedavüle girdiğini ve Şiîler arasında Şeyhayn’ın eleştirilmesine zemin hazırladığını kesin bir biçimde ortaya koymaktadır. Küleynî, Sadûk, Numanî, Keşşî[71] ve Şeyh Tûsî[72] gibi büyük âlimlerin rivayetlerinde bulunan karinelerden Ehl-i Beyt tarafından onaylandığı anlaşılan bu eserin neşri, gerek İmam Seccâd dönemine kadarki zaman diliminde gerekse sonraki süreçte, yani İmamların huzuru döneminde benzeri görülmemiş bir hadisedir. Özellikle Keşşî’nin rivayeti, İmam Seccâd’ın (a.s.) kendi döneminde Süleym tarafından yazılan bu Kitab’ın muhtevasını bütünüyle tasdik ettiğini göstermektedir. Dolayısıyla Kitab’ın içindeki rivayetler, başta tedavüle girdiği Kûfe’de olmak üzere, dönemin Şiîlerinin, hatta bunun da ötesinde bütün Müslümanların halifelere ve Şeyhayn’a bakışını kökten değiştirebilecek potansiyele sahipti.[73]
Yukarıda alıntılanan rivayetler ve sözü edilen gelişmeler, tedricen tüm Müslümanların zihin dünyasını etkisi altına alan kapsamlı bir toplumsal hareketin mevcudiyetine işaret etmektedir. Bu hareket, İmam Seccâd’ın (a.s.) birbiriyle bağlantılı farklı yöntem ve stratejilere başvurarak yönettiği, Şeyhayn’dan beraat hareketinden başkası değildir.
Sonuç
Sunulan deliller ve aktarılan hadis ve tarih rivayetleri ışığında, İmam Seccâd (a.s) döneminde İslâm toplumunda ortaya çıkıp yaygınlık kazanan Şeyhayn’dan beraat akımının tek bir nedene dayanmadığı anlaşılmaktadır. Bu akım, birden fazla etkenin birleşmesiyle ortaya çıkmıştır. Akımın ortaya çıkışında en fazla etkiye sahip olan iki temel etken ise şunlardır:
Birinci etken, Âşûrâ hadisesidir. Âşûrâ, Şeyhayn’dan beraat düşüncesini alevlendiren bir kıvılcım olmuştur. İmam Hüseyin’in (a.s.) şehadeti, Şiîlerin duygularını en üst seviyede harekete geçirmiş ve İmam Seccâd’ın yönlendirmeleriyle onların zihninde, Kerbelâ’da bir facianın yaşanmasına neden olan sürecin başlangıç noktasını Şeyhayn dönemine kadar ulaştıran bir bilincin oluşmasını sağlamıştır.
İkinci etken, Emevî iktidarının uygulamalarıdır. Emevîlerin ve ayrıca Ehl-i Beyt muhaliflerinin Masum İmamlara (a.s.) ve Şiîlerine yönelik baskıcı uygulamaları, Şiîlerin onlarla yüzleşmesine ve onlara karşı açık bir muhalefet geliştirmesine zemin hazırlamış ve bu da, doğal olarak, Şeyhayn’dan beraat düşüncesinin kitlesel hale gelip yaygınlaşmasına yol açmıştır.
Bu iki etken bir arada değerlendirildiğinde, İmam Seccâd’ın (a.s.) imametinin başlangıcı ile sonu arasında birbirinden farklılık gösteren koşulların hâkim olduğu görülmektedir. İmam Seccâd, imamet görevini takıyye ortamında ve gizlilik içinde üstlenmiş[74] ve imametinin başlangıç safhasında az sayıda taraftara sahip olmuştur.[75] İmam, Şiîlerin içinde bulunduğu karmaşık durumu ve dönemin siyasî iklimini çok iyi bildiğinden, imametin Allah tarafından belirlenen bir makam olduğu ve imamların Allah’ın emriyle Hz. Peygamber (s.a.a.) tarafından açıklandığı anlayışını Şiîler arasında yaygınlaştırıp pekiştirmeyi ve bu yoldan Ehl-i Beyt’in gerçek konumunu ortaya koymayı hedeflemiştir. İmam Seccâd, bu doğrultuda, bir yandan Ehl-i Beyt’in şan ve makamını yeniden hatırlatmak, diğer yandan Şiîlere yapılan zulümlerin asıl sorumlularını teşhir etmek suretiyle, iki boyutlu bir strateji izlemiştir. İmam, yukarıda sözü edilen etkenleri ve bizzat gündeme getirdiği meseleleri tartışmaya açarak bu kriz dönemini Şiîlik açısından en doğru bir biçimde yönetmiş ve yakın ashabını Şeyhayn’ın gerçek kimlikleri konusunda bilgilendirmiştir.
İmam Seccâd’ın ihtiyatlı tutumu ve kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplar incelendiğinde, Şeyhayn’dan beraat düşüncesinin yayılmasını desteklediği ve hatta ihtiyat gereği çoğu zaman Şeyhayn’ın ismini doğrudan anmasa bile, bunu bizzat uyguladığı anlaşılmaktadır. Bu ihtiyatlı tutumun doğal sonucu olarak, İmam Seccâd’dan rivayet edilen hadislerde veya yakın sahâbesinden nakledilen sözlerde, Şeyhayn’ı eleştirilirken açıkça isim telaffuz edilmemiştir. Ehl-i Sünnet kaynaklarında ve tasavvurunda İmam’ın beraat düşüncesine karşı olduğu izleniminin oluşmasının nedeni de budur.[76] Netice itibariyle, bu dönemde, Şeyhayn’dan beraat düşüncesi Şiîliğin merkezi olan Kûfe’de bir akım haline gelmiş ve bu da Şiîler ile diğer fırkalar arasındaki sınırın belirginleşmesini sağlamıştır.
Makaleyi bitirirken, beraat akımının İmam Seccâd (a.s.) sonrası dönemde, yani Masum İmamların (a.s.) huzur döneminde ve İmam Zaman’ın (a.f.) gaybetinde nasıl bir seyir izlediğinin araştırılmayı bekleyen konular arasında yer aldığını hatırlatmak isteriz.
Çeviri: İbrahim Erkin
Medya Şafak
[1] Makalenin orijinali için bkz. Abdülmecid İtisâmî, “Mesele-i Beraat der Asr-i İmam Seccâd (a.s.) ez Endişe tâ Cereyân,” Faslnâme-i İmamet-pejûhî, Sayı: 13 (h.ş. 1393), s. 185-213.
[2] Râğıb Isfahanî, Hüseyin b. Muhammed, Müfredâtu’l-elfâzi’l-Kur’ân, Beyrut: Dâru’l-kalem, (t.y.), s. 121; Ferahîdî, Halil b. Ahmed, el-Ayn, Kum: Dâru’l-hicret, h.k. 1409, c. 8, s. 289; Cevherî, İsmail b. Hammâd, Sıhâhu’l-lugat, Tebriz (y.y.), h.k. 1280, c. 1, s. 36; İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem, Lisânu’l-Arab, c. 1, s. 32.
[3] Tevbe, 1-3; Yunus, 41.
[4] Tûsî, Muhammed b. Hasan, et-Tibyân fî tefsiri’l-Kur’ân, Beyrut: Dâru ihyâi’t-turâs el-Arabî, (t.y.), c. 5, s. 168; Mustafavî, Hasan, et-Tahkîk fî kelimâti’l-Kur’âni’l-Kerîm, Tahran: Vezâret-i Ferheng ve İrşâd, h.ş. 1374, c. 1, s. 239.
[5] Tayyib, Abdülhüseyin, Etîbu’l-beyân, Tahran: Bonyâd-i Ferheng-i İslâmî, h.ş. 1366, c. 6, s. 172; İbn Kesîr, İsmail b. Ömer, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Azîm, (y.y.), (t.y.), c. 4, s. 90.
[6] Eş‘arî, Ali b. İsmail, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn, nşr. Hellmut Ritter, Weisbaden: Franz Steiner Verlags, h.k. 1400, 21; Şehristânî, Muhammed b. Abdülkerim, el-Milel ve’n-nihal, nşr. Muhammed Bedrân, Kum: Neşru’ş-Şerif er-Radi, (t.y.), c. 1, s. 24.
[7] Bu eleştiri ve itirazlar için örneğin bkz. Radi, Şerif, Nehcü’l-Belâğa, çev. Seyyid Muhammed Mehdi Caferî, Tahran: Müessese-i Neşr ve Tahkikât-i Zikr, h.ş. 1386, 3. Hutbe. Şıkşıkıyye Hutbesi adı verilen bu hutbesinde Müminlerin Emiri Ali (a.s.), imamet meselesinde ilk halifelerle arasında bir ihtilaf bulunduğunu dile getirir ve onlara itiraz edip onlardan teberrî eder. İmam Ali’nin benzer ifadeleri için bkz. Sadûk, Ali b. Hüseyin, İlelü’ş-şerâi, Necef: Mektebetü’l-Haydariyye, h.k. 1385, c. 1, s. 147. Hz. Fâtıma’nın (s.a.) hutbesi için bkz. İbn Ebî Tâhir, Ahmed, Belâğâtü’n-nisâ, Kum: Mektebetü’l-Basiretî, (t.y.), s. 12 (bu hutbeye makalenin ilerleyen sayfalarında tekrar değinilecektir). İmam Hasan’ın (a.s.) Muâviye’den ve ilk üç halifeden teberrî etmesi hakkında bkz. Tabersî, Ahmed b. Ali, İhticâc, Meşhed: Neşr-i Murtazâ, h.k. 1403, c. 2, s. 287. Abdullah b. Abbâs’ın Ömer ile münazarası için bkz. İbn Ebî’l-Hadîd, Abdülhamid b. Hibbetullah, Şerhu Nehci’l-Belâğa, nşr. Muhammed Ebû Fazıl İbrahim, Kum: Kitabhâne-i Ayetullah Maraşi-i Necefî, h.k. 1404, c. 3, s. 115. Bazı sahâbîlerin, İmam Ali biat edene kadar Ebû Bekir’e biat etmemesi hakkında bkz. Taberî, Muhammed b. Cerir, Tarihu’t-Taberî, Beyrut: Müessesetu A‘lemî, h.k. 1403, c. 2, s. 443. Ümmü Seleme’nin ilk iki halifeye lanet etmesi hakkında bkz. Himyerî, Abdullah b. Cafer, Kurbu’l-isnâd, Kum: Müessesetü Âlu’l-Beyt (a.s.) li-ihyâi’t-turâs, h.k. 1413, s. 60. Câbir b. Abdullah’ın ilk iki halifeye lanet etmesi hakkında bkz. Hasibî, Hüseyin b. Hamdân, el-Hidâyetü’l-kübrâ, Beyrut: Müessesetü’l-belâğ, h.k. 1411, s. 45.
[8] Bkz. Hâkim Nişâbûrî, Muhammed b. Abdullah, Müstedrek, nşr. Yusuf Abdurrahman, Beyrut: Dâru’l-maârif, (t.y.), c. 1, s. 162; İbn Sa‘d, Muhammed, Tabakâtü’l-kübrâ, Beyrut: Dâru Sâdır, 1968, c. 8, s. 29; Mesudî, Ali b. Hüseyin et-Tenbih ve’l-işrâf, Beyrut: Dâru Sa‘b, (t.y.), s. 250.
[9] Radi, Nehcü’l-belâğa, 3. Hutbe, s. 217.
[10] Bkz. Caferiyan, Resul, Hayat-ı Fikrî ve Siyasî-i İmaman-i Şia, Kum: Ensariyân, h.ş. 1380, s. 62-66, 92.
[11] Bkz. Şeybî, Kâmil Mustafa, es-Sıla beyne’t-tasavvuf ve’t-Teşeyyu, Beyrut: Dâru’l-Enes, 1982, c. 1, s. 27; Caferî, Seyyid Hüseyin Muhammed, Teşeyyu der Mesir-i Tarih, çev. Seyyid Muhammed Taki Ayetullahî, Tahran: Defter-i Neşr-i Ferheng-i İslâmî, h.ş. 1382, s. 250.
[12] Bkz. Caferiyan, Resul, Tarih-i Hülefâ, Tahran: Vezâret-i Ferheng ve İrşâd-ı İslâmî, h.ş. 1374, s. 81.
[13] İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-ferîd, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-Arabî, h.k. 1402, c. 3, s. 365.
[14] Halife b. Hayyât, Tarihu Halife b. Hayyât, nrş. Süheyl Zekkâr, Beyrut: Dâru’l-fikr, (t.y.), c. 1, s. 157.
[15] Taberî, Tarih, c. 6, s. 184.
[16] İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem, Muhtasaru Tarihi Dımaşk, nşr. Mahmud el-Arnaut ve Yasin Mahmud Hatib, Beyrut: Dâru’l-fikr, 1989, c. 9, s. 161.
[17] Bkz. Dineverî, İbn Kuteybe, el-İmame ve’s-siyase, Kahire, (y.y.), 1985, c. 1, s. 182, 192.
[18] Tabersî, İhticâc, c. 2, s. 310.
[19] Bkz. Caferiyan, Tarih-i Hülefâ, s. 413.
[20] İkinci halifeden şöyle bir iddia nakledilmiştir: “Peygamber’in isteğinin aksine Allah, Ali’nin ondan sonra hilâfete ulaşmasını dilemedi (!)” Bkz. İbn Ebî’l-Hadîd, Şerh, c. 12, s. 78.
[21] İbn A‘sem, Muhammed b. Ali, el-Fütûh, Hindistan, h.k. 1393, c. 5, s. 199.
[22] İbn A‘sem, el-Fütûh, c. 5, s. 201.
[23] Taberî, Tarih, c. 4, s. 331, 336.
[24] İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-ferîd, c. 5, s. 131.
[25] Hârizmî, Muvaffak b. Ahmed, Maktelü’l-Hüseyin, Kum: Envâru’l-hüdâ, h.k. 1423, c. 2, s. 34. Rivayetin Arapçası şu şekildedir:
إِنِّي هَكَذَا أَكُونُ حَتَّى أَلْقَى جَدِّي رَسُولَ اللهِ وَأَنَا مُخَضَّبٌ بِدَمِي وَأَقُولُ: يَا رَسُولَ اللهِ! قَتَلَنِي فُلَانٌ وَفُلَانٌ.
[26] Ehl-i Beyt’ten (a.s.) Emevî yöneticilerin günahlarının ilk iki halifenin omuzlarında olduğuna dair hadisler rivayet edilmiştir. Örneğin bkz. Tabersî, İhticâc, c. 2, s. 285.
[27] Taberî, Tarih, c. 4, s. 518.
[28] Bkz. Caferiyan, Tarih-i Hülefâ, s. 598.
[29] van Ess, Josef, Kelâm ve Câmia, çev. Muhammed Rıza Beheştî, Kum: Merkez-i Mütalaat ve Tahkikât-i Edyân ve Mezâhib, h.ş. 1389, s. 309.
[30] Bkz. İtisâmî, Abdülmecid, “Hâstgâh-i Endişe-i Rafz ve Nisbet-i Ân bâ Vâje-i Râfıza,” Mecelle-i Kelâm-i Ehl-i Beyt, Sayı: 1, (baskıda).
[31] Sekafî, İbrahim b. Muhammed, el-Gârât, nşr. Seyyid Celaleddin Hüseynî, Tahran: Neşr-i Behmen, (t.y.), c. 2, s. 558.
[32] Bkz. Caferiyan, Tarih-i Teşeyyu der İran, Kum: Neşr-i İlm, h.ş. 1388, s. 106.
[33] Ukaylî, Muhammed b. Amr, Duafâu’l-Ukaylî, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, h.k. 1418, c. 1, s. 193.
[34] Dineverî, İbn Kuteybe, el-Maârif, Kahire: Dâru’l-maârif, 1969, s. 480.
[35] Zehebî, Muhammed b. Ahmed, el-Muğnî fî’i-d-duafâ, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, h.k. 1418, c. 2, s. 54.
[36] Mizzî, Yusuf b. Abdurrahman, Tehzîbü’l-Kemâl, Beyrut: Müessesetü’r-risale, h.k. 1404, c. 18, s. 283.
[37] Zehebî, el-Muğnî, c. 2, s. 54.
[38] Askalânî, İbn Hacer, Takrîbü’t-Tehzîb, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, h.k. 1415, c. 1, s. 146.
[39] Örneğin bkz. Saffâr, Muhammed b. Hasan, Besâirü’d-derecât fî fezâili Âli Muhammed (a.s.), nşr. Muhsin Kuçebâğî, Kum: Kitabhâne-i Ayetullah Maraşî-i Necefî, h.k. 1404, s. 290; Ayyâşî, Muhammed b. Mesud, Tefsiru’l-Ayyâşî, nşr. Haşim Resulî Mahallâtî, Tahran: el-Matbatü’l-ilmiyye, h.k. 1390, c. 1, s. 178, hadis no: 65.
[40] Necâşî, Ahmed b. Ali, Ricâl, Kum: Müessesetü’n-neşri’l-İslâmî et-tâbi bi-Câmiati’l-Müderrisîn, h.ş. 1365, s. 10.
[41] Sadûk, Ali b. Hüseyin, Meâni’l-ahbâr, Kum: Müessesetü’n-neşri’l-İslâmî et-tâbi bi-Câmiati’l-Müderrisîn, h.ş. 1362, s. 361.
[42] Sadûk, Emâlî, Kum: Merkezü’t-tabâa ve’n-neşr fî Müesseseti’l-Bise, h.k. 1417, s. 352.
[43] Eş‘arî, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn, s. 33.
[44] İbn Abdirabbih, Ikdü’l-ferîd, c. 2, s. 246; Ebû’l-Ferec Isfahanî, Ali b. Hüseyin, el-Egânî, Beyrut: Dâru ihyâi’t-turâs el-Arabî, (t.y.), c. 7, s. 274. el-Egânî’de ilk beyitin birinci dizesi şu şekildedir: “Failden de beriyim faili teşvik edenden de.” Bu ifadenin açıklamasında “fail” ve “faili teşvik eden” ile kastedilenin Ebû Bekir ve Ömer olduğu söylenmiştir.
[45] İbn Ebî’l-Hadid, Şerh, c. 4, s. 56, 58.
[46] İbn Ebî’l-Hadid, Şerh, c. 13, s. 220.
[47] Örneğin, Kûfe’de sorgulanan Reşid Hicrî, Müminlerin Emiri Ali’den (a.s.) beraat etmediği gerekçesiyle Ubeydullah b. Ziyâd tarafından işkence görmüş ve işkence sırasında elleri, bacakları ve dili kesilmiştir. Bkz. Müfid, Muhammed b. Muhammed, el-İhtisâs, nşr. Ali Ekber Gaffârî ve Mahmud Muharremî, Kum: el-Mutemuru’l-âlemî li-elfiyyeti’ş-Şeyh el-Müfid, h.k. 1413, s. 77.
[48] Müfid, el-İhtisâs, s. 77; Keşşî, Ricâl, nşr. Hasan Mustafavî, Mehşed: Dânişgâh-i Meşhed, h.k. 1409, c. 1, s. 335.
[49] Mesudî, Ali b. Hüseyin, İsbâtü’l-vasiyye, Kum: Ensariyân, (t.y.), s. 176.
[50] Küleynî, Muhammed b. Yakub, el-Kâfi, Ali Ekber Gaffârî ve Muhammed Ahundî, Tahran: Dâru’l-kütübi’l-İslâmiyye, h.k. 1407, c. 2, s. 379-380.
[51] İbn Ebî’l-Hadid, Şerh, c. 11, s. 192, c. 6, s. 178, c. 5, s. 113.
[52] Sahife-i Seccâdiyye, 47. Dua.
[53] Sahife-i Seccâdiyye, 48. Dua.
[54] Sahife-i Seccâdiyye, 48. Dua.
[55] Zehebî, Muhammed b. Ahmed, Siyeru a’lâmü’n-nübelâ, nşr. Hüseyin Esed, Beyrut: Müessesetü’r-risale, h.k. 1413, c. 4, s. 394; İbn Asâkir, Ali b. Hasan, Tarihu medineti Dımaşk, nşr. Ali Şeyrî, Beyrut: Dâru’l-fikr, h.k. 1415, c. 41, s. 388.
[56] Zehebî, Siyer, c. 4, s. 390.
[57] Zehebî, Siyer, c. 4, s. 389; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c. 20, s. 394.
[58] Bu rivayete göre, soruyu soran kişi İmam Seccâd’ın (a.s.) Ebû Bekir için Sıddîk lakabını kullanması üzerine şaşırmış ve İmam’a “Allah size rahmet etsin! Bu lakabı ona siz mi verdiniz?” diye sormuştur. İmam bu sorudan rahatsız olmuş ve söz konusu lakabı Hz. Peygamber’e nispet etmiştir. Diğer tarihî tanıklıklarla bir arada değerlendirildiğinde İmam’ın burada da takıyye uyguladığı; Şiîler tarafından farklı şekilde yorumlanabilecek ve muhaliflerce kabul görecek şekilde, iki anlama gelebilecek bir ifade kullandığı anlaşılmaktadır. Bu görüşü destekleyen bir başka rivayet İmam Sâdık’tan (a.s.) nakledilmiştir. Bu rivayette Hz. Peygamber’in (s.a.a.) Ebû Bekir’e Sıddîk lakabını vermesinin nedeni şu şekilde açıklanmıştır. Bir konuşma sırasında Ebû Bekir Hz. Peygamber’e saygısızlık edip, “Doğru konuştun; sen bir büyücüsün (sahir)!” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, ironik bir üslupla şu karşılığı verdi: “[İçinde gizlediğini dile getirerek asıl] en doğru konuşan (sıddîk) sensin!” Meclisî, Muhammed Bâkır, Bihâru’l-envâr, Beyrut: Müessesetü’l-vefa, h.k. 1403, c. 30, s. 194.
[59] Kasım b. Müslim, İmam Seccâd’a (a.s.) “Siz bu iki adam hakkında ne buyurursunuz? Düşmanlarından beraat etmeli miyim?” diye sorunca İmam öfkelenmiş, eliyle Kasım’ın eline vurmuş ve şöyle buyurmuştur: “Yazıklar olsun sana ey Kasım! O ikisi, babalarımıza kin besleyen, yolumuzu saptıran ilk kimselerdi; halkı sırtımıza bindirdiler ve bizim hakkımız olan makama oturdular.”
[60] İmam Seccâd’ın (a.s.) Şeyhayn’ın gerçek kimliğini açıkladığı sahâbîlerin başında, İmam’ın nezdinde önemli bir konuma sahip olan Ebû Hamza Sumâlî gelmektedir. Ebû Hamza’dan nakledilen rivayetler, bizzat kendisinin de Şeyhayn hakkında daha fazla bilgi edinmeye istekli olduğunu göstermektedir. İmam, Ebû Hamza’nın sırdaşlığına güvenmekle birlikte, takıyye gereğince ihtiyatlı davranmış, Şeyhayn’dan “falanca ve falanca” diye söz etmiştir. Ebû Hamza bir rivayette, “falanca ve falanca” tabirini kullanarak İmam’a ilk iki halife hakkında bir soru sormuş, bunun üzerine İmam o ikisinden beri olduğunu ilan etmiştir. Bkz. Saffâr, Besâirü’d-derecât, s. 290; Kutbeddin Râvendî, Sa‘id b. Hibetullah, el-Harâic ve’l-cerâih, Kum: Müessesetü’l-İmam el-Mehdi (a.f.), h.k. 1409, c. 2, s. 583. Başka bir rivayette, Ebû Hamza İmam Seccâd’ın cibt ve tağuta lanetin manevî etkileri hakkındaki hadisini nakletmiştir. Ebû Hamza, aynı hadisi iki ayrı mecliste İmam Bâkır’a ve İmam Sâdık’a (a.s.) da aktarmış, her iki İmam da hadisi tasdik etmenin yanı sıra önemini de vurgulamışlardır. Bkz. Tahranî, Ebû’l-Fazl b. Ebî’l-Kasım, Şifâu’s-sudûr fî şerhi Ziyâreti’l-Âşûr, Tahran: Murtazavî, h.ş. 1376, c. 2, s. 378. Yine Ebû Hamza’nın naklettiği bir başka rivayette İmam Seccâd Şeyhayn’dan teberrî etmiştir. Bkz. Ebû’s-Salâh Halebî, Taki b. Necm, Takrîbü’l-maârif, nşr. Fars Tebriziyan (el-Hassun), Kum: el-Hadi, h.k. 1404, s. 24.
[61] Meclisî, Bihâru’l-envâr, c. 29, s. 158.
[62] Ebû’s-Salâh Halebî, Takrîbü’l-maârif, c. 29, s. 158.
[63] Hakîm b. Cübeyr İmam Seccâd’a (a.s.), “Ali’nin (a.s.) ‘Ümmetimde Hz. Peygamber’den sonra en faziletli kimse Ebû Bekir, ondan sonra da Ömer’dir; eğer istersen üçüncünün adını da söylerim’ dediğini siz mi naklettiniz?” diye sorar. İmam şöyle cevap verir: “Sa‘id b. Müseyyib’in Sa‘d b. Mâlik’ten bana naklettiği hadis ne olacak? O hadise göre Hz. Peygamber (s.a.a.) Tebûk Gazvesi’nden çıkınca Ali’yi (a.s.) kendi yerine halife olarak bırakınca Ali şöyle sordu: ‘Beni kendine halife mi yapıyorsun?’ Hz. Peygamber, ‘Sen bana nispetle Harun’un Musa’ya olan konumundasın, ancak benden sonra peygamber yok,’ buyurdu.” Ardından İmam Seccâd eliyle Hakîm’in bacağına öyle bir vurdu ki bacağı ağrıdı ve şöyle buyurdu: “Hz. Peygamber yanında, tıpkı Musa’ya nispetle Harun gibi olan kimdir?” Bkz. Kûfî, Muhammed b. Süleyman, Menâkıbu Emirü’l-Mü’minîn Ali (a.s.), nşr. Muhammed Bâkır Mahmudî, Kum: Mecmau ihyâi’s-sikâti’l-İslâmiyye, h.k. 1412, c. 1, s. 521. İmam Seccâd’ın cevabı dikkat çekicidir. İmam’ın elini şiddetle Hakîm’in bacağına vurması, takıyye uygulamanın zorunlu olduğu o karmaşık ortamda ondan doğruyu yanlıştan ayırt etmesini beklemekte ve İmam’dan nakledilen veya ona nispet edilen ancak Şiî itikadına aykırı içeriği olan bir hadisle karşılaştığında o hadisi doğru bir şekilde yorumlamasını istemektedir.
[64] İbn Ebî Tâhir, Belâğatü’n-nisâ, s. 12.
[65] Müfid, Emâlî, s. 281; Tûsî, Muhammed b. Hasan, Emâlî, Kum: Dâru’s-sekâfe, h.k. 1414, s. 155.
[66] Ayyâşî, Tefsir, c. 1, s. 65, 178; Bahranî, Seyyid Haşim b. Süleyman, Tefsirü’l-burhân fî tefsiri’l-Kur’ân, Kum: Müessesetü’l-bise, h.ş. 1374, c. 1, s. 293, c. 3, s. 605.
[67] İbn Şehrâşûb, Muhammed b. Ali, Menâkıbu Âli Ebî Tâlib, Kum: Allame, h.ş. 1379, c. 3, s. 370.
[68] Ebû’s-Salâh Halebî, Takrîbü’l-maârif, s. 244. Bir başka örnek şu rivayettir: Kendisine “Kureyş niçin Ali’ye düşmanlık besliyor?” diye sorulunca İmam Seccâd (a.s.) şöyle cevap verdi: Çünkü o, onların ilkini ateşe sokacaktır. Bkz. İbn Şehrâşûb, Menâkıb, c. 3, s. 220.
[69] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, c. 1, s. 215.
[70] Bu konu, müstakil bir çalışmada ele alınmalıdır. Bu konudaki tartışmalar için örneğin bkz. Subhanî, Muhammed Taki, “Gâmî Diger der Şinâsâyî ve İhyâ-i Kitab-ı Süleym b. Kays-ı Hilâlî,” Mecelle-i Âyine-i Pejûheş, 37 (h.ş. 1375); Tabâtabâî, Seyyid Muhammed Kazım, Tarih-i Hadis-i Şia, Tahran: Dânişkede-i Ulûm-i Hadis, h.ş. 1388, c. 1, s. 106.
[71] Keşşî, Ricâl, c. 1, s. 321.
[72] Tûsî, Muhammed b. Hasan, el-Gaybe, Kum: Dâru’l-maârifi’l-İslâmiyye, h.k. 1411, s. 194. Diğer âlimlerden aşağıdaki dipnotlarda alıntı yapılacaktır.
[73] Muhtevası hakkında bilgi vermek amacıyla burada, Kitab’da yer alan ve ilk üç halifeyi eleştiren rivayetlerden bazı örnekler nakletmemiz uygun olacaktır. Bu örnek rivayetlerde erken dönem hadis derlemelerinde Süleym’in Kitab’ından alıntılanarak nakledilmiştir ve bu rivayetlerin isnadı, mevcut nüshada bulunan isnaddan tamamen farklıdır.
* İlk halifenin hilâfetinin gasp edilmiş olması ve şeytanın minber üzerinde ona ilk biat eden olması. Bkz. Küleynî, el-Kâfi, c. 8, s. 343.
* İkinci halifenin Hz. Peygamber’in (s.a.a.) sünneti olan birçok hükme karşı çıkması. Bkz. Küleynî, el-Kâfi, c. 8, s. 60.
* Hz. Peygamber’in Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) imamet ve hilafetini açıkça dile getirmesi ve ikinci halifenin buna öfkelenmesi. Bkz. Sadûk, Ali b. Hüseyin, Kemâlu’d-din ve tamamu’n-nimet, Tahran: İslâmiyye, h.k. 1395, c. 1, s. 279; Numanî, Muhammed b. İbrahim, el-Gaybe, Tahran: Neşr-i Sadûk, h.k. 1397, s. 168.
* Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) Şeyhyan’ın zulümlerine sabretmesi. Bkz. Sadûk, Kemâlu’d-din, c. 1, s. 81.
* İlk iki halifenin yoldan çıkması ve Emevî halifelerinin bütün günahlarını yüklenmeleri. Bkz. Tabersî, İhticâc, c. 2, s. 285.
[74] Mesudî, İsbâtü’l-vasiyye, s. 167.
[75] Bkz. Caferiyan, Tarih-i Hülefâ, s. 566, 597.
[76] Bkz. İbn Ebî’l-Hadid, Şerh, c. 15, s. 274; Seyyidehl, Abdülaziz, Zeynelâbidin Ali b. Hüseyin (a.s.), Tahran: Neşr-i Kitabfuruşî-i Muhammedî, h.ş. 1335, s. 43.